Bölüm 2: Yaşlı Adamın Kulübesi

2056 Words
Hava hala aydınlıktı. Güneş bulutlardan görünmese de ışığını yeryüzüne indirebiliyordu. Ara ara esen rüzgar değişmemişti. İnsanın yüzünü okşuyor gibiydi. Fakat hissettirdiği bambaşkaydı... Her sert estiğinde Derek nefesini tutuyordu. Böyle bir dünyada attığın bir adımın bile garantisi yoktu. Rüzgarın hızlanışı bir felaketin habercisi de olabilirdi. Yahut ölümün yoklayışı... Hiçbir zaman güvende hissedilemezdi. Çünkü yolculukta güvenlik yoktu. Bir totemin dibine sığınmaya benzemezdi. Lanetin her an ensende dolaştığını rahatça hissedebilirdin. Derek, ayağındaki eskimiş postallar çamura bata bata yürüyordu. Lanetin ziyafet yeri olan Son Nefes Vadisi'ni terk edeli bir süre geçmişti. Ayaklarına kara sular inmiş gibi hissediyordu. Onca korku ve vahşetten sonra oradan uzaklaşabilmek için durmadan yürümüştü. Asla mola vermemişti. Rahat bir nefes alabileceğine inanmıyordu çünkü. Durduğu zaman duran tek şey ayakları olmayabilirdi. Yürüdüğü yol kaygan çamurla kaplı bir patikaydı. Yağmurdan dolayı kimi yerlerinde ufak su birikintileri vardı. İnsanlar zamanında sürekli geçtiği için yolda ot çıkmıyordu. Fakat iki yanı da yabani otlarla doluydu. Bir zamanlar etrafı süsleyen güzel çiçeklerin kokusundan geriye sadece çürük kokusu kalmıştı. Ölmüş renk deryası boynunu bükmüş, kaybettiği ihtişamından ötürü soluklaşmıştı. Yürümeye devam etti. Beline taktığı kılıç ona ağır geliyordu artık. Üzerindeki zırh da öyle. Bacakları bir noktadan sonra yürümeyi reddedince biraz soluklanabilmek adına durmak zorunda kaldı. Karnı açtı ve susamıştı. Fakat yanında ne bir yiyecek vardı ne de bir yudum su. Kurumuş boğazını yumuşatmak için yutkunmaktan başka çaresi yoktu. Yoldaki su birikintilerinden birine doğru eğildi. İki avcunu da pis uyun içine daldırıp yüzüne vurdu. İçmesi imkansızdı ama yüzündeki kurumuş kanları temizlemek için kullanabilirdi bunu. İyice ovaladı. Suratına gelen çamur ve pislik parçalarını da temizledikten sonra yine avcunu doldurdu. Bu sefer üzerindeki üniformayı biraz ovaladı. Hiç değilse kanın bir kısmından kurtulabilirse daha rahat hissedecekti. Fakat onca zaman içine işlemiş olanı çıkarmak o kadar kolay değildi. Birkaç kere daha ovduktan sonra yeniden doğruldu ve yoluna devam etti. Eski postallarının kenarları çamurun içine giren ot parçalarıyla dolmuştu. Fakat bununla ilgilenecek enerjisi yoktu. Zaten gereksizdi. En fazla iki adım sonra eski haline dönerdi. Gözleri uzaklara doğru daldı. Sığınabileceği bir yer arıyordu. Yardım bulabileceği, karnını doyurabileceği ya da en azından biraz temizlenebileceği... Fakat görebildiği tek şey çamurlu patikaydı. Sonsuzluğa uzanıyor gibiydi. Göz alabildiğince kuru otlarla kuşatılmıştı. Yine de en uzak kenarlarında bir ormanın başlangıcı görünüyordu. Rüzgarın dalgalandırdığı kuru yaprakları bu mesafeden bile seçebiliyordu. Çoğusu dökülmüş olsa da bir kısmı hala umutla ağaca tutunmaya devam ediyordu. Yürümeye devam etti. Vücudu ne kadar aksini söylese de yürümekten başka çaresi yoktu. Her adımında bata çıka yürüyordu. Kimi zaman ayağı kaydığında devrilmemek için elleriyle yerden destek alıyordu. Kimi zaman ise kollarını dayıyordu çamura. Temizlediği yerler yine pislenmişti. Güneş batmaya yaklaşana kadar çaresizce yürümeye devam etti. Ayağını kaldırdığı zaman devrilecek gibi oluyordu. Ama kendini salmadı. Bir şekilde bir yere ulaşmak zorundaydı. Savaş yüzünden çoğu köy boşaltılmıştı. İnsanlar daha büyük yerlere göç etmişti. Çünkü yağma ve katliamlar hepsinin gözünü korkutmuştu. Kim evi yakılırken karısına tecavüz edilmesini izlemek isterdi ki? Hala yaşamın devam ettiği yerler olsa da bugün ulaşabileceği mesafede değildi hiçbiri. Yine de arkalarında bıraktıkları bir şeyler olmak zorundaydı. Derek'in umut ettiği şey buydu. Sadece eskiden insanların kaldığı bir yer bulmalıydı. Sonrasında oradan işine yarayabilecek şeyleri alabilirdi. Yoluna devam ettiği zaman umudunun çok da yersiz olmadığını gördü. Uzaklardaki bir kulübe ilişmişti gözüne. Çamurlu patikanın hemen kenarında, yabani, kurumuş otların arasındaydı. Oldukça küçüktü. Bir penceresi ya vardı ya da yoktu. Bir bacası da görünmüyordu. Üzerinde de birkaç ufak gedik göze çarpıyordu. Tahtaları kırılmıştı. Görünüşe göre yağmadan bir nebze de olsa nasibini almıştı. Fakat yakmaya gerek bile görmemişlerdi. Adımlarını hızlandırmaya çalışırken ayağı kaydı ve yere düştü. Gövdesi komple çamura bulanmıştı. Kendini kaldırabilmek için kollarıyla destek aldığında buna gücü yetmedi. Bu yüzden birkaç dakika o şekilde yatarak soluklandı. Uyumak istiyordu ama yapamayacağını biliyordu. Zaten bu doğuruyordu çaresizliğini. Bir şeyler yapmaya devam etmek zorundaydı. Çaba göstermeyi elden bırakamazdı. Son bir gayretle yeniden ayağa kalktı ve kulübeye gelene kadar yürüdü. Kapı girişine baktığında gözleri ışıldamıştı. Küçük bir tahta asanın ucunda minik bir kristal vardı. Işık taşını tanımıştı. Bu bir Aurensus Totemi idi. Bir yerde totem varsa, orası güvenli olmalıydı. Sığınabileceği yeri bulmuştu. Gecenin Kara Örtü'sünden korunabileceği bir mekan... Bu sevinçle bacaklarına can gelmişti. Adımlarını hızlandırarak kapıya geldi. Tahtaları aralıklı yerleştirilmişti. Lanetten koruyabilirdi ama soğuktan korumayacağı kesindi. Yine de gülümsemesine engel değildi bu. Hevesle kapıyı açtığında içeriden çıkan birkaç sıçan, ayaklarının arasından geçerek otların arasına kaçıştılar. O ise istemsizce kolunu kaldırıp ağzını burnunu kapattı. Yüzüne iğrenç bir koku vurmuştu. Her ne kadar unutmak istese de çürümüş etin kokusunu tanırdı. Bir insanın bunu hatırlayamaması pek de mümkün olmuyordu. Hele ki senelerini ölümlerin arasında geçirdikten sonra... Kolunu yüzünden indirmeden içeriye doğru uzattı başını. Sol tarafta küçük bir masa ve birkaç dolap vardı. Hepsi tahta kurularının ve diğer böceklerin istilasına uğramış gibi duruyordu. Tam karşısında kirden dışarıyı pek de iyi gösteremeyen bir pencere vardı. Yüzünü sağa çevirdiğinde ise görmek istemediği manzarayla karşılaştı. Yaşlı bir adama aitti. Kim bilir kaç aydır buradaydı?.. Tamamen kararmıştı neredeyse. Bazı yerleri şişmiş, yumrulaşmıştı. Ağzında ve gözlerinde dolaşan kurtlar yüzüne de yayılmıştı. Tüm bu koku ondan geliyordu. Yatağında ölmüş bir ihtiyar... Derek başını çevirirken "Kara Veba..." diye düşündü. Lanet sadece anlık cinnetler ya da ölülerin dirilişi şeklinde nüfuz etmiyordu. İnsanların asla kurtulamayacağı bir salgın da başlamıştı. Ama ölenler için çok geçti. Bu ihtiyarın mutlu olması gerekirdi belki de. En azından bedeni ölü olarak kalmıştı. Başını tekrar masaya doğru çevirdi. Oraya yaklaşıp işine yarayabilecek bir şey olup olmadığına baktı. Yaşayanların ölülerden daha çok ihtiyacı olacaktı bunlara. Gözüne bir çakmaktaşı iliştiğinde bir an bile düşünmeden alıp üniformanın kemerindeki küçük deri keseye yerleştirdi. Zaten yorgunken koluyla ağzını burnunu kapattığı için iyice nefessiz kalmıştı. Bu yüzden olabildiğince acele ediyordu. Vebadan ölmüş biriyle aynı ortamda uzun süre kalmak istememekte haklıydı. Dolapları açtığında böcekler sağa sola kaçıştılar. O da hızlıca göz attı. Fakat işine yarayacak başka bir şey yoktu. Yaşlı adamın pek de eşyası var gibi görünmüyordu. Belki de yalnız başına yaşayan bir ihtiyara yeterliydi tüm bunlar? Derek'e kâfi gelmeyeceği çok belliydi. Tekrar kapıya yöneldi. Yüzünü dışarıya çıkarıp kolunu yüzünden çekti ve derin bir nefes aldı. Temiz olmayan hava bile ciğerlerine iyi geliyordu artık. Bir umut daha kırılıyordu. Burada kalabileceğini düşünmüştü adımlarını hızlandırırken. Ama şimdi içeride nefes bile alamıyordu. Ne kadar ceset gördüğünüz pek de fark etmezdi. Buna alışmak hiçbir zaman kolay olmamıştı. Alıştıktan sonra bile kolay değildi. Sadece göreceğin şeyin ne olduğunu bilirdin. Gördüğünde hissettiklerin bir noktada hep aynı kalırdı. Tekrar içeri doğru döndüğünde gözü pencereye ilişti. Üzerindeki bunca kir ve toz ihtiyarın ölüşünü haber veriyordu sanki. O kadar uzun zamandır temizlenmemişti ki. Derek kendi yansımasını bile zar zor görebiliyordu. Saçları görünmüyordu. Yüzünü kuruyan kandan temizlediği için beyaz tenini seçebiliyordu zar zor. O sırada yansımasında bir şey dikkatini çekti. Omzunun üzerinde iki küçük parlaklık vardı. İlk başta bunları bulutların arasından inmeye çalışan güneş ışığının yansımaları sandı. Fakat o kıpırmadan hareket ettiklerini görünce bir anda kalp atışları hızlandı. Eli aniden kılıcına gitti ve kınından çıkardığı gibi geriye doğru savurdu. Biraz daha açılan gözleri hemen etrafa baktığında hiçbir şey görememişti. Kılıcı ise dönerken kapının pervazına çarpıp bir kısmının parçalanmasına neden olmuştu. Derek boşluğa bakarken yutkundu. Kendi etrafında dönerek her yönde gezdirdi bakışlarını. Sağ elindeki kılıcı sıkı sıkı tutuyordu. Acaba hayal mi görmüştü? Kulübenin dışarısında ışığı yansıtacak bir şey vardı belki de? Fakat hayır, onlar kendi başlarına hareket etmezdi. Başını çevirip yanındaki toteme bir kere daha baktı. Işık taşının üzerindeki çatlağı gördüğü zaman, tedirginliği korkuya dönüşmüştü. Burası güvenli bir yer değildi. Totem kırıktı. İhtiyar bu yüzden ölmüştü. Ev bu yüzden yağmalanmamıştı. Çünkü lanetli bir yere kimse yaklaşmak istemezdi. Derek ise şimdi tam da içine girmişti. Derin ve hızlı nefesler alarak oradan uzaklaşmaya başladı. Koşmuyordu, çünkü ölümün nereden geleceğini bilemezdi. İsteyeceği son şey ise arkasından gelmesiydi. Bu yüzden yüreği ağzındayken soğuk terler dökerek yürüdü. Durmadan etrafına bakındı. Kılıcını iki eliyle tutuyordu artık. Titrek adımları yavaştı. Can havli ona bir kuvvet vermişti ama koşmasına yetecek kadar değildi. Çamurlu patikaya girdiğinde kulübeden uzaklaşana kadar etrafını kolaçan etmeye devam etti. Nihayet yeterince uzaklaştığına inandığında ise olduğu yere çöküp kulübeye baktı. Eski, tahta bir ev... Ölüme ve korkuya ev sahipliği yapıyordu. Oradaki kötülük her ne ise, Derek bununla karşılaşmak istemiyordu. Lanetlenmek, ne kötü bir yoldu ölmek için... Kılıcını bir kere daha kınına sokarken kuruyan boğazını yutkunarak yumuşattı. Ayağa kalkacak kuvveti kendinde bulabilirdi artık. Karanlıkla kuşatılmış bir yerden uzağa gitme arzusu, ona yürüme gücü verecekti. Bu sayede kalkıp yoluna devam etti. Ta ki akşam olup, hava kararıncaya kadar... Ölüm yine ensesindeki yerini almış, soğuk pençesini boğazına yerleştirmişti. Kara Örtü, lanetin en büyük taşıyıcısı, sadece geceleri belirirdi. Seni bir kere kuşattığı zaman, asla kurtulamazdın. En iyi ihtimal ruhunun lanetlenmesi ve sonsuz elem içinde hıçkırıklarının zar zor duyulabilmesiydi. En kötüsünü aklına bile getirmek istemiyordu. Tek istediği kendinden başka insanların yanına varabilmekti. Bu düşünceyle patikayı takip etti. Susuzluğunu bir nebze de olsa dindirebilmek için yerdeki yağmur suyundan içmeye çalışmış ama daha ilk yudumunda pişman olarak geri tükürmüştü. Hiçbir şeyi yoktu. Belki ateş yakmayı deneyebilirdi. Ama geceyi atlatmak daha önemliydi. Gök bile karanlığa teslim olmuşken bir yerde kalıp lanetin kendisini de almasını bekleyemezdi. Kapanmaya yüz tutmuş gözleri, birkaç adım öteye bakarak yürümeye devam etti. Öyle bitkin düşmüştü ki bir köye geldiğini fark edemedi bile. Hala sağlam kalan birkaç evde yaşayan insanlar, meydandaki bir totemin etrafında toplanmıştı. Hepsi paçavralar içindeydi. Ve ona bakıyorlardı... Derek başını kaldırıp onları gördüğünde yüzünde bir tebessüm belirdi. Burası terk edilmemişti. İnsanları görmüştü. Bu perişan halinden kurtulabilmesi için bir umut ışığı daha yanmıştı. Fakat dünyayı saran bu lanet, önce umudu verir, sonra onu yerle bir ederdi... "Kafirlerin köpeği!" diye bağırdı kalabalıktan biri, ona doğru. Yerden aldığı bir taşı ona fırlattı. Küçük taş, Derek'in birkaç adım önüne düşmüştü. Tebessümü yavaşça yok olurken diğer insanların da taş aldığını gördüğünde yürümeyi tamamen durdurdu. Gözlerindeki umut ışığı sönmüştü. Bir kadın "Hepimizi lanetlediniz!" diye bağırdı, taşı atmadan hemen önce. Bir başkası ise "Aurensus'un gazabını üzerimize çektiniz!" dedi ve herkes ellerindeki taşları Derek'e fırlatmaya başladı. Taşlardan biri omzuna geldiğinde bir adım geriledi. Zaten yorgun bedenine bir de bu ağrı fazla geliyordu. Eliyle taşın çarptığı yeri tutarken "Ne yapıyorsunuz?" diyebildi ama ses onların duyabileceği kadar yüksek çıkmadı. Küçük çocuklar bile onu taşlıyorlardı. "Defol buradan!" "Orduna geri dön!" "Aurensus hepinizi lanetlesin, kafirler!" Başka bir taş bacağına çarptığı zaman dizlerinin üzerine çöktü. Bir başkası ise kafasına gelip onu geriye doğru devirdi. Alnı kanıyordu. Üstelik başına şiddetli bir ağrı girmişti. Zorlukla karınüstü dönüp sürünerek ayağa kalktı. Başka bir taş sırtına geldiği zaman bedeni geriye doğru büküldü biraz. Ama yeniden yürümek için gücünü toparlayıp oradan uzaklaşmaya başladı. Sağına soluna düşen taşlar, gözlerinin dolmasına neden olmuştu. İnsanların askerlere nasıl baktığını unutmuştu o ana kadar... Onların gözünde askerler, laneti bu dünyaya yayan kişilerdi. Tüm kötülükler onların hizmet ettiği krallardan doğmuştu. Hepsi kafirdi. Tanrı da onlar yüzünden tüm dünyayı cezalandırıyordu. Her şeyin açıklaması buydu onlar için. Derek çaresiz kalmışken sığınmaya çalıştığı bir yerden taşlanarak kovulunca, kendine hakim olamamıştı. Gözlerinden akan bir damla yaş, yanağından aşağı süzülürken çamurlu kıyafetiyle sildi yüzünü. İnsanlar ne kadar da bencildi... Onu kafir olarak çağırmış, haline bakmadan kovmuşlardı. Oysa ki hepsinin olduğu gibi Derek'in de korkuları, arzuları ve umutları vardı. O sadece bu karanlığın içinde hayata tutunmaya çalışan bir ruhtu. Tıpkı onlar gibiydi. Ama onlar, insanoğlu olarak her zaman yaptıklarını yapmaya devam etmiş, başkalarının umutlarını önemsemeden sadece kendilerini düşünmüşlerdi. Bencillikleri yüzünden muhtaç birini perişan halde kaçmaya zorlamışlardı. Peki şimdi ne yapacaktı? Yarına dair olan umudu sönüyordu. Köyün yakınındaki ağaçlığa doğru baktı çaresizce. Geceyi ormanda geçirmek mi? Ölüme davetiye çıkarmaktan farklı bir şey değildi. Bir yolun kenarına kıvrılıp ölmeyi beklemek mi? Şimdi ne yapacaktı? Ona yürüme ya da nefes alma gücünü verecek şey neydi? Bitap adımları onu ağaçlığa kadar götürdü. Birkaç ağacı geçip köylülerin kendisini göremeyeceğinden emin olduğu zaman yere çöküp sırtını ağacın ıslak kabuğuna verdi. Kafasını da geriye doğru yasladı. Yaprakları dökülmüş dalların arasından gökyüzüne doğru bakıyordu. Bir yıldız bile yoktu. Gecenin karanlığına meydan okuyan tek bir ışık bile yoktu. Ay bile... Elini yavaşça boynuna götürüp küçük bir kolye çıkardı. Metal kolyeyi iki eliyle tutup yanlara doğru açtığında içinden bir kağıt parçası düşmüştü yere. Telaşla ellerini yerde gezdirerek onu aradı. Bulduğunda ise hemen alıp üzerini bulaşan pislikten temizledi. Katlanmış kağıdı açtığında bir el büyüklüğüne gelmişti. Üzerinde acemice çizilmiş birkaç figür vardı. Karanlıktan tam olarak seçilemese de kimler olduğunu biliyordu. Kağıda bakarken gözleri ağır ağır kapanmaya başladı. Açık tutmak için zorluyordu. Fakat o an dünyada göz kapaklarından daha ağır bir şey yoktu. Alnından akan kan, kaşının üzerinden yana kayıp yüzünde kurumuştu. Başındaki ağrı ise uyumayı arzulamasını sağlamıştı. Kağıdı düzgünce katlayıp kolyenin içine geri yerleştirdi. Onu da boynuna... Kafasını bir kere daha ağaca yaslayıp gökyüzüne doğru baktıktan sonra belki de ölüme doğru kapattı gözlerini... Gölgeleri ruhunda hissediyordu. Yarına çıkamayacaktı belki de. Fakat, umut etmekten başka ne çaresi vardı ki?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD