Bana acıyan gözlerle bakan psikololoğumun gözlerinin içine bakmaya devam ettim.
“Ne anlatmamı istiyorsunuz?” sorduğum soruyla birlikte kadının gözlerinden afallayan bir ifade geçti. Konuşmamı beklemediği oldukça açıktı.
Yüzüne anlayış dolu bir tebessüm yayıldı. “Kendinden bahset Nefescim, nelerden hoş-“ kadının sanki muhabbet ediyormuşçasına konuşmasını benim kararlı ve bir o kadar da keskin sesim bir bıçakmışçasına kesti.
“ölümü, daha doğrusu kendi ölümümü nasıl karşıladığımı mı soruyorsunuz? Yoksa şu an ne hissediyorum bunu mu merak ediyorsunuz?” yönelttiğim soru karşısında yüzündeki varlığını sürdüren tebessümünü hiç bozmadan az önce lafını kesen ben değilmişim gibi bir sakinlikle konuşmaya başladı.
“ pekâlâ, demek direkt olarak konuya giriyoruz. Öyle olsun hayatım, bana o günü anlatır mısın? Ne hissettiğini, neler yaşadığını, kısacası her şeyi anlatmanı istiyorum.”
Dalgın gözlerle kadını süzdüm. Sahi anlatacaklarım ve yaşadıklarım o günden mi ibaretti sadece? Yoksa o gün sadece bir başlangıç noktası mıydı? O günü ve ileride sebep olduklarını düşünmek bile benliğimi bir fırtınanın ortasına sürüklüyordu. Ruhum o derin fırtınanın soğuk rüzgarlarında savrulurken mavilerimi kadının gözlerine diktim.
“ o günümün ne geçmişimden ne de düşlerimdeki geleceğimden bir farkı yoktu. Yani ben öyle düşünüyordum monoton haline gelmiş sabah erken kalkma ritüeli ve sonrasında gelen servise geç kalma aşaması, her gün yaşadığım şeylerdi. Her şeyin bir önceki günü aratmayacak derecede aynı olduğu bir Perşembe sabahıydı.
4 ay önce
Ahmet amcanın her zamanki telaşıyla benim geç kalışıma hayıflanmasını dinlerken gülmemek için dudaklarımı birbirine yapıştırdım. Kesinlikle Ahmet amcayı kızdırmak çok eğlenceliydi. Ellili yaşlarda kocaman bir göbeği olan bembeyaz saçlı ve tombiş yanaklara sahip şöförümüz kızınca domotes gibi bir renge bulanıp o tatlı sesini de kızgın bir tonlama ile kullanmaya başlayınca gülmemek elde değildi.
Dudaklarımdan firar eden ufak kıkırtı ile Ahmet abi de hayıflanmayı bıraktı. Gözlerim her zamanki koltuğuma ilişince hızla o tarafa yönelerek boş koltuğa oturdum. Genelde pek fazla arkadaş çevresi olan bir kız olmamakla beraber inek sınıfının da bir üst leveline çıkmış, ineklerin gözünde bile inek tabiri ile anılmaya başlamıştım.
12. Sınıfa giden her gencin yapması gereken şeyi yapmam beni bu tabire onların gözünde uyduran en büyük etmendi. Hayatım istediğim üniversiteyi kazanıp harika bir doktor olma hedefim doğrultusunda ilerliyordu ve bundan hiçte şikayetçi olduğum söylenilemezdi.
Daldığım düşünce bulutunu dağıtan sancıyla birlikte ağzımdan çok kısık bir inleme firar etti. Ellerim hızla kafama yönelirken beynimin içinde ki iflah olmaz ağrı her saniye biraz daha artıyordu. Bu ağrıya karışan diğer bir acıya odaklanmamaya çalıştım zira tüm vücudumun içinde dolaşan karınca hissiyatı şu an düşünmek istediğim son şey bile değildi.
Saframdan yükselen derin bulantıyla birlikte arabanın içinde adeta can çekişmeye başladım. Midemdeki bulantıyı daha fazla içimde tutamayarak öğürtüler eşliğinde servisin içinde kusmaya başladım, içimde bir makasın soyut varlığını hissettirecek bir acı oluştu vücudumda.
Her öğürmemle damarlarımın içinde varlığını sürdüren makas damarlarımı acılı bir şekilde kesmeye başladı. Artık inlemelerim ufacık acılardan değil verdiğim can savaşındandı. Gözlerimden akan yaşların haddi hesabı olmazken servisi işgal eden kızların ağırlıklı olduğu çığlık seslerine karışan bir kaç küfür ve öfkeli ses duyuyordum. Önümde var olması gereken iğrenç kusmuk yerine oluşan kan gölüne baktım her öğürtümle birlikte biraz daha artıyordu.
Kendimle girdiğim bu amansız mücadelenin kaybedeni kararan gözlerim ve hissedemediğim vücudumla birlikte kapanan şuurum olmuştu.
Ne konuştuklarını anlamadığım bir kaç kişinin sesi beynimin içinde adeta yüzüyordu. Gözlerimi açmak için yaptığım bir kaç deneme gözlerimin ihaneti sonucunda başarısızlıkla sonuçlanırken, odada yükselen seslere odaklanma kararı ile amansız çabama bir son verdim. Her geçen saniye kulaklarıma gelen sesin desibelinin biraz daha artması ile rahatsızlıkla yüzümü buruşturdum. Sesler adeta beynimin içinden geliyormuşçasına bir yankıyla kulaklarıma ulaşıyor orada ise anlamsız sözcüklere dönüşüyor ve konuşulanları anlamamamı sağlıyordu. Kulağıma gelen sesler bir kaç kişinin çıkarabileceği gürültüden daha fazlası adeta odada onlarca kişi varmış ve her biri haykırarak konuşuyormuş gibi olmaya başlarken, birden üzerime bir dinginlik çöktü kulaklarım sesleri artık bir ninni gibi algılarken vücudum bu ninniye muhtaç olduğunu haykırırcasına benliğimi rahatlığa kavuşturdu.
Okyanusun derinliğinde derin bir sessizliğin hakim olduğu boşluk ruhumu kendine çekerken itiraz etmeyerek uykunun tatlı kollarına kendimi bıraktım.
Annemin hıçkırık seslerine karışan tanımadığım bir adamın sesini işitti kulaklarım “Meltem hanım lütfen, siz sükunetinizi koruyamazsanız bunu kızınızdan nasıl bekleriz” annemin diğerlerine nazaran daha yüksek çıkan hıçkırığı ile birlikte merak duygum hat safhalara ulaştı. Sorun ne olabilirdi ki annem çıldırmış gibi ağlıyordu.
Düşüncelerimi susturan ve kafamın daha fazla karışmasını engelleyen babamın sesi kulaklarıma çalındı. “az önce resmen kızınız ölecek dediniz farkında mısınız? Ve hâlâ sakin olmamızı mı istiyorsunuz! Siz kafayı yemişsiniz! Benim kızım gayet sağlıklı beyninde bir tümör olamaz! Benim kızım ölemez anlıyor musunuz doktor bey!”
belki de yaşadığım tüm kafa karışıklıkları bu cümleyi duymaktan daha az yaralayıcıydı. Bazı anlar olur nefesiniz size yetmez zaman dursun ve sadece an da kalayım düşüncesi yer bitirir içimizi. Yaşadığım her şeyin bir aldatmaca olduğunu duymak için ya da buna kendimi inandırmak için zamanın benim için akmayı bırakması lazımdı. Ben anda kalmaya çalıştıkça kulaklarımı duyduklarıma sağır etmeye çalıştıkça doktorun her bir kelimesi kafama bir balyoz etkisiyle çarptı.
“bakın Necip bey kızınız bir beyin tümörü ile yaşıyor ve hayatı tamamen yapacağımız ameliyata bağlı, ilaç ile tedavi aşamasını geçmiş maalesef ve tümörün büyüklüğü de kızınızın ameliyatı kabul ettiği takdirde çok riskli bir ameliyat sürecinin onu beklediğini habercisi olacak. Bizzat size bildirdiğim üzere kızınızın beynindeki tümör konumu itibari ile çok riskli bir yerde, bu zamana kadar anlaşılmamış olması çok büyük bir talihsizlik! Tümör beynin hafıza kısmının çoğunu işgal etmiş durumda bu da bize çeşitli zorluklar sağlayacak”
duyduklarım karşımda bir dağ gibi birikirken hazmetmem oldukça zordu. “kızınızın ameliyat olmayı kabul ettiği takdirde yaşama şansı yüzde kırk. Fakat tehlikeler sadece bununla sınırlı değil maalesef, ameliyat esnasında beynin alacağı zarardan ne kadar etkileneceğini bilmemekle beraber tahmini sonuçlarımızı önünüze sunacağız, olması muhtemel şeylerden bahsediyoruz lütfen kararınızı bunları göz ardı etmeksizin verin.” Zaman benim için kum saatini yatay çevirmişti artık olduğum zaman diliminden ayrılamayacak bir bedenin içine hapsedilmiş bir ruhtan farksız değildim.
"olması muhtemel sonuçlardan en kuvvetlisi, kızınız ameliyattan sağ çıksa bile hayatını felçli bir şekilde geçirebilir. Kızınız yüzde elli yedi ihtimalle sağ çıktığı ameliyattan sonra bir komplikasyon yaşayacak ve felç kalacak. Diğer bir ihtimalse beyninden aldığımız tümörün, beynin hafıza kısmını olumsuz etkileyeceği, beyin sürekli olarak hafızasını yenilemek veya aynı günün içinde kalmayı seçebilir buda kızınızın hayatını olumsuz etkileyecektir. En son komplikasyon ise kızınızın ameliyat sonrası hafızasını kaybetmesi geçmişini kalıcı olarak kaybedecek.”
Derin bir yutkunma sesi kapladığı odayı. Bu ses benden başkasına ait değildi. Gözlerimi yavaşça yaralayarak anne ve babama baktım. Karşımda gördüğüm silüetler her ne kadar bana yakınlarsa da bir o kadar da yabancıydılar. Yaşarsam unutacaktım peki ya ölürsem? Ölürsemde unutmayacak mıydım? Yaşamam ve ölmem arasında ne fark vardı ki. Ölüm bir son buluştu yaşam ise yaşayacağım ızdırabın başlangıcıydı. Odada ardı arkası kesilmeyen yutkunuşlarım yankılnırken, derin sessizlik azraile hoş bir karşılama sağladı.
Annem babam hatta doktor bile bir şeyler söylüyordu. Fakat duymamakta ısrarcı kulaklarım duymayı, beynim algılamayı reddediyordu. Benliğimi reddetmeyen ve dünyadan kopmamış tek uzuvlarım gözlerimdi. Onlar ise gerçeği görmeyi reddederek boş duvara bakmayı tercih etmişlerdi. Vücudum boşluğa kodlanmış bir robottan farksızken ruhum vücudumu yavaşça terk etme hazırlıklarına başladı.
İçimdeki yaşamam gereken acının yerinde derin bir boşluk varken ruhsuz bir şekilde kolumdaki serumu çıkardım. Bana seslenen insanları görmezden gelerek hız kesmeden yürümeye devam ettim. Gözümden akan yaşlar ne zaman göz pınarlarımı terk ederek kendilerini dışarı bıraktılar bilmiyorum, yağmur ne zaman yağmaya başladı veya ne ara bu kadar hızlandı bilmiyorum, aciz bedenim ne ara bir ağaca kendini yasladı bilmiyorum. Benliğim kendimi yok ederken ben hiç bir şeyi bilmemekle yetindim.
Gözyaşlarımın kimsesizliğini yok etmek istercesine yağan yağmurun altında yalnızlığımla başbaşa oturmaktan başka bir şey yapamıyordum. Derin bir nefes al, sakin ol. Bunların hepsi bir Rüya ve birazdan uyanacağım. Kendime verdiğim komutlar ve telkinler anlamı yitirmiş bir şekilde kulaklarıma ulaşırken kendi söylediklerimi yapmakta ben bile zorlanıyordum. Ben doğduğumda bana verilen isim bile benimle alay edercesine gülmeye başladı kendi ismim bile bana çok uzaktı şimdi. Nefes alamıyordum. Sahi alsam bile ne değişecekti ki! Nefesimin sayısı bile sınırlı değil miydi?
belki de ailem alacağım nefesler için bana nefes ismini layık gördüler kaderin cillesi de bu ya beni kendi ismime muhtaç etmekten hiç çekinmedi.
Ben Nefes, Nefes Yıldız. Doğduğu gün ailesinin sınırsız nefes alacağını düşündüğü şimdiyse bir nefese muhtaç Nefes. Babasının bir tanecik prensesi Nefes. Annesi için her zaman babasının kızı lakaplı bal perisi olan Nefes. Ben Nefes hayalleri, umutları en önemlisi bir hayatı olan Nefes. Şimdi yine ben Nefes, ama artık bir hiç olan nefes, varlığı bir süre sonra silinecek ailesinin ise sadece ölecek olan kızı Nefes. Herkese acı ve ızdırap çektirecek olan Nefes. Hayalleri umutları en önemlisi hayatı elinden alınmış olan Nefes. Gidişi bir heyelan gibi tümlüğü kaplayacak, geride ise bir enkazın altında kalan bir kaç damla gözyaşı bırakacak Nefes. Ben kendi adına muhtaç ölü Nefes.
Hiçliğin arasında kendi ışığını ruhu ile kaybetmiş bir kız çocuğu ve onun kimsesizliğine karışan bir kaç yağmur damlasının ıslattığı vücudu ile birlikte yaslandığı kocaman ağaca baktım ruhu uzaktan ona el sallarken, küçük kız çocuğu içinden bir yemin etti ‘bir gün seni bedenime geri hapsedeceğim ve o enkazın altında birlikte öleceğiz’ küçücük kız çocuğunun acıyla harmanlanmış sesi boşluğu hapsederken gözümde canlanan çocukluğum ruhumun acısını yaşatmamak için sıkıca benliğime sarıldı.
Ruhunu kaybetmiş bedenini çocukluğuna hapsetmiş bir kız oturuyordu şimdi ıslak sokağın gölgelediği kocaman ağacın altında. Çocukluğum bir yemin etti ben bir yemin ettim ruhumsa bize acıyan gözlerle bakmakla yetindi.
Hayatımın asla eskisi gibi olmayacağının farkında kocaman ağaca biraz daha sokuldum, kaybettiğim ruhumun yokluğunu dindirmek içindi belki de bu amansız mücadelem. Acının kıvrım kıvrım her bir hücreme yayılan varlığını benliğinde hissederken okyanusları kendinde saklayan gözlerim okyanusların kalabalığına bugünden itibaren daha fazla dayanamayacağını fısıldayarak gözlerimden okyanusları bir sel gibi taşırmaya devam ettiler.
Benliğim çürüyüp okyanuslarım kuruyana kadar göz pınarlarım beni rahat bırakmamaya yemin ettiler. Bir temmuz gecesi genç bir kızın ruhu çok yükseklere yükseldi kendini ebediyete bırakmak için son bir hamle bekliyordu yükseklerde. Bir temmuz gecesi genç bir kızın çocukluğunun yeminleri doldurdu kulakları o ruhu geri getirmek istiyordu. Gece olanlara aldırmaksızın tüm yaşanılanları karanlığı ile örttü yağmurda tüm yaşanılanları bir bir sildi gecenin karanlığından
Günümüz
Psikoloğa çevirdiğim durgun bakışlarım geçmişin acısı ile harmanlanarak onun kehribar rengi gözlerini buldu. Gözlerinde genç kızın ruhunun ölümünün gizli yası saklıydı. Ne o gülümsemeye çalıştı ne de ben.
O benim ruhumun çok uzaklara gitmesine üzülüyordu bense anlatamadıklarımın acısıyla kavruluyordum. Küçük kız çocuğu yeminini yerine getirmişti tüm o imkansızlıklara meydan okuyarak küçücük bedeniyle yapamayacağı bir şeyi yapmıştı.
Ruhum ise bunun cezasını 26 Ağustos gecesi ruhumu ebediyen terk ederek vermişti. Küçük kız çocuğu ruhunu getirmek için attığı her bir adımda sonsuzluğa bir adım daha atmıştı. Savaştığı her bir günde ise masumiyetini biraz daha kirletmişti.
Kanın kirlettiği ellerime baktım, ellerim masumiyetini yitirmişti, bakışlarım bedenim ve zihnim azraile itaat etmiş onun hazırladığı ölüm listesine bir yenilerini eklemişlerdi.
Matem havasına bürünmüş odaya baktım, ölü bir kızın yakıştığı bir odaydı. Psikoloğun acının tatlı tebessümünü bulunduran dudaklarına alayla sırıttım. Kim ölmek üzere olan bir kıza gerçek bir tebessüm gönderebilirdi ki. Gözlerim bu sefer de bana olan acıyan gözlerine çevrildi. Acıyarak baktığı bir kızın kendi yarattığı intikam oyununda aldığı canları öğrense yine böyle gülümser miydi acaba?
Gözlerimi bana asırlar gelen, bir kalp atışı kadar kısa bir süre kapattım. Bir gün herkesin gözleri ebediyete kapanacaktı elbet, benim gözlerim biraz önce kapansa ne fark ederdi ki? Kadın bu kasvet dolu hikayenin enerjisinden arınmış olsa gerek hızla konuşmaya başladı
“ peki Nefescim tedaviyi ah, yani ameliyatı 4 aydır kabul etmeme sebebin nedir?” sinirden gözlerim dolmaya başladı. Bu küçüklükten gelen bir huydu ne zaman sinirlensem anında gözlerim dolar, kirpiklerim ve sesim titrer adeta bir yarışa girerlerdi. Yarışıysa hep sesim kazanırdı bu yüzdendir ki sinirlenince konuşmakta bir hayli güçlük çekerdim.
Ellerimse her bir farklı duygum da titrerdi. Hüzün, sinir, mutluluk ve heyecan. Kadının bana ilgiyle bakan gözleri görüş alanıma girdi. Merak ediyordu. Bende meraktan nefret ederdim. İçime sinirle derin bir soluk aldım, bir tane daha ve bir tane daha. Ağlamamak için gözlerimi sıkıca kapattım bazen insanlar bencil olabiliyor ve zorunlulukları anlayamayabiliyorlardı. Bunun sonucunda ise sinirlenen ben oluyordum. Kimse ölmek için can atmazdı mecburiyetler özgürlüğe takılmış birer pranga iken yaşamak kolay mı olacaktı.
Ve ruhum sevdiğim adamın gözlerinde gömülmüş haldeyken yeter miydi gücüm onu diriltmeye, ellerim bir canın ölümünü bizzat gerçekleştirmişken dokunabilir miydi sevdiğim adama. Titrek bir nefes bıraktım matem havasının hakim olduğu odaya. Gözlerimi açarak kadının inatla üzerimden çekmediği kehribarlarına diktim.
“sanırım algılama problemi yaşıyorsun, şayet anlattıklarım arasında bunun sebebini açık açık dile getirdiğimi düşünüyorum” sinirle derin bir soluk alarak tırnaklarımı avuç içlerime sertçe bastırdım. Biraz sonra yaşanacakların habercisi olan kirpiklerim titremeye başlamıştı bile fakat durmadım davam ettim
“ doktorun bana seçim hakkı sunduğu gün ameliyattan sonra yaşayacaklarımdan veya yaşatacaklarımdan korktum. Ömrüm boyunca bir yatağa mahkum kalmak bedenimin bir toprağa hapsedilmesinden daha mı iyi veya beynimin bir günde takılı kalması? Beynimin sürekli hafızamı boşaltması? Ya da sonsuza kadar geçmişimi kaybetmem? Bunlardan hangisi daha iyi ölmekten söyler misiniz! Ben her gün ölmeye dayanamam ama bir kere ölmek kolayıma gelir hem ruhum beni sonsuzlukta beklerken burada yaşamam ne anlam ifade eder”
kadının gözlerinde okuduğum acıma duygusu benliğimi biraz daha sinirlendirdi. Bunları bana acıması için anlatmıyordum, köprüleri yıkılmış küçük kız çocuğuna yardım eden adamın ricasını geri çevirmemek için yapıyordum.
Ruhum kendisini bir gece mezarlıkta soğuk toprağın altında bulurken, küçük kız çocuğu da ait olduğu yerden atılarak ruhumun acı intikamından payına düşeni almıştı. Sinirle aldığım solukların sayısı artarken kadının gözlerinin en derinlerine baktım. Beni anlamasını istemekten vazgeçmiştim şimdi sadece yargılamasın istiyor ve susmasını diliyordum.
İçimde çığlık çığlığa bağıran hissiyatı görmezden gelerek konuşmaya devam ettim. “ben bencil bir insan olmadığımı düşünüyordum bu yola çıkmadan önce, ve ölümü seçmem de bundan kaynaklanıyordu, kendi muhtaçlığımın acısını bir başkasına çektirmektense ölmek daha mantıklı gelmişti. Şimdiyse tüm bencilliğimle karşınızda duruyorum, yok olan ruhumun intikamını bir bir katillerinden alıyorum ve ölüm artık bir mecburiyet olmaktan çıktı. Ölüm artık tek arzum ve yaşamam için de tek sebebim. Ölmeye mahkum bir kızın tek arzusunun ölüm olması çok mu acınası geldi size yoksa çok mu komik?”
bu sefer benim aksine kadın ciğerlerine derin bir nefes çekti. Karşısındaki genç kız ölümü arzularken kim ona bir cevap verebilir veya bir yardımda bulanabilirdi ki. Acınasıydım bu dünya da ruhu ölmüş her insan gibi bende acınasıydım.
“Peki Nefescim ölümü senin için bu konuma getiren şey nedir, ailene ne oldu Nefes? İçindeki bu boşluğun sebebi ne?” acı bazen tarif edilemez içine gömülürdü ne geçen süre ne de yaşadığın şeyler aldığın intikamlar acını dindiremezdi. Ben 26 ağustos gecesi kendime bir söz vermiştim.
‘acıttığın kadar acıtacağım canını, yaktığın kadar yakacağım seni’ dediğimi yaptım da. Bana ‘ belki bir gün sonsuzlukta daha mutlu bir şekilde karşılaşırız’ diyen adamı kendi sonsuzluğumda yok ettim.
Ben intikam yeminimi ettiğim gece azrail ile kumar masasına oturdum ruhum yanına aldıkları ile beni izlerken ben enkazımdan doğan kendimle birlikte yeni bir yolun ilk adımını attım. Ateşle yok olan önceki yoluma inatla ateşle attım ilk adımımı. İntikam dolu yolumun ilk adımı ateşle başladığı gibi son adımı da ateşlerin içinde son bulacaktı.
“Ölüm kendisini bu konuma getirdi ne ben bir şey yaptım ne de ruhum, ölen bedenler içinde ölüm kendisini bir arzuya dönüştürdü.”
Gözlerim geçmişin acısı ile başedemeyip birkaç damla yaş düşürdü. Göz yaşlarım gülümsememe sebep olurken aklıma doluşan cümleler her bir saniye de göz yaşlarıma biraz daha hız kazandırdı. ‘Gülümse, ne zaman ağlayacak olsan gülümse diğer türlüsü benim canımı sıkıyor’ bana bunları söyleyen adam tüm gülümsemelerimin yok oluşunu kendi gözleri ile izlemiş, acıdan attığım delice kahkahaları kulaklarıyla duymuştu.
Verilen her bir söz bozulmuştu o gece. Ne o bana verdiği sözleri tutabilmişti ne de ben ona verdiğim sözleri tutabilmiştim.
Ben Nefes Yıldız, geçmişini 26 Ağustos gecesinde bir mezarlıkta kaybetmiş, ruhu o mezarlıkta katledilmiş Nefes Yıldız. İntikamı ölmüş ruhu için isterken öldürdüğü bedenlerle yaşadıklarının bedelini ödetmiş küçük kız çocuğu. Omuzlarım bile taşıdıkları yüklere dayanamayıp çökerken ruhum nasıl hayatta kalacaktı ki.
Geçmişim imkansızlıklarla dolu karanlık bir kuyuydu, ben imkansızlıkları tek-tek başarmış Nefes Yıldız’dım ve ben bir imkansızın gözlerine yenilmiş küçük bir kız çocuğuydum da.
Dışarıdan gelen ayak sesleri ile kafamı kapıya çevirerek psikoloğa onu daha fazla dinlemeyeceğimi gösterdim. Gelen ayak sesleri artık kalkmam gerektiğinin habercisiydi ve bir kaç saniye sonra çalan kapı tahminim doğruluğunu kanıtlar nitelikteydi.
Yüzümde yorgun bir gülümseme yeşerirken bu gülümsemenin sahibi ile kapının ardından göz göze geldik. Karşımda duran adam yok olan köprülerimin ve yolumun enkazından beni kurtararak köprülerimden düşmemek için bana güvenli ellerini uzatmıştı. O köprüden kurtardığı ben ve küçük kız çocuğu ile yepyeni bir yol yaratmıştı yürüyeceğim hiç bir adıma karışmayarak yarattığı güvenli yolu bana armağan etmişti. Şimdi ise beni bambaşka bir yola davet ediyor korkmamam içinse güvenli ellerini uzatıyordu