Aynanın karşısında öylece kalakaldım.
Yüzümdeki çizgilere, göz altımdaki morluklara, solgun yanaklarıma baktım. Zaman ne kadar acımasızdı. Oysa bir zamanlar bu aynada kendi yüzüme gülümseyerek bakardım. Şimdi sadece suskun bir kadın vardı karşımda. Yorgun, kırgın, kabullenmiş.
Elimi yanağıma götürdüm. Derimin altında bastırılmış gözyaşları dolaşıyordu sanki. Eskisi gibi güzel değilim artık. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Evlendiğim o günden sonra kendime hiç bakmadım ki zaten. Ne zaman saçımı taradım son? Ne zaman rimel sürdüm? Hatırlamıyorum.
Dayanamadım.
Makyaj kutumu çektim yavaşça. Titreyen ellerimle aynaya yaklaştım. Fondöteni yüzüme sürdüm önce, sonra allığa uzandım. Turuncuya yakın bir renk. Yanaklarım… birden renk kazandı. Sanki içimdeki ölü hali biraz canlandırdı.
Dudaklarıma bordo ile kahverengi arası bir ruj sürdüm. Dudaklarım daha dolgun, daha kararlı görünüyordu şimdi. Rimel fırçasını aldım. Kirpiklerim hâlâ uzun, hâlâ gösterişliydi. Gözlerimin yeşili daha bir ortaya çıktı.
Saçlarıma dokundum sonra. Bu turuncu saçlar bir zamanlar gururumdu. Şimdi sadece başımın yükü gibiydi.
İç çektim.
Çünkü bu güzelliğin arkasında ne kadar çürük bir hikâye var, bir ben biliyorum.
Çok erken yaşta Hakan’la evlenmiştim. Zorunluydu. Kimse bana “istiyor musun” diye sormadı. Sadece bir gece gelinliğimi giydirdiler ve bir adamın karşısına oturttular.
Hakan… kocam.
Ama hiçbir zaman bana koca olmadı. Aşk? Sevgi? Vefa? Onun lügatinde yok. Yıllardır aldatıyordu beni. Üstelik öyle gizli saklı da değildi. görüyordum, biliyordum fakat susmayı tercih ediyordum kalbimdeki yaralara rağmen.
Kapı hafifçe tıklatıldı.
“Zeynep Hanım?”
Başımı çevirdim, tanıdık bir sesti. Hafifçe gülümsedim.
“Ha, gelsene Melis.”
Melis içeri girdi, tepside bir şey yoktu bu kez. Sadece gözleri bana kilitlendi. Birkaç adım attı, sonra durdu.
“Çok güzel görünüyorsunuz,” dedi içtenlikle.
Bir an sessizlik oldu.
Sonra aynaya döndüm yeniden. Bordo dudaklarıma baktım, uzun kirpiklerime, sıcak turuncu yanaklarıma, gözlerimin içine. Güzellik… gerçekten geri mi gelmişti?
“Gerçekten mi?” dedim fısıltıyla. Sesim kendi kulağıma bile yabancı geldi.
Melis sadece başını salladı, gülümsedi.
Ama ben o aynada başka bir şey gördüm.
Bir kadını. Sesi kısılmış, ruhu ezilmiş, ama hâlâ içinde bir şeyleri diri tutmaya çalışan bir kadın. Güzelliğin altındaki gerçeği sadece o aynadaki gözler biliyordu.
Melis’in gözleri üzerimdeydi. Bir an kendimi gerçekten güzel hissettim.
“O kadar güzelsiniz ki Zeynep Hanım,” dedi dudakları hafif aralık. “Bazen size baktığımda… gerçekten çok farklı şeyler görüyorum. Çok güzelsiniz… çok iyisiniz.”
Gülümsedim ama içimden bir şey sızladı.
Keşke bu güzelliğimi Hakan da görseydi.
Ama görmedi. Hiçbir zaman görmedi. Aslında ben de hiç Hakan’a âşık olmadım. O gün, o nikâh kıyıldığında… sadece kabul etmiştim. Teslim olmuştum. Çünkü başka bir şansım yoktu. Şimdi ise… sadece alışkanlıkla sürdürüyordum bu evliliği. Belki biraz da korkuyla.
Hakan’ın beni aldattığını ilk öğrendiğimde yıkıldım. Sonra alıştım. Sonra umursamamaya başladım.
Melis yeniden konuştu, sesi bu kez biraz daha tereddütlüydü.
“Hakan Ağa’m da… size baktığında bazen dalgın dalgın oluyor biliyor musunuz?”
Kaşlarım hafifçe çatıldı.
Dalgın? Hakan mı?
Ne düşündüğünü çok iyi biliyorum ben Hakan’ın. O bakışların ardında hiçbir duygu yok. Ne merak, ne sevgi, ne pişmanlık. Sadece boşluk. Alışkanlıkla bakıyor bana. Bir eşyaya bakar gibi.
Tam o anda kapı açıldı.
Melis hızla toparlandı. “Çıkıyorum Ağa’m,” dedi, başını eğip geri geri çıktı.
Hakan hiçbir şey demedi. Göz ucuyla bile bana bakmadı. Dolaba yöneldi, kıyafetini aldı, ardından çekmeceye uzandı. Hiçbir kelime etmeden o soğuk, o tanıdık sessizlikle hareket etti.
Ben başımı hafifçe kaldırdım, sesimde titrek ama belli etmemeye çalıştığım bir endişeyle sordum:
“Rojin’le ilgili bir haber var mı?”
“Elimizde bir şey yok,” dedi. Sesi buz gibiydi. Hep öyleydi zaten. Ne bir duygu, ne bir ilgi, ne bir insani sıcaklık.
Gözlerimi kaçırmadım ondan. “Sence onu öldürecekler mi?”
Omuz silkti. “Bilmiyorum.”
Yutkundum. Boğazıma düğümlenen cümleleri bastırarak konuştum: “Kız kardeşim sayılır. Bir şey olmasını istemem…”
Rojin’le yakındık, abime aşık olacağını ise hiç düşünmemiştim. O zamanlar zorunlu bir şekilde Asilsoy ailesiyle evlendiğimde, kopan kıyameti hatırlıyordum. Asilsoy ailesi belli etmese de beni hiçbir zaman istememişti ve şimdi de abim ile aralarında bir bağ olacaktı. Bu onlar için korkunç bir durumdu zira iki aile olarak biz düşmandık evliliğe kadar. Evlenmeden önce apar topar Hakan Asilsoy’a kız arandığına dair Mardin’de duyulmuştu. Bir şekilde beni onun karısı olarak almışlardı fakat ne annesi ne babası beni asla sevmemişti.
Hakan o sırada başını bana çevirdi. İlk kez göz göze geldik.
Beni süzdü. Saçlarım, makyajım… gözlerimin altına sürdüğüm aydınlatıcı bile dikkatini çekmiş olmalıydı. Ama o ifadede bir şaşkınlık ya da hayranlık yoktu. Sadece… kısa bir duraksama. Sonra çekmeceden bıyık makasını aldı, aynanın karşısına geçip tıraşına başladı. O kadar umursamaz, o kadar bıkkın bir tavırla…
Beni bir an bile konuşmaya değer bulmadan…
Ona baktım.
Aynadaki yansısında kendimi gördüm. O aynada bir kadın duruyordu. Makyajlı, dikkat çekici, güçlü görünmeye çalışan ama içten içe ezilmiş bir kadın. Ve o aynada bir adam vardı; ilgisiz, soğuk, başkasının rüyalarında kaybolmuş bir adam.
Ben Zeynep Asilsoy… bu evde bir gölgeden ibarettim.
Hakan aynanın karşısında, elindeki küçük makasla bıyıklarını kesiyordu. Yüzünde her zamanki gibi ifadesiz, ruhsuz bir donukluk vardı. Elim hâlâ dudağımın kenarındaydı, sürdüğüm rujun rengini kontrol eder gibi yaparken aslında düşüncelerimle boğuşuyordum. Gözlerimi ona çevirdim, içimdeki sıkıntı dudaklarımdan dökülüverdi.
“Rojin’in yaşaması için… berdel gerekiyor,” dedim, yavaşça.
Hakan başını kaldırmadan cevap verdi. “Sizin ailede evlenilecek kız mı kaldı?”
Sesinde küçümseyen bir ton vardı. Hafifçe kaşlarımı çattım. “Kuzen tarafından biri olmaz mı?” dedim, çok emin olmadan.
Makası indirdi, aynadan bana baktı. “Bilmiyorum,” dedi. “Ama amcamı… Ömer Ağa’yı biraz tanıdıysam… evliliğe izin vermez. Direkt Rojin’in öldürülmesi hükmünü verir.”
İçimi bir ürperti kapladı. Ömer Ağa’nın soğuk bakışları, keskin dili gözümün önüne geldi.
“Ömer Ağa fazla gaddar…” dedim, yavaşça.
Hakan içini çekti, başını salladı. “Evet… Baran’ın eşini de az çektirmiyor zaten,” dedi. Sesi ne acıma ne de empati taşıyordu. Sadece olanı söylüyordu, bir taş gibi ifadesiz.
İçimde ağırlaşan havayı dağıtmak istercesine ayağa kalktım. “Neyse… Ben mutfağa geçeyim, kızlara bakayım,” dedim. “Akşam Asilsoylar geliyor. Ne yemek hazırlıyorlar, bakayım.”
Hakan sadece başını hafifçe salladı. Konuşmadı bile.
Tam kapıya yönelmiştim ki Hakan’ın telefonu titredi. Duraksadım. Baş parmağıyla ekranı açarken yüzünde beliren o gülümseme… o yabancı, o alaycı ifade gözümden kaçmadı. Gözleri telefon ekranına kilitlenmişti. Hafifçe başını eğdi, sonra mesaj yazmaya başladı.
Baktım. Baktım ve o an anladım.
Metresine yazıyordu … yine o kadın.
Yüzümdeki bütün makyaj bir anda yok olmuş gibi hissettim. Güzelliğim, süsüm, rengim… hepsi Hakan’ın gülümsemesinin altında ezildi. İçimden bir acı geçti ama dışarıya belli etmedim.
Ve o anda arkamı dönerek yürümeye başladım. Kafamı kaldırdığımda ise birisiyle göz göze geldim.
Aslan Asilsoy bana bakıyordu sigarasını içerken.
Çocukken aşık olduğum adamdı o benim ama bu büyük sırrımdı çünkü ben bu aşkı çoktan kalbime gömmüştüm.