Akşama doğru hafiften soğumuştu hava. Geceleri ayaz da çıkıyor dedi Gülnur. Okul da lojman evi de onlara yakın olunca arabayı misafir olacağım evin bir kenarına park edip yürüdük yaşayacağım yere doğru. Sokaklarda rastladığımız birkaç insanın selamını alırken Baki, bazılarına hiç bakmadan devam etti yoluna.
"Şu aşağı yoldan," diye anlattı köyün haritasını çizerken eliyle. "Gidildi mi uçsuz bucaksız zeytin bahçeleri var. Bizim oraların zeytininden başka olur buralarınki, yağları da öyle. Ben senelerdir alıştım, severim buranınkini de."
"Sen nereliydin Öğretmen Hanım?" Yanımda pardösüsü ile yürüyen Gülnur kesti kocasının sözünü bu soru ile.
"Doğma büyüme İstanbulluyum ben. Annem babam da öyle." Onlardan bahsedince derince bir iç çektim istemsizce. Kimse çok görmedi bunu bana. Annem geldiğim yerleri kastederek "Oralara gidersen sütüm helal değil sana," demiş olsa da dinlemedim ki onu, buradayım. Babam da zaman zaman ülkenin nice uç köşelerinde görev yapmış emekli bir öğretmen olarak çok görmedi arzumu. Ona göre barlarda şarkı söylememdense nesiller yetiştirmem çok daha evla bir hareketti. Annem surat astı vedalaşırken, babam sarıldı sıkı sıkı. İnci Ablamla eniştem de gelmek istediler benimle ancak çocukların okulları açıldı, ihmale getirmek olmaz deyip kandırdım onları. İyi bir yer olarak hayal etmediğim bu köyde karşılaşacağım manzaralar onları üzsün istemedim. Boşa kuruntu yapmışım, daha ilk andan buldum iki gurbet kuşu kendime, yalnızlığımdan sıyrıldım, attım yol boyu giyindiğim kabuğumu.
Okulun bir bahçesi bile yoktu. Minicik bir kulübeydi adeta. Hemen bitişikte de lojman dedikleri harabe. Endişeyle takıldı gözlerim darmadağın görünen evime. Çerçeveleri bile sökülmüştü bize doğru bakan penceresinin. Kapının üst taraftan ayrılmıştı kilidi, yarım akıllı bir berduş gibi duruyordu iskeletine bağlı.
"Böyle göründüğüne bakmayın..."Onlardan daha hızlı davrandıysam da bağırdı ardımdan Baki.
"Tarla faresi olur Öğretmen Hanım!" Kalakaldım eşiğin önünde. "Kapı açık kalırsa normal, buralarda girer içeri." Korkup geri durdum pek tabii. "Bir kapan kurarız, ilaçlarız hepsi yok olur gider.” Karı koca karşımda beni teselli etmek gayesinde sözler ederken göz göze geldim her ikisi ile de.
Ertesi gün sabahtan karı kocayı aldım yanıma, benim emektar Toyota ile gittik ilçeye. Şimdilik fare için ilaçlar, bir de boya aldık. Baki kendi cebinden de verip boyayı biraz fazla alınca kendine lazım sandım. Meğer okul için diye niyet edip almış da kendi cebinden harcamış. Önce evi değil okulu halletmeliydi, benim nasılsa kalacak yerim vardı onlara göre. Yeni evli bir çiftin evinde ne kadar uzun süre kalabilirdim bilmem ama kabul ettim söylediklerini. Üç elden giriştik okula. Sıraların da kırığı döküğü vardı, onlara da köyden biri gelip yardım etti, onardı sağını solunu. Sobanın kurumunu temizledik biz de Gülnur'la. On beş güne kadar yanarmış sobalar. Kömürlük bomboştu, ne yakacaktık bilmem. Milli Eğitim'e ödenek yazısı yazılmalıymış böyle durumda, eski öğretmen öyle yaparmış. Olmadı mı da yakmazmış sobayı, dondururmuş çocukları. Lojmanı da beğenip oturmamış da ilçeden gelmiş gitmiş her Allah'ın günü. Sonra bulmuş adamını aldırmış tayinini başka yere.
Birlikte kolayladık okulun işini, badanasını bitirdik, sağını solunu temizledik. Pazartesi ders bitimi gidip Milli Eğitim'le görüşecektim. Baki gelip benim evi de boyayacaktı ben iş başı yaparken.
O gün, sabah tanıştım Muhtar Ramazan'la. Okul avlusundaki otuz çocuğu bahçede hizaya sokup tek tek yaşlarına göre sınıflara ayırırken eski model Mercedes'inden indi, dikildi karşıma. Arabasını süren şoförü geldi koşarak yanıma "Bir bakacakmışsın Hoca Hanım," dedi.
Baki, lojmanın penceresinden bakarken Gülnur da dış kapıya çıkmıştı. Usul böyle diyerek şoförün peşinden gittim. Tahminlerimin uzağında bir adamdı Ramazan. Yaşını başını almış da olsa yakışıklı, daha doğru tanımla gösterişli bir adamdı. Mehmet'i benzettim belki ona ancak yine de o anda bundan pek emin değildim.
"Hoş geldiniz Hoca Hanım," dedi ben daha uzaktayken. "Sizinle vakitli tanışamadık." Dert etmiş gibi sanki bunu. Ben okula, derse yetişme gayesindeyken beni buyur etti. Dersimin öncelikli olduğunu, çocuklarımla tanışmak için sabırsızlandığımı söyleyince asıldı suratı, Baki'den tarafa baktığını gördüm, ben de baktım o tarafa. Bizim kibar hoca hiç tenezzül etmeden işini yapıyordu.
"Gelseydin bize, onarırdık çatını Öğretmen Hanım. Ne diye bunca işe kalkıştınız?" diye kabadayılık etti Ramazan Maden. Cenazeleri varken derdi ben olayım çok tuhaftı.
"Olur mu,” dedi ben cenazeden laf açınca “O iş ayrı bu iş ayrı. Duydum, bu Hoca bozuntusunun evinde kalıyormuşsunuz. İlk günden aklınız bulanmasın da her şeyin bir yakışığı vardır Öğretmen Hanım. Bizim köyün konuk evi var, sizi orada misafir edelim." Baki Beylere, onun da deyişiyle hoca bozuntusuna ayıp etmiş olurdum o zaman. Hiç dikkate almadı beni. "Bırak onu, ayıp onun kendi lisanı. Ben ilime çok önem veririm. Benim de aha şu oğlan," her biri dönmüş bizden tarafa bakan otuz talebeden birini işaret etti ama hangisi fark etmedim bile. "Benim torunum. Adı Ramazan. Benim adım. Onu da okutacağım. Hem de özellerde, amcası gibi Amerikalarda." Amcası Mehmet'in tahsilinin ilk karşılaşma konumuz olması pek hoş bir tesadüftü." Siz dersiniz bitince gelin bana, ben şoför gönderirim. Benim evim köyden biraz uzaktır hem sohbet edelim hem de eksik gedik konuşalım."
"Milli Eğitim'e gideceğim, kömür isteyeceğim,” dedim derdimi anlatmak maksatlı.
"Alırım yahu ben! Kaç ton kömür yakacak bu okul? Sen kağıtla kürekle iş yapmayı bırak, Ramazan Bey de çal kapımı, ben seni geri çevirmem. Hayırsever adamımdır ben. Eski öğretmen de pek severdi beni. Şimdi gidiyorum ben, öğlen gibi gelir aldırırım seni." Cevap vermeme bile müsaade etmeden bindi arabasına. Pencerede göz göze geldik Baki ile, kaçırdı gözlerini. Ne yapmak istersem seçimi bana bırakmıştı besbelli. Çocuklara geri döndüm, otuz çocuğun arasından buldum küçük Ramazan'ı, gözlerindeki haylazlık tıpkı amcasınınki gibiydi.
***
Ramazan'la birlikte bindik Mercedes'in arkasına. Halis’ti şoförün adı. Küçük Ramazan eve değil de babasının yanına gitmek istediğini söyledi ilk andan şoföre. Dedesi git demeden olmazmış, Halis kabul etmedi bunu.
Ramazan'ın dalgalı uzun saçlarını karıştırarak okşadım, gülümsedi bana. Birinci sınıf talebesiydi Ramazan. Yakın zamanda babaannesini kaybetmişti, babası ile ayrı, dedesi ile birlikte yaşıyordu ve amcasına çok benziyordu. Hakkında bildiklerim şimdilik bu kadardı.
Büyükçe bir avluda durdurdu arabayı şoför. Taş bir binanın arka avlusundan bir geçitle geçtik öne, ön tarafı zeminleri de taşla döşenmiş bir bahçeydi. Merdivenlerle iki ayrı yere çıkılıyor gibi dursa da iki yer de tek eve aitti. Merdivenlerden birinin ucunda kara bakışlı küçük bir kız çocuğu vardı. Ramazan'ı görünce sevinçle kalktı yerinden.
"Seninle dedemi görüp öyle oynayacağım Fadik," diyerek avuttu küçük kızı Ramazan.
Bana çevirdi bakışlarını Fadik, usulen sevmek üzere elimi uzattım ancak "Aman..." diye bağırdı merdivenin tepesinde gençten bir kadın. "Bitlidir, dokunmayasın Hoca Hanım." Dokunmadım. Dokunmak isteyen avuç içim karıncalansa da yapmadım bunu. Cenaze evine tezat pür neşe bana yol gösteren genç kadın, Ramazan'ın da elinden tuttu. Bana bir odanın kapısını açarken küçük çocuğun karnını doyurmak üzere götürdü. Girdiğim odadaydı Ramazan Bey. Beni görünce kalktı ayağa, hürmetle yer gösterdi. Birer acı kahve istedi kapıyı açan kadından. Nasıl içeceğimi sormadı bile.
"Yanlış adam seçmişsin Öğretmen Hanım," diye başladı yeniden söze. "Baki hayır işlerinin adamı değildir. Fitneci, para göz herifin de tekidir. Ben ondan hiç haz etmem, o da benden etmez demiştir belki de sana bunu. Öyle haysiyetsiz bir adamdır ki ardında namaza dahi durmam. O kadar diyeyim. Gençliğinin kıymetini bilmez, köylüyü de fitneler, nifak sokar. Anlayacağın pek iyi de bilinmez bizim buralarda. Belki bahseden olmuştur, bu köyde ne kadar toprak varsa bizimdir. Ondan da adı Maden'dir. Benim soyadım da Maden. Yoksa maden işlendiğinden değil, zeytin yetiştiririz biz. Yol boyu gördüğün onca dönüm zeytin benim mahsulüm. Köylü benim topraklarımda çalışır, hepsinin ocağında benim yemeğim pişer. Kuruşuna kadar veririm haklarını, hepsini korur, gözetirim. Okutmak isterlerse çocuklarını destek veririm, burs veririm." Acı kahveler geldi sözünün ardına. "Aha bu Zahide," dedi kahveleri getiren kadına dönüp. "Çocukken geldi buraya, ben büyüttüm. Çocuklarımdan ayırt etmem." Zahide ona da laf düşecek mi diye beklerken geri çekilmesini işaret etti adam. "İki oğlum var. Biri Amerika'da yaşıyor. Diğeri köyde kalır. Köyde kalan büyük oğlum, maalesef akıldan da noksandır biraz. Gelmez yanıma, dedesinin eski evinde yatar kalkar. Söz de dinlemez pek, akıl olmayınca maalesef. Diğeri de ziraat okusun istedim. Gitti, oralarda ekonomi bilmem ne bir şeyler okudu. İş kurdu, zengin oldu. Adım sanım, kim olduğum böylece bellidir benim. Köylüler sayar, severler beni. Sen de sayarsan Öğretmen Hanım, anlaşırız. Neden anlaşmayalım?" Bir ses duyuldu dışarıdan. Belli belirsiz, içeride kim olduğunu soruyordu. Uğultu tanıdık ilişti yanıma, usulca duran kalbim depar attı, hızlandı.
Velhasıl seslendi Ramazan Bey, "Mehmet, gel bir oğlum, seni kiminle tanıştıracağım?" Yaklaştı adımlarıyla birlikte sesi. Abisine bakmaya gidecekmiş meğer Mehmet, içeri gelmeye de hiç yoktu gönlü. "Bakarsın gel hele, köyümüzün yeni öğretmeni ile tanış," dedi babası ısrarla.
Girdi içeri, göründü yüzü. Tastamam bundan bir sene evvel tanıdığım geceye gitti aklım. Böylesi heybetli görünmüştü o zaman da gözüme. Başıyla selam verirken bana, oturduğum yerde kalakaldım. Adımı sordu sonra yeniden Ramazan Bey, ardından da adımla takdim etti beni oğluna. "İpek Hanım, oğlum Mehmet. Ben de Öğretmen Hanım'a köyümüzü anlatıyordum."
"Ben gideyim baba," ilgisizce çevirdi başını. "Yarın sabah gidiyorum, gitmeden abimi bir göreyim,” diye arz ederken durumunu çevirdi yüzünü benden yana. "Sizin de yeni göreviniz hayırlı olsun." Hatırlamadı bile beni, ne adımı ne de suretimi!