bc

Soluk Ruh

book_age18+
15
FOLLOW
1K
READ
dark
scary
loser
mythology
apocalypse
war
like
intro-logo
Blurb

Dünyanın üzerine çökmüş uçsuz bucaksız bir karanlığın içinde kalmış yalnız bir asker... Kralların hatalarının bedelini ödeyen çürümeye yüz tutmuş topraklar... Bilinmez bir hiçliği beraberinde taşıyıp dipsiz bir çukur misali her şeyi yutan Kara Örtü... Ve soluk bir ruhun içinde kalan son umut parıltısı...

Savaş ve katliamlar, dökülen kan ve yitip giden hayatlar dünyanın lanetlenmesine sebep oldu. Artık savaşın da ölümün de bir getirisi yok. Kahramanlık hikayeleri geçmişin tozlu raflarına kaldırılalı uzun zaman oldu. Artık gecenin görkemi yerini karanlığın dehşetine bıraktı. Bilinmeyenin korkusu, insanların ruhlarını tüketiyor. Ama yine de, belki bir umut vardır... Belki bu bitmez tükenmez lanetin sonunda güneşin doğacağı aydınlık bir sabah vardır. Belki biri, en azından solmuş ruhunu gölgelere teslim etmek yerine karşı koyacaktır. Kim bilir? Cehennemin aynası dünyaya döndürülmüşken güneşin sıcaklığı yeniden tatlı gelebilir mi insana?

chap-preview
Free preview
Bölüm 1: Son Nefes Vadisi
Gökyüzü kapalıydı. Sert esen rüzgar, insanın içine işliyordu. Fakat korku ve ölüm kadar sert değildi. Uçan kargaların sesleri altında, büyük çığlıklar kopuyordu. Savaş naraları, çığlıkların içinde adeta kaybolmuş, yitip gitmişti. Derin bir nefes aldığında hissedeceğin tek şey kan kokusuydu. Kılıçların birbirine çarptıkça çınlamaları kulak tırmalıyordu. Fakat onlar uzun zaman önce alışmıştı buna. Keşke hayatının yitip gitmesine dair duyulan korkuya da alışmış olsalardı. Her biri bunu dilerdi. Fakat bu, mümkün olmayan bir dilekti sadece. Olmayacak bir duaydı... İki ordu savaşıyordu. Askerler, gördükleri her düşmana karşı telaşla savurdular silahlarını. Cesaret ve yiğitlik hikayeleri unutulalı uzun zaman olmuştu. Artık sadece hayatta kalma hikayeleri vardı. Zaten sadece onlar anlatabilirdi hikayeyi. Ölülerin bir süre öncesine kadar konuşma hakkı yoktu. Kafasına gelen bir kılıç darbesi, adamın beyninde şiddetli bir zonklama hissetmesine neden oldu. Bir eli istemsizce miğferin üzerine giderken birkaç adım geriledi. Gözleri acıyla kısılmıştı. Üzerindeki mavi asker üniformasının rengi çoktan değişmişti. Dikkatli bakılmasa iki ordu olduğu bile fark edilmezdi artık. Sadece kızıl bir denizin üzerindeki kızıl askerler... Başını iki yana sallayıp kendine gelmeye çalıştı. Ama birkaç nefes almaya bile vakti olmamıştı. Karşısındaki düşman, onun bu halini fırsat bilerek kılıcını kaldırdı. Sonra da tüm gücüyle onun üzerine indirdi. Gerileyen adam son anda kılıcını kaldırabilmiş ve kendini savunabilmişti. Fakat darbenin etkisi biraz daha gerilemesine neden oldu. İşte o an savaş alanının kasvetini ve burada biriken acıyı hissetmişti. Ayağı, kopuk bir kafanın üzerine denk geldi ve bir anda kayarak kendini yerde buldu. Yüzü ayak bileğini biraz aşan kan denizine gömülmüştü. Zorlukla kendini kaldırıp ağzındaki kanı tükürdü. Bunu birkaç öksürük takip etti. Ağzında pas tadı, boğazında ise yoğun bir yanma vardı. Bir haykırış daha duyduğunda başını kaldırdı. Yine düşmanından geliyordu. Ama bu seferki saldırı narası değildi. Naraları yutan çığlıklardan biriydi bu. Yerdeki adam kılıcını savurup kendini korumaya hazırlanıyordu ki yüzüne gelen kanın sıcaklığı, onu durdurdu. Uzun bir mızrak, onu yere düşüren adamın göğsünü delerek çıkmış, acı dolu bir ifadeyle yüzünü buruşturarak dizlerinin üzerine düşmesine neden olmuştu. Çok geçmeden kan denizinde yüzen basit bir ceset haline geldi. Tıpkı diğer binlercesi gibi... "Ayağa kalk!" dedi tıpkı kendisi gibi mavi üniforma giymiş mızraklı asker. Bir elini ona doğru uzattı ve sertçe çekerek ayağa kaldırdı. Sonra da hiç karşılaşmamışlarcasına kayboldu kalabalığın içinde. Miğferli adam kılıcından destek alarak dengesini sağladı. Görüşü biraz daha yerine geliyordu. Ağzındaki pis tadı götürme maksadıyla tükürdü ve etrafına baktı. Her metrede, her santimde ölüm vardı. Elem dolu ve çok kanlı... Toprak görülmüyordu artık. Bir kan okyanusunun üzerinde durup birbirlerini katletmeye devam eden insanlar vardı sadece. Yutkundu. Bitmesini istiyordu artık. Tıpkı diğer herkes gibi... Fakat bu mümkün değildi. Artık bitmeyecekti. Hem de hiçbir zaman... Yanına doğru sendeleyerek gelen bir düşman askerini görünce yönünü hemen ona çevirdi. Körelmeye başlamış kılıcını iki eliyle sıkı sıkı tutmuştu. Hataya yer olmayacaktı artık. Fakat buna gerek de kalmayacaktı. Sendeleyen adam elinden kılıcını düşürerek devrildi. Yüzünü kana daldırmamak için iki eliyle yerden destek almıştı. Birkaç kere öğürdükten sonra kızıl denizle aynı renkte kusmaya başladı. Miğferli adam ise saldırmadan sadece ona baktı. Birisi daha etkilenmişti... Gözlerinin önünde çaresizce ölüyordu. Kan kusan adam merhamet dilenen bir ifade takınarak elini ona doğru uzattı. Tek istediği kurtuluştu. Ama çok geçti. Artık onun için kurtuluş yoktu. Uzattığı elini kalbine doğru bastırıp tüm bedeni kasılarak yana doğru devrildi. Yüzünün yarısı kanın içine batmış, görünmüyordu. Açıkta kalan gözü soluklaşmaya başladığında, miğferli adam geriye doğru bir adım attı. Neler olacağını biliyordu artık. Herkes bilirdi. Artık bilirlerdi... Arkasına döndüğü anda kafasını koparmaya gelen bir kılıcı, bedenini geriye bükerek atlattı. Hemen ardından ise saldıran kişinin karnına tekme vurarak kendinden birkaç adımlık mesafe uzaklaştırdı. Karnını tutan adam bir kere daha saldırdığında ikilinin kılıçları çarpıştı. Çığlıkları duymaya devam ediyorlardı. Miğferli adam kadar diğerinin de korkuları vardı. Yüzünden okunuyordu. Belki de kaskatı kesilmemesinin tek sebebi hayatta kalma arzusuydu. Ölmek, artık çok farklı bir şeydi. Birbirlerinin kılıçlarını ittirerek tekrar saldırdılar. Silahları birkaç kez daha çarpıştı. Sonrasında miğferli olan, diğerinin dizine bir tekme vurarak onu çöktürdü ve tüm gücüyle savurduğu kılıcıyla kellesini kopardı. Adamın devrilen başsız cesedinden akan kan, sadece okyanusa bir kova su daha dökülüyormuş gibiydi. Kızıla boyanmış kıyafetinin rengi daha da koyulaşıyordu. Miğferli adam derin bir nefes aldı. Kalp atışları uzun süredir çok hızlıydı. Ölümü o kadar hissetmişti ki artık kokusunu alabiliyordu. Soğuk bir pençe boğazını kapmıştı sanki. Tüm bedenini hatta ruhunu titretiyordu. Bir kere daha etrafına baktı. Kılıcı hala çelik renginde olan kimse kalmamıştı. Binlerce insan, hayatta kalan olabilmek adına çabalıyordu. Derin derin nefes almaya devam ederken yerden kalkan bir adam takıldı gözüne. Hemen ona doğru döndüğünde kalbi artık göğüs kafesini parçalayıp çıkmak istercesine atıyordu. Kılıcı tutan elleri bir saniyeliğine titredi. Tedirginlikle açtığı o kahverengi gözleri, az önce kan kusup ölen adamın ayaklanan cesedine doğru kilitlenmişti. Kalkan adamdan hıçkırık sesleri geliyordu. Onca çığlığın içinde bunu seçmek zor olmuştu. Başı önüne eğikti. Kıyafetinin bir yarısı daha koyuydu. Miğferli adam sakince geriye doğru bir adım attı. Başını çevirerek omzunun üzerinden kontrol etmişti birinin gelip gelmediğini. Sık sık da önündeki şeye bakmayı ihmal etmiyordu. Ağır ağır uzaklaşmaya devam ederken adam önüne eğdiği başını yavaşça kaldırıp ona baktığında, miğferli adam da kusmamak için zor tuttu kendini. Yüzü deforme olmuştu. Sanki asit dökülüp eritilmiş gibi duruyordu. Gözlerinin nerede olduğunu seçmek imkansız gibiydi. Kendisine doğru bir adım attığında miğferli adam da geriye doğru gitti. O tekrar geldiğinde yine çekildi. Artık arkasını kontrol etmiyordu. Ta ki sırtı birine değene kadar... Çarptığı kişi düşman askerlerinden biriydi. Gelenin kim olduğunu kontrol etmeden kılıcını savurmuştu. Neyse ki o da kendini korumak için silahını zamanında kaldırabilmişti. İkisinin silahları çarpıştığında, düşmanın savaştığı asker, kılıcını onun boğazına sapladı ve ölümüne neden oldu. Düşman askeri yere düşüp kan deryasındaki yerini alırken aynı tarafın iki askeri de üzerlerine doğru gelen yaratığa bakıyorlardı. Düşmanı öldürenin dudakları yavaşça aralandı ve "T-Tanrım... Lanetlenmiş..." diyebildi. Sonra arkasına döndü ve hiçbir şeye dikkat etmeden var gücüyle koşmaya başladı. Fakat bu sonu olmuştu. Nereden geldiğini anlayamadığı bir darbe, hayatını ondan söküp almış, naaşını yerde yatanlara katmıştı. Miğferli adam diğeri gibi kaçmayı düşünmedi. Ya da düşünemedi... Kesin bir ölüm olurdu. Bunun yerine çaresizce kılıcını kaldırdı ve deforme yüzlü yaratığa doğru koşup tüm kuvvetiyle bir darbe indirdi kafasına. Çelik kılıç, adamın kafatasını yararak boynuna kadar inmiş, kafasının iki farklı yöne doğru açılmasına neden olmuştu. Sonrasında kılıcını geri çekip onu tekmeleyerek kendinden uzaklaştırdı. Ona bakarak derin nefesler almaya devam etti. Yutkunduğunda hala boğazında bir yanma vardı. Sonrasında arkasına döndü ve her yere dikkat ederek hızlıca oradan uzaklaşmaya başladı. O daha on adım gidemeden, kafası yarılan şey ayağa kalkmıştı bile. Eskisi gibi ona doğru yürüyordu. Başka bir yerden gelen boğaz parçalanırcasına çığlık, oraya bakmasına neden oldu. Yüzü tıpkı az önceki yaratığa benzeyen başka bir varlık, askerlerden birini yakalamış ve kafasını çeke çeke koparmıştı. Çaresiz adam sadece boğazındaki etler parçalanırken çığlık atabilmişti. Her çığlık bir şeye benzemek zorunda değildi nasıl olsa. Bazen gerçekten de sadece bir çığlık olurdu... Miğferli adam ilerlemeye devam ederken omzuna gelen bir el, telaşla saldırmasına neden oldu. Kılıcını düşmanını doğrudan öldürecek şekilde savurmuştu. Fakat kim olduğunu görünce kendini son anda durdurdu. Silah, adamın kafasını ikiye bölmek üzereydi. O da aniden irkilerek silahına davranmış ama geç kalmıştı. Eğer silah durmasaydı, kesinlikle ölmüş olurdu. "Kahretsin, Derek!" dedi gelen adam korkuyla. "Herkes lanete kapılıyor! Geri çekilme emri aldık! Totemlere gitmeliyiz!" Derek birkaç saniye cevap vermeden ona baktı. Bir kere daha çevresine göz gezdirdiğinde çığlıklar başka bir hal almıştı artık. "Neredeler? Hiçbirini göremiyorum!" dedi sonrasında. "Beni izle!" dedi gelen adam. "Bu taraftan!" Derek'i kolundan tutarak çekiştirdi. Sonra birlikte koşmaya başladılar. Attıkları her adımda yerdeki kan etrafa sıçrıyordu. Botlarının içine kadar dolmuş, rahatsız edici bir his oluşturmuştu. Yanındaki adam, cesetlerden birinin eline basıp kaydığında yere düşmemesi için Derek tutmuştu onu. "Bastığın yere dikkat et!" "Ne önemi var!? Koşmaya devam et!" Önlerine çıkan bir düşmanı gafil avlamışlardı. Fakat saldırmadılar. Onların da kaçtığı belliydi çünkü. Herkes yüzüne ve yüreğine yerleşen o korkuyla birlikte totemlere varmaya çalışıyordu. O kadar fazla ölüm olmuştu ki... Herkes artık düşe kalka koşuyordu. Kalkamayanlar ayaklar altında ezilmekten kurtulamıyordu. İnsanlar kendi taraflarından olanları bile umursamıyordu artık. Savaş alanı, mahşer meydanı gibiydi. Koşmaya devam ederlerken adam aniden durdu. Derek onu kolundan yakalayıp çekmeye çalıştı ama o buna karşı koydu. "Kafayı mı yedin!?" diye bağırdı miğferli adam. "Durma, koş!" Ama bir karşılık alamadı. Bu sözlere karşı sadece başını eğmişti. "John! Koşmaya devam et!" John, ağır ağır başını kaldırıp kendisine baktığında, Derek hızla onun kolunu bırakıp birkaç adım uzağa gitti. Adamda çaresiz bir ifade vardı. Ağlamak üzereymişçesine buruşmuştu yüzü. Fakat gözlerinin kenarlarındaki kararmış damarlar hemen fark ediliyordu. Derek ona bakarken ne diyeceğini bilememişti. "John..." Adam ona doğru bir adım attı. "Derek bir şeyler yap!" dedi ellerini uzatırken. "Bana yardım etmelisin! Lütfen! Bir şeyler yap!" Fakat durumun ne olduğunu ikisi de biliyordu. Miğferli adam ona yaklaşmadı. Sadece geri çekilmekle yetindi. "Dur, dur!" John'un sesi ağlamaklıydı. "Ölmek istemiyorum. Bu şekilde değil... Lütfen, bana yardım et." dedi. "Beni totemlere götür. Bir çaresini bulabiliriz orada, değil mi?" diye ekledi zorlukla gülümseyerek. "Rahipler bir yolunu bulurlar, eminim. Hadi, beni totemlere götür." Fakat o konuşmaya devam ederken gözlerinden başlayan kapkara damarlar tüm yüzünü sarmıştı bile. Belki o da bunun farkındaydı. Fakat kim kabul etmek isterdi ki ölmek zorunda olduğunu. Hem de lanetlenerek... Asla huzur bulamayacak bir ölü... Sonsuza dek sürecek bir elem... Derek ona doğru bakarken gözlerini hüzünle kısmıştı. "Üzgünüm..." dedi. Fakat çığlıklardan dolayı sesi duyulmamıştı. Yine de o ifadeyi gören birinin cevabı duymasına gerek yoktu. "Beni götürmeyecek misin?" dedi doğrulurken. "Ben senin dostunum ama beni burada ölüme mi terk edeceksin yani? Seni nankör herif!" Artık sesi fazla yüksek çıkıyordu. Onun bu halini gören Derek silahını daha sıkı tuttu. "Öyle olmadığını biliyorsun." "Kıçını ben kurtardım! Az önce geberip gitmediysen, şimdi totemlerin yolunu biliyorsan her şeyi bana borçlusun! Seni aşağılık insan müsveddesi! Beni burada mı bırakacaksın!?" John kılıcını kaldırıp öfkeyle ona doğru atıldı. Artık gözleri kan çanağına dönmüştü. Yüzü berbat görünüyordu. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış gibiydi. Ölümcüldü... Tek farkı hastalık olmamasıydı... Kılıcını öfkeyle Derek'e savurdu. O da kendini savunmak için kılıcını kaldırdı. Fakat içinde bir yerlerde, ölmek istiyordu. Belki de bu dünyadan kurtuluş yolu gerçekten de hemen ölmekti? Neden lanete kapılmayı bekleyecekti ki? Şimdi burada ölmekten onu alıkoyan neydi? Zaten bunun için gelmemiş miydi? Savaş bu anlama gelmiyor muydu? Belki de gelmiyordu... Derek kendi kılıcıyla John'unkine vurup darbesini savuşturduktan sonra boğazına hızlı bir kesik attı. Cinnet geçiren adam, bir anda boşalan ellerinden silahını düşürüp yere devrildi. Ardından iki elini de boğazına bastırdı. Kaşları çatıktı. Öfkeden deliye dönmüştü. O an bile elinde olsa Derek'i öldürmek isterdi. Fakat yapamayacaktı. Bedeni titrerken bakışları yavaşça kan denizine döndü. Kendi boynunu sıkı sıkı tutan elleri gevşedi. Sonra da göğsü son bir sefer daha indi ve bir daha kalkmadı. Derek bunu izlememek için bakışlarını başka yere çevirmişti. Buna rağmen yüzü buruşmuş ve ağlamamak için zor durur hale gelmişti. Lanet işte böyle bir şeydi... Bir an dostunla birlikte kurtuluş umuduna sahipken bir anda ellerin onun kanıyla kaplı hale gelirdi. Bir an umutlanırdın ama umudunu daha beter bir acıyla yerle bir ederdi. Karanlık buydu... Gerek ruhundaki gerek yüreğindeki... Her acıyı, her korkuyu yaşatırdı. Koluyla gözlerini sildikten sonra ilerlemeye devam etti. Artık bu bölgede düşman askeri kalmamıştı. Herkes bir yöne doğru gidiyordu birbirini ittirerek. O da onlara katıldı ve cesetlere basıp düşmemeye çalışarak ilerledi. Çok geçmeden insanların toplandığı yerleri gördü. Artık eskisi kadar fazla çığlık yoktu. Totemlerin koruması, onları rahatlatmıştı. Deforme yüzlü yaratıklar, toplanan bu insanlara yaklaşmıyordu. Onlar ise gruplar halinde bekliyorlardı. Pek çok yerde onlarca kişinin bir araya geldiği topluluklar vardı. Göze çarpan tek şey, her topluluğun ortasında, onlardan bir metre kadar yukarıya uzanan tahta totemlerdi. En tepelerinde beyaza yakın sarı renkte bir kristal vardı. Hafifçe parlıyordu. Derek de kendini en yakındaki totemin menziline atabilmek için koşmaya başladı. Bu sırada lanetlenen insanlar, ilahi güç sebebiyle onlara yaklaşmıyor, öylece durarak bakıyorlardı. Gerçi gözlerini göremedikleri için baktıklarını söylemek güçtü. Kesin olan tek şey, onları öldürebilmek için bekledikleriydi. Ayakları kanın içinde kaybolarak koşarken kendisine doğru dönen bir lanetli, yüreğinin ağzına gelmesine sebep oldu. Çünkü o fark ettiğine göre, artık hepsi fark edecekti. Nitekim öyle de oldu. Totemlere sığınan insanları pusan yaratıklar, birer birer ona doğru döndüler ve koştuğu yolun üzerinden kendisine doğru yaklaşmaya başladılar. Adımları yavaştı. Fakat bir kere yakalarlarsa, kurtulmak mümkün olmayacaktı. Derek onlardan birinin çıplak elleriyle bir askerin kafasını kopardığını görmüştü. Bir kere daha kılıcına davranırken yutkundu. Koşmayı bıraktı ve kendisine doğru yaklaşan yaratıklara bakarak savaş pozisyonu aldı. Her ne kadar işe yaramayacağını bilse de... Üzerine doğru atılan her adımda, korkusu biraz daha artıyordu. Kılıcı işe yaramayacaktı. Kendisine vardıklarında onu parçalayarak öldüreceklerdi. Sonra da savaş alanında uçan kargalar için bir ziyafet olacaktı. O da Kara Örtü burayı kapatana kadar... Lanetlilerin her yönden geldiklerini görüyordu. Kaçabileceği herhangi bir yön yoktu. Ölüm her yerdeydi ve adım adım yaklaşıyordu. Soğuk pençesini bir kere daha boğazında hissetmişti. Az önce dostunu öldürmek zorunda kalmıştı. Şimdi de kendisi ölecekti. Gerçekten de son bu muydu? Bir umutla arkadaki askerlere baktı. Belki ona yardım ederlerdi? Sonuçta aynı taraftalardı. Onu öylece ölüme terk etmezlerdi, değil mi? Bunu düşündüğü anda John'un ölmeden önceki son bakışı gözlerinin önüne geldi. Tabii ki onu terk edeceklerdi... Kim bir başkası için totemin korumasını terk ederdi ki? Hem de etraf lanetlilerle doluyken... "Gelmeyecekler..." dedi kendi kendine. Sadece güvenli bölgede oturup onun ölüşünü izleyeceklerdi. Derek kılıcını indirdi. Üzerine gelenlerden çok arkada bekleyen insanlara bakıyordu. Hepsinin yüzünde acıma vardı. Ona ne olacağını biliyorlardı. Fakat kimse kılını kıpırdatmıyordu. Hareket edenler de ancak başını çevirmekle yetiniyordu. Herkesin içindeki bu korku, Derek'te de vardı. Her adımlarında kendisine daha çok yaklaşan lanetlileri izlerken korkuyordu. Kalp atışları çok hızlıydı. Nefes alışverişi de öyle... Titrek gözleri bu yaratıkların üzerinde dolanıyordu. Ne yapacaktı? Ne yapabilirdi ki? Keşke totemin yanında olsaydı... O zaman her şey daha kolay olurdu. Şimdi her şey bitiyordu. Ama izin vermeyecekti. İstediği ölüm bu değildi... İçinde açılan büyük boşluğu tamamen dolduran şey korku olmamalıydı. Kılıcına bir kere daha sıkı sıkı sarıldı ve haykırarak koşmaya başladı. Kan denizinde koşmak zor olurdu. Hele ki bu derece korkmuşken... Ruhunun titremesi insanı yerine sabitler, taş kesilmesine neden olurdu. Ama o koşuyordu. Koşmalıydı... Önünü kapatan lanetlilere varana kadar koştu. Birkaç kez ayağı kaysa da hemen toparlanıp devam etti. Totemin korumasındaki askerler onu izlemeye devam ediyorlardı. Çaresizliğin insana neler yaptırabileceğini görüyorlardı. Karşılarındaki adam ölüme koşuyordu. Derek kılıcını tüm kuvvetiyle önündeki yaratığın kafasına savurdu. Onu öldürmeyeceğini biliyordu. Fakat kaçıp geçebilmesi için biraz zaman kazandırabilirdi. Tek yapması kafasını kesmekti. Ama düşündüğü gibi olmadı. Kılıcı yaratığın kafatasını tamamen kesemeden kırıldı. Kırık parça mahluğun yüzünde kalırken daha ufak parçalar yere dağılmıştı. Şimdi elinde sadece kırık bir kılıç vardı. Lanetlilerin dibindeydi ve planladığı şeyden çok uzaktı. Biçimsiz yüzlü yaratık, elini kendisine doğru uzattığında can havliyle kan denizinin üzerinde ileri doğru yuvarlandı. Korkuyla inliyordu resmen. Ayağa kalkmaya çalışırken kayarak tekrar kanın içine düştü. Bir kere daha kalkmak için davrandığında ise ayağında şiddetli bir baskı hissetti. Lanetlilerden biri, onu kavramıştı. Dehşete düşmüş ifadesi suratındaki yerini alırken bacağını kuvvetlice çekerek kurtarmaya çalıştı. Ama nafileydi. Yaratık onu çok sağlam tutmuştu. O yüzden telaşla elini bağcıklarına attı ve hızla açarak botu ayağından çıkardı. Biçimsiz yüzlü yaratığın elinde sadece o kalmıştı. Başka lanetliler de ona doğru uzanırken kırık kılıcını yere saplayarak kendini ileri çekti. O sırada tam karşısında kalan bir yaratık, ona doğru eğilince yana yuvarlandı. Hepsi üzerine doğru geliyordu. Elleriyle destek alarak geri geri sürünmeye başladı. Yüzlerine baktıkça içindeki korku daha da artıyordu. Bir kara büyü, yaratılışı ne denli bozabilirdi? Tüm krallığın üzerine nasıl bir karanlık musallat olmuştu böyle? Zorlukla ayağa kalktı ve tüm gücüyle koşmaya başladı. Bir ayağı çıplaktı. Artık kan denizini tamamen hissedebiliyordu. Ilık ama tiksinç bir sıcaklıktı. Fakat bunu düşünecek hali yoktu. Doğru düzgün nefes bile almadan kendini askerlerin içine, totemin korumasına attı. Yere düşmüş, yüzüstü sürüklenmişti biraz. Diğerleri ise hayretle ona baktılar. Bu adam neye kalkışmıştı az önce? Gerçekten de kılıcını çekip onların üzerine mi koşmuştu? Yoksa lanetlenerek aklını mı kaybetmişti? Ama öyle olsaydı toteme yaklaşamazdı. Can havlinin insana yaptırabildikleri deliceydi. İki kişi kollarından destek vererek Derek'i ayağa kaldırdı. Adam başındaki miğferi çıkarıp bir kenara attığında bir daha asla alamayacakmış gibi nefesler alıyordu. Alnında fındık büyüklüğünde ter damlaları toplanmıştı kurumuş kanın üzerine. Bir eliyle yüzüne dökülen siyah saçlarını geriye yatırdı. Sonrasında bir süre göğsünü tuttu. Bacaklarındaki o güç yoktu artık. Eğer destek vermeseler devrilebilirdi. Neyse ki insanlar o kadarını yapmaktan da geri durmuyordu. Derek totemin menziline girince lanetliler onu takip edemediler. Tahtanın ucundaki küçük kristalden yayılan hoş bir his vardı insanların arasında. Tanrı Aurensus onları koruyordu. Laneti onlardan uzak tutacaktı. Gece olana kadar iki ordu da hiçbir şey yapmadan bekledi. Savaş bitmiş gibi duruyordu. Tek sorun totemlerin korumasının hemen dışında bekleyen lanetlilerdi. Hiçbiri kıpırdamamış, öylece beklemişlerdi. İnsanlar ise biraz daha toparlanmışlardı. Artık kimse savaşı düşünmüyordu. Buradan kurtulabilmek için planlar yapılıyordu. Bir şekilde herkes evine, ailesine dönmek istiyordu. Acaba bu mümkün olacak mıydı? "Ateş bedenlerini küle çevirecektir." dedi askerlerden biri. "Ateş yakmalıyız." Umutsuzca "Malzememiz yok." dedi bir diğeri. "Buraya ateş yakmaya gelmemiştik." Olduğu yerde çökmüş, başını ellerinin arasına almıştı. Buradan çıkabileceklerine inancı yoktu. Tıpkı birçoğu gibi... "Bir yöne doğru hücum etsek?" Başka birisi onaylanma umuduyla sordu. Sadece bir yol olduğunu duymak istiyor gibiydi. Birinin ona buradan çıkabileceklerini, bunun mümkün olduğunu söylemesine ihtiyacı vardı. Fakat başka biri, Derek'i işaret etti. "Adam saldırınca ne olduğunu görmedin mi? Bu riski almak istiyor musun?" "Kesin sesinizi!" Diğerlerinden farklı bir üniforması olan adam bağırdı. Buradaki yetkili o gibi görünüyordu. "Her şekilde, sabahı bekleyeceğiz. Kara Örtü'ye yakalanmayı göze alamayız." Askerlerden birisi korkarak "B-Ben hiç dışarıda kalmamıştım." dedi. "Totemler bizi Kara Örtü'den koruyacak mı?" Komutan "Koruyacak." dedi. "Sadece sakin olup bekleyin. Savaş bitti." Derek ise sessizce yere oturmuş, lanetlileri izliyordu. Dizlerini kendine doğru çekip kollarını onlara dolamıştı. Çenesini de dizlerine dayadığından sadece gözleri görünüyordu. Geldiğinden beri tek kelime etmemişti. Biraz toparlanmıştı ama konuşmak istediğinden emin değildi. Kılıcının kırıldığı anı düşünüyordu. Lanetin oyununa düşmüş gibi hissetti. Bir an umutla dolmuş, sonraki an her şey batmıştı. O an yaşadığı çaresizliği bir daha yaşamak istemiyordu. Buradaki herkes onu izlemiş ama kimse yardıma gelmemişti. Onları da anlayabiliyordu. Ama bu daha iyi hissetmesini sağlamıyordu. "Geliyor!" İçlerinden birinin bağırmasıyla herkes işaret edilen yöne döndü. Koyu ağaçlığın içinden ağır ağır yaklaşan bir sis görünmüştü. Siyah rengi öylesine uğursuz görünüyordu ki herkes derin bir nefes aldı. Tedirginlik yine hepsini kuşatmıştı. Kara Örtü, onlara kadar usul usul yaklaştı. Fakat tıpkı lanetliler gibi totemin koruma alanını geçemedi. Ortada çember şeklinde bir boşluk bırakarak etrafa dağılmaya başladı. Tüm askerlerin kalbi bir kere daha hızla çarpmaya başlamıştı. Derek de ayağa kalkmış ve heyecanla karışık korkuyla bekliyordu. Fakat endişelenilen şey olmadı. Totem gerçekten de Kara Örtü'yü onlardan uzak tutmayı başardı. "İşe yaradı..." dedi askerlerden biri. Yüzünde bir gülümseme belirmişti. Yanındakine dönüp onu dürttü. "İşe yaradı!" Herkes sevinçle kahkaha atarken Derek de rahatlamıştı. Tek yapmaları gereken sabahı beklemekti. Kara Örtü çekildiğinde buradan olabildiğince uzağa kaçmanın bir yolunu bulurlardı nasıl olsa. Sadece zaman meselesiydi. Ya da yaşam meselesiydi... Kara Örtü'nün içinden fırlayan bir ok, askerlerden birinin boğazını deldi ve adamın kendi kanında boğulup titreyerek devrilmesine neden oldu. Hepsi telaşla okun nereden geldiğine bakarken başka bir saldırı daha geldi ve askerlerden birini daha düşürdü. "Savunma Duvarı!" Komutanın emriyle kalkanı olanlar öne geçerek kalkanlardan bir duvar kurdular. İkinci sıra ise kendi kalkanlarını diğerlerininkilerin üzerine yerleştirip duvarın boyunu yükseltti. Tüm askerler onların arkasına sığınmıştı. Derek ortalardaydı. Çok geçmeden onların yerini saptamış olan düşman ordusu üzerlerine yağmur gibi ok yağdırdı. Askerler kalkanların arkasına geçebilmek için birbirlerini ittiriyorlardı. Okların düştüğü hiçbir yer boş değildi. Ya kalkana saplanıyordu ya da yerdeki cesetlerden birine. Yeterince yakına giremeyen bir asker de göğsüne giren üç okla birlikte oracıkta can verdi. "Yakın durun!" diye bağırdı komutan. Başını arkasındaki askerlere çevirmişti. Tekrar önüne döndüğünde ise gelen oklardan biri beynine saplandı ve ses bile çıkaramadan devrildi. Diğer askerler de bir an bile kaybetmeden adamın cesedini hattan itip kendilerine yer açtılar. Ok yağmuru bir süre daha devam etti. Ta ki en olmaması gereken şey olana kadar... Rüzgarı delip gelen oklardan biri, totemin ucundaki kristale çarparak taşı parçalara ayırdı... Kırık taşın yere dökülmesiyle birlikte koruma alanı kalkmış oldu ve lanetliler bir anda onlara doğru gelmeye başladılar. Kara Örtü sebebiyle diğer birlikleri göremiyorlardı. Üstüne sis de her saniye onlara yaklaşıyordu. Bundan kaçış yoktu. Hepsi biliyordu ki Kara Örtü'ye temas eden biri için geri dönüş yoktu. Derek ne yapacağını bilemez halde etrafa bakındı. Bir şekilde uzaklaşmaları gerekiyordu. Fakat sisin henüz ulaşamadığı bir nokta var mıydı? "Bu taraftan!" Askerlerden biri bağırarak koşmaya başladı. O an herkes onun gittiği yöne bakınca karanlık sisin henüz yolu tamamen kapatmadığını gördüler. Fakat gardlarını bir an indirmeleri pahalıya mâl olmuştu. Başka bir ok yağmuru, içlerinden birkaç kişi hariç herkesin ölümüne sebep oldu. Derek şanslı olanlardandı. Ölenlerden birinin kalkanını alarak koşmaya başladı. Ahşap kalkan oldukça ağırdı. Üzerinde ise pek çok ok duruyordu. Başka bir saldırı riskine karşı kendini koruyacak şekilde tuttu. Onunla birlikte kalan birkaç kişi de aynı taktikten ilerlemişti. Hepsi kendine birer kalkan kapmış ve başlarının üzerine doğru tutmaya çalışarak koşuyorlardı. Derek'in düşündüğü gibi oldu. Yeni bir ok yağmuru geldi ve üzerinde tuttuğu büyük kalkana birkaç ok saplandı. Bir tanesi ise bacağını teğet geçmişti. Bunu hissetmişti resmen. Fakat dönüp bakacak vakti yoktu. Önünde koşan asker bir cesede takılarak yere düştüğünde siyah saçlı adam ne yapacağını bilemedi. Onu bırakıp koşabilirdi. Böylelikle Kara Örtü yolu kapatmadan dışarı çıkabilirdi belki. Ama cidden de birini bu yaratıklara terk edebilir miydi? Kendi içinde bir savaşa girmişti. Kendi canına karşılık başkasının canı... Yine de bunu yapamazdı. Göz göre göre bir insanı lanete teslim edemezdi. Bu sebeple kalkanı bırakıp onu kollarından tuttu ve kaldırdı. "Hadi! Koş!" Onu kaldırdıktan sonra yere bıraktığı kalkanı geri alırken adamın "En iyi insan sensin yani, öyle mi?" dediğini duydu. Kalkıp ona doğru döndüğünde ise adamın kan çanağına dönmüş gözleriyle siyah damarlarla kaplanmış suratını gördü. Aynı anda yüzüne sertçe vurulan kalkan yüzünden yere, kan denizine devrildi. Görüşü bulanıklaşmış, başına felaket bir ağrı saplanmıştı. Tüm bedeni güçten kesilmişti. Kendini savunmak için silahına davranmak istedi ama eli kalkmadı. Zaten kılıcını da kırmıştı. Cinnet geçiren adam dişlerini sıkarken onun kafasını ezmek için kalkanı kaldırdığı sırada lanetlilerden biri onu yakaladı. Derek'in bayılmadan önce gördüğü son şey, yaratığın adamın kolunu çekerek koparışı, duyduğu son şey ise adamın sefil çığlığıydı... - Aradan bir süre geçmişti. Derek yavaşça gözlerini açtığında yüzüne vuran güneş gözlerini kamaştırdı. Bir kolunu kaldırarak yüzüne siper etti. Üşüyordu... İçinde yattığı kan denizi artık sıcak değildi. Titremesine sebep olacak kadar soğuktu. Yavaşça yerinde doğrulmaya çalışırken eli yanındaki bir cesede değdi. O an neler olduğunu hatırladı. Birini kurtarmaya çalışmış, ama kurtarmaya çalıştığı kişi tarafından bayıltılmıştı. Sahi, ne olmuştu sonra? Doğrulduktan sonra etrafına bakındı. Dün ölenlerin hepsi, bugün çürümüş ve kurtlanmıştı. Hemen dibindeki bir cesedin ağzında ise bir sıçan duruyordu. Görünüşe göre dilini kemirmiş, sonra da daha derinlere girmeye karar vermişti. Hava açılmıştı. Dünkü gibi kapalı değildi. Fakat kargalar hala buradaydı. Cesetleri gagalamaya devam ediyorlardı. Derek ellerine baktı. Sonra kendi vücudunu inceledi. Başına giren ani bir sızı, yüzünü buruşturup kafasını tutmasına neden olmuştu. Fakat uzun sürmeden geçti. Görüşü de yerine gelmişti artık. Kalkmaya çalıştığında dengesini kaybedip geri düştü. Ama ikinci seferde başardı. Ceset deryasının üzerinde yaşayan tek kişiydi. Gece neler olmuştu? Neden etrafı onca lanetli ve Kara Örtü ile çevriliyken hayatta kalmıştı? Nasıl olmuştu da onu sağ bırakmışlardı? Hiçbirini bilmiyordu. Ayaklarına baktı. Botlarından birini dün kaçarken feda ettiğini hatırladı. Buradan gitmek istiyordu. Ama yalın ayak yapamazdı bunu. Artık savaş cidden de bitmişti. Ölüm alacağı kadar canı almıştı dün gece. Lanet ise kendine fazlasıyla kurban bulmuştu. Burada durmak için hiçbir sebebi yoktu artık. Aslında, buradan gitmek için pek çok sebebi vardı. Yanındaki cesetlerden birinin ayağına baktı. Yapmak istemiyordu fakat yapması gerekecekti. Yavaşça çöktü ve adamın ayağındaki botları çıkarıp kendi ayağına geçirdi. İplerini de sıkıca bağladıktan sonra tekrar ayağa kalktı. Aynı adamın kılıcını da yanına almıştı. Kendininki kırıldığı için bir silaha ihtiyacı olacaktı. Dengesini kaybedip yine yalpaladıktan sonra düşmemek için kılıcı yere saplayıp ona dayandı. Gözlerini kapatıp birkaç kere nefes aldı ve yutkundu. Çürük et ve kanın karışık kokusu mide bulandırıcıydı. Buradan olabildiğince çabuk çıkmalıydı. Bu düşüncelerle yürümeye başladı ve savaş alanını, lanetin ziyafet çektiği bu yeri terk etti.

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

KARANLIĞIN GİZEMİ

read
6.3K
bc

İNCİ TANESİ

read
11.1K
bc

Hayaletin Avukatı

read
15.9K
bc

Geyna-Layon'un Fısıltısı

read
1.3K
bc

AŞKIN KÜLLERİ [ YENİDEN DOĞMAK ]

read
7.4K
bc

ŞAHİT OLDUM!

read
4.3K
bc

Küçüğüm +21

read
92.3K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook