5. BÖLÜM ANLAŞMA 4/3

2635 Words
Evan, kamyonetin sürgülü kapısını hafif bir gıcırtıyla kapattıktan sonra birkaç adım geriye çekildi. Sessiz adımlarla aracın yan tarafına ilerledi ve bedenini soğuk metal yüzeye yasladı. Bu hareketin basitliğinde bile bir kararlılık, bir denge vardı. Sanki bulunduğu yerin tam merkezinde duruyormuş gibi, ne bir adım geri ne de ileri... Kollarını göğsünde birleştirdi; bu basit jest bile sakinliğinin bir uzantısıydı. Üzerinde ne bir tedirginlik ne de bir huzursuzluk izi vardı. Etrafında olan hiçbir şey, ona dokunamıyormuş gibi görünüyordu. Ancak, bir an için başını çevirip doğrudan bana baktı. Gözlerimiz buluştuğunda, içimdeki bütün savunmalar bir anda tetiklendi. O koyu kahverengi gözlerinin derinliklerinde korkuya dair en ufak bir iz bile yoktu. Bu bir teslimiyet değildi. Yüzünde “her ne olacaksa olsun” diyen bir yorgunluk değil, tam tersine, sarsılmaz bir dinginlik vardı. Gücüne güvenen birinin huzuruyla bakıyordu bana. Öylece, sessiz ama meydan okurcasına. İçimdeki öfke, Evan’ın bu donuk sakinliğiyle daha da büyüdü. Kalbim, kaburgalarımın içinde sertçe çarparken, onun yüzündeki kontrol ifadesi daha da sinir bozucuydu. Sanki onun varlığı, tüm olanları başlatan kıvılcım değilmiş gibi duruyordu. Alfa olabilir, ama bu ona mutlak üstünlük hakkı vermezdi. En azından bana değil. Elias, gerilen havayı fark etmiş gibi birkaç adım yana kaydı. Aramıza girdiğinde, sanki görünmez bir bariyer örüldü aramıza. Evan yerinden kıpırdamadı, sadece kollarını göğsünden indirerek doğruldu. Her hareketi zamana karşı işlenmiş gibiydi, acele yoktu, gereksiz bir telaş da… Varlığının ağırlığı o kadar yoğun hissediliyordu ki, etrafındaki hava bile daha ağır gibi geliyordu. “Her şey bu kadar zor mu olmalı gerçekten?” dedi Elias. Sesi önceki soğukkanlı duruşunu yansıtır gibi sakin ama ölçülüydü. “Mary, yıllardır buradasın. Her iki taraf da anlaşmaya sadık kaldı. Ama son zamanlarda... sınırlar bulanıklaştı. Sen neredeyse bir insanı öldürüyordun. Bizse, bir wampirin şehre girişini bile fark etmedik.” Sözlerinin arasına sıkışmış sessizlik, havayı bıçak gibi kesiyordu. Elias yumuşak konuşuyordu ama her kelimesi taş gibi ağırdı. Sözleri, hedef gözetmeden hem bana hem Evan’a yönelmişti. İkimiz de bu dengenin bozulmasında bir şekilde sorumluyduk. Evan, sürüyü yanlış yönlendirmişti. Ben ise, içgüdülerimle hareket ederek işleri daha da karmaşık hale getirmiştim. Ama en azından ben dürüsttüm — kimseyi kandırmıyordum. Evan hiçbir şey söylemedi. Elias’ın arkasında hareketsiz durdu, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıvrım oluştu. Bu durumu komik mi buluyordu? Yoksa Elias’ın sözlerinin etkisini küçümsüyor muydu? Öfkem içimde alev gibi kıvılcımlandı. Soğuk havaya rağmen, avuçlarımın içinde ısı yükseliyordu. Sözlerim sertçe döküldü dudaklarımdan. “Bir insanı öldürmeye yaklaşmak mı?” dedim. Sesim netti ama altında kırılgan bir öfke titreşiyordu. “Bu biraz fazla dramatik değil mi sence de? Evet, işler planladığım gibi gitmedi. Ama her şeyi benim üstüme yıkmak da kolay. Özellikle de, bir yabancı vampirin Frost’un sınırlarını bu kadar kolay aşabildiği bir durumda...” Tam o sırada Evan, ağır adımlarla Elias’ın hizasına yürüdü. Adımları ölçülüydü, yere kök salmış gibi sağlam. Gözleri, her zamanki gibi dikkatliydi; ama içinde yanan alaycı bir kıvılcım vardı. Gözlerini üzerime dikti, ses tonu ne yargılayıcı ne de özür dileyiciydi — aksine, fazla nötrdü. Neredeyse umursamaz. “Mary,” dedi adımı yavaşça telaffuz ederek. Sanki bir şey söylemeden önce ortamı tartıyor, tepkimi ölçüyordu. “Sana saldırmamızın ve seni takip etmemizin sorumluluğunu alıyorum. Bunun için üzgünüm... Ama senin de ateşe benzin döktüğün bir gerçek. Vampiri takip etmemeliydin. Biz gerekeni yapardık. Sen yüzünden dikkatimizi dağıttık, hedefi kaçırdık.” Sözlerinin sonunda içimdeki öfke, sabır sınırımı paramparça etti. “Benim yüzümden?” dedim, sesim yükselmişti. Kalbim, öfkeden daha da sert atmaya başlamıştı. “Siz yabancı bir vampiri içeri sızdırıyorsunuz, sürüyü peşimden salıyorsunuz ama her şey benim suçum, öyle mi? Ben sadece olanlara tepki verdim! Annemi korumak için... O an yapmam gerekeni yaptım. Eğer ortada kontrol edemediğiniz bir tehdit varsa ve bunu durduramıyorsanız, o sorunu ben çözerim!” Evan tam cevap vermek üzereydi ki, Elias araya girdi. Yüzü artık o sakin ifadesinden uzaktı. Gözlerinin kenarındaki çizgiler gergindi. “Yeter,” dedi. Bu kez sesi kararlı ve sertti, sabrı taşmak üzere olan birinin tonuyla. “Hepimiz şu an suçlu arıyoruz ama bu, bizi çözümden uzaklaştırıyor. Sakinleşmemiz gerek. Eğer kendi içimizde çözüm bulamazsak, çok daha büyük felaketler baş gösterir. Mary, vampiri bulacağız. Anlaşma hâlâ geçerli, bunu unutmamalıyız.” “Şimdilik,” diye mırıldandım. Sesim duyulmayacak kadar alçak değildi ama Elias duymamış gibi yaptı. Kısa bir sessizlik çöktü etrafa. Evan, Elias’ın sözlerini bir emir gibi değil, bir teklif olarak değerlendirmiş gibiydi. Başını çok hafif bir şekilde salladı, ama gözlerini yine bana çevirdi. Aramızda geçen o bakış, sessiz ama ağırdı. Sara’nın bu çocuğa nasıl ilgi duyduğunu aklım almıyordu. O sakinlik, bana göre sadece bir maske, bir manipülasyondu. Elias nihayet biraz rahatlamış görünüyordu. Ancak ben hâlâ içimde kıpırdayan tedirginlikle baş başaydım. Burnuma gelen keskin koku birden mide asidimi harekete geçirdi. Kurtların o yoğun kokusu, istemsizce ağzıma acı bir tat getirdi. Midem kasıldı. Bu sadece tiksinti ya da öfke değil, fizyolojik bir tepkiydi. Evrimsel, içgüdüsel... Annem tam o sırada yanıma geldi ve kolumu sıkıca kavrayarak beni yine geriye doğru çekmeye başladı. “Mary, lütfen.” Anneme yanaştım. Elias’a bakarken, onun ve sürüsünün içinde bulundukları durumu hissedebiliyordum. O polisti, annem doktordu ve Harry kasaba şerifiydi bu kadar basitti. Ama biz normal olan anormal bir hayat yaşıyorduk. Her şey çok daha karmaşık ve tehlikeliydi. Bulunduğumuz durumun karmaşıklığı her an kendini hissediliyordu. Burada işler hiçbir zaman basit değildi; her kararın, her hareketin, her sözün ardında çok daha derin ve tehlikeli bir anlam yatıyordu. Kurtlar benim türümün doğal düşmanıydı. Beni topraklarında kabul etme sebepleri ise melez yarı insan olmamdı. İçinde bulunduğumuz dünya, sıradan insanların bildiği hayattan çok daha farklıydı. Yüzeyde normal görünen şeylerin altında her zaman gizli bir mücadele, bir güç savaşı ya da ölümcül bir tehdit saklanıyordu. Normal bir hayat yaşamaktan bahsetsem de dış etkenler her zaman hayatıma müdahil oluyordu. Sessizlik fazla sürmeden Elias yeniden konuştu . “O vampirle ilgili bir şeyler öğrenmemiz çok uzun sürmeyecek. Kokusu aklımıza kazındı,” dedi. “Önceliğimiz bu olacak. Frost’u koruyacağız ve bu bir daha yaşanmayacak.” “Teşekkür ederim Elias. Minnettarım.” dedi annem Vanessa. Diplomatik ve ara bulucu gibi davranıyordu. “Ama, buraya kadar zahmet etmenize gerek yoktu. Harry nasıl oldu?” Elias bir an duraksadı, annemin sorusunu ciddiyetle ne cevap vereceğini düşünmesi yüzünden belliydi. “Harry hızlı iyileşiyor,” dedi sonunda, sesi kararlıydı. “Kolu iyi ama kaburgalarının kaynaması zaman alacak. Yine de iyi ve ev yaşamı ona göre değil. Bunu anlamış olduk.” Tanrım, Vanessa bana iyi olduğunu söylemişti! Başımı eğerek sessizce dinledim. Utanıyordum. Annem başını onaylarcasına eğdi ama yüzünde hafif bir gerginlik vardı. “Ağrıları için narkoz vermeye devam edeceğim. Neyse ki kurtlar olağandan daha hızlı iyileşiyor,” dedi yumuşak ama net bir tonla. “Ve bir daha sizin meselenize karışmamızı istemiyorsanız, anlaşmanın size düşen kısmını yerine getirmeye devam edin.” Evan, Elias’ın arkasında sessizce duruyordu. Gövdesi dimdik, ifadesi ölçülüydü ama annemin sözleriyle gözlerini fark edilir şekilde devirdi, ardından başını kısa bir onay hareketiyle salladı. Bu küçük jest, sabrının sınırında olduğunu ama yine de kendini tuttuğunu gösteriyordu. “Elbette, Bayan Fox,” dedi sonunda. Sesi nazik olmasına rağmen içinde ince, iğneleyici bir alay gizliydi. Tonlaması, tam anlamıyla sınırda kalmayı başaran bir saygı ile hafif küçümsemenin arasında gidip geliyordu. “Bir daha böyle bir şey olmayacak. Buna izin vermeyeceğiz.” Evan’ın bu gözdağı veren sözleri havaya yeni bir gerilim yükledi. Boşlukta asılı kalan bu cümle, hem bir teminat hem de gizli bir tehdit gibiydi. Ortamda ince bir huzursuzluk dalgası yayıldı. Elias, Evan’a döndü. Ağzını hafifçe aralayarak araya girmek ister gibi oldu ama annem, her zamanki gibi kontrolü eline almakta gecikmedi. Elias’a konuşma fırsatı bile vermeden sözü keskin bir zarafetle devraldı. “Anlaştığımıza memnun oldum,” dedi, yumuşak ama içinde durdurulamaz bir otorite taşıyan sesiyle. “Kurtlar ve... kızım gibi olanlar arasında yeterince savaş yaşandı. Frost’un barış bölgesi olarak kalması gerekiyor. Aksi takdirde kurt dönüşümlerinde kırılan kemiklerinizi yerine kim oturtacaktı, sizce?” Sözlerinin sonunda dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Bu, gerginliğe rağmen ortamı yumuşatmaya çalışan bir nezaket jestiydi. Ama altında net bir mesaj yatıyordu: *Biz size lazımız.* Evet, anlaşma iki yönlüydü. Kurtlar bize topraklarında yaşam hakkı tanımıştı, çünkü artık kontrol edilebilir ve insani bir hayat tarzı sürdüğümüzü kanıtlamıştık. Bunun karşılığında biz de onlara uzun süredir eksikliğini çektikleri tıbbi desteği sağlıyorduk. Bu bölge, iki tarafın da ihtiyaçlarını gözeten ince bir dengede duruyordu. Kurtlar bizim sayemizde ölüm yaşamıyordu, yaralarını daha hızlı sarıyor, enfeksiyonlara karşı korunuyorlardı. Annem—Doktor Fox—yalnızca yaraları sarmakla kalmamıştı; bodrum katındaki laboratuvarda doğum bile yaptırmıştı birkaç kez. Kırıklar, kan kayıpları, hatta bazen tüberküloz gibi ölümcül hastalıklarla mücadele etmişti. Gerçek anlamda sürünün doktoru olmuştu. Elias, annemin sözlerinin ardından derin bir nefes aldı. İçinde saygı ve minnet taşıyan bir ifadeyle ona baktı. “Yardımlarınız için size minnettarız, Doktor Fox,” dedi. Sözleri içtendi. Gözlerinde, geçmişte yaşanmış zorlukların ve annenin o anlarda ne denli büyük bir fark yarattığının yansıması vardı. “Bu asla değişmeyecek.” Evan bu sırada hafifçe gülümsedi, ama bu gülümseme bir teşekkür ya da kabullenme taşımıyordu. Dudaklarının kıyısına yerleşen ifade, daha çok Elias’ın cümlesini eğlenceli buluyormuş gibi bir alaya sahipti. Soğukkanlılığı hâlâ yerindeydi ama söyleyecekleri havadaki dengeyi yeniden bozmak için yeterliydi. “Elbette,” dedi, sesi bir gölge gibi düşmüştü önceki gerginliğin üzerine. Sonra bakışlarını yeniden bana çevirdi. Gözleri gözlerime kilitlenmişti, sözleri ise hedefini şaşırmadan geldi. “Keşke babam hiç yaralanmasaydı... Gerçekten, buna gerek kalmazdı. Mary kendini tutabilseydi—” Sözleri tamamlanamadan, Elias bir anda hareket etti. Gülümsemesini bozmadan Evan’ın ensesini kavradı ve başını öne doğru eğerek onu istemsizce aşağıya bastırdı. Hareket sertti ama aralarında bir şiddet değil, alışılmış bir kardeşlik dinamiği vardı. Sanki bunu daha önce de yapmıştı. Evan direnmedi, yüzü asıldı ama Elias’ın kolunun altına sıkışırken çıkardığı iç çekiş daha çok çocukça bir homurtuya benziyordu. “Sus artık, Evan,” dedi Elias. Sesi yumuşaktı ama içinde açık bir uyarı taşıyordu. Sakin kalmaya çalışan ama patlamadan önceki o son perde gibiydi. Elias, Evan’dan hem daha uzundu hem de daha yapılıydı. Ona göre kaba saba bir görünüme sahipti ama o görünüşün ardında neredeyse babacan bir nezaket gizliydi. Eğer bu sahne bir tiyatro olsaydı, Elias şüphesiz iyi polis olurdu — dengeli, uzlaştırıcı, birleştirici. Evan’ın başını kolunun altına sıkıştırmış bir şekilde sırıtmasıyla, Elias dönüp bana baktı. “Kendini kötü hissetme, Mary,” dedi. Bu sözlerinde gerçekten bir teselli niyeti vardı. Belki de kendi hatalarının farkındaydı ya da sadece bir taraf seçmek istemiyordu. Her ne olursa olsun, bu sözler gerilimi biraz olsun dağıtmıştı. Omuzlarımı silktim, içimdeki duygular birbirine karışmıştı. Utanma yoktu. Öfke hâlâ içimde sessizce fokurduyordu ama artık ifadesini bulacak bir yer kalmamıştı. Yüzüm ifadesizdi. “Hissetmiyorum,” dedim, sesim durgundu. Gözlerim, sırayla her ikisine kaydı. Elias’a kısa bir bakış, Evan’a ise uzun ve keskin bir bakış. Sessizlik, bu kez anlam yüklüydü. Söylenecek çok şey vardı ama artık hiçbirini söylemek istemiyordum. Evan, Elias’ın baskısına karşı koymaya çalışsa da fazla hareket edemedi, yüzünde hafif bir memnuniyetsizlikle başını geri çekmeye çalıştı. “Bırak beni,” diye homurdandı. Ancak Elias, bu hamurdan yapılmışçasına rahat tavrını sürdürerek, Evan’ın boynunu biraz daha sıktı. “Diline hakim olmayı öğren, Evan. Hepimiz zor zamanlardan geçiyoruz, ama suçlamak kolay yoldur,” dedi. Ses tonu sakin olmasına rağmen, altında bir uyarı saklıydı. Evan, Elias’ın elinden kurtulmak için hafif bir çaba gösterdi ama sonunda pes etti ve ellerini kaldırarak teslimiyetini belli etti. “Tamam, tamam, bıraktım,” dedi, bıkkın ifadeyle. “Özür dilerim Mary. Oldu mu?” Elias, onun ensesini yavaşça bıraktı ve hafifçe sırtına vurdu, bu hareketin dostane mi yoksa uyarı amaçlı mı olduğu belirsizdi. “Evan her zaman böyle kaba değildir, merak etme,” dedi Elias, bu kez bana dönerek, sıcak bir gülümsemeyle. “Genellikle...” diye ekledi, Evan’a bir bakış atarak. Evan gözlerini devirdi ve kamyonete yaslandı, kollarını göğsünde bir kez daha bağlayarak yeniden sessizliğe gömüldü. Yine de, bakışlarının beni izlediğini hissetmek zor değildi. Belki hak ediyordum. Sonuçta Harry’yi fena hırpalanmıştım. “İnan bana yedi yüz yıllık hayatımda daha kötülerini gördüm.” diye mırıldandım. “Bir çocuğun sözleri beni incitemez.” Evan, sözlerime karşın bir şeyler söylemek ister gibi göründü ama Elias, bu kez keskin bir bakışla onu susturdu. “Anlaşmamı pekiştirmek güzel oldu. Sürü bundan memnun olacak,” dedi, sesi ciddi ve otoriterdi. Elias doğrudan bana baktı ve gülümsedi. “Seni de okula bırakabiliriz Mary. Aynı yöne gidiyoruz. Bizim için sorun olmaz.” “Kızımızı ben götürmeyi tercih ederim,” dedi Vanessa, sesinde belirgin bir sahiplenicilik vardı. “Onunla konuşacağım özel meseleler var.” Elias başını eğdi, yine de nazik bir şekilde gülümseyerek, “Elbette Doktor Fox.” dedi. Ardından Evan’a döndü. “Binde seni okula bırakayım.” Evan, bir anlık duraklama yaşadı. Gözleri hâlâ bizim üzerimizdeydi; bakışları sorgulayıcı, çözümlemeye çalışan bir keskinlik taşıyordu. Ama bu yalnızca birkaç saniye sürdü. Sessizce Elias’a döndü ve başını belli belirsiz, neredeyse görünmeyecek kadar hafif bir şekilde salladı. Elias, Evan’la kurduğu bu kısa ama yoğun göz temasıyla onun ne hissettiğini anlamış gibiydi. Sanki kelimelere ihtiyaçları yoktu—sessizlik aralarındaki dili konuşuyordu. Ardından Elias, yavaşça kamyonete yöneldi. Kapısını açarken metalin tok sesi, çevredeki soğuk havaya karıştı. Eski koltuğuna oturduğunda bir an durdu, elleri direksiyonda bekledi. Son kez bize dönüp kısa bir baş selamı verdi. Ardından Evan’ın yanında yerini aldı. Kapılar kapandı. Kamyonetin motoru çalıştığında, o tanıdık uğultu kasabanın sabah sessizliğini keskin bir bıçak gibi yararak içimize işledi. Bir zamanlar dingin olan o küçük kasaba, bir anda başka bir şeyle – sürüklenen bir belirsizlikle – doldu. Kamyonet hızla uzaklaşırken, etrafımıza ağır bir sessizlik çöktü. Annem, ağır adımlarla SUV’un yanına geldi. Gözleriyle aracı işaret etti, konuşmadı. Bu bakış, kelimelere ihtiyaç duymayan bir emirdi. Saniyeler içinde kapı açılmıştı bile; ben çoktan koltuğa oturmuştum. Ardından annem de sürücü koltuğuna yerleşti. Derin bir iç çekişle kapısını kapattı ve hiçbir şey söylemeden motoru çalıştırdı. Araba ağır ağır hareket etmeye başladığında, sanki ikimiz de farklı yerlerdeydik. Aynı arabanın içinde olmamıza rağmen, ruhlarımız bambaşka yolların yolcusuydu. Yolculuk boyunca bir kelime bile konuşulmadı. Sessizlik, her geçen dakika biraz daha büyüdü, genişledi ve ağırlaştı. Annem direksiyona sıkıca tutunmuştu. Gözleri, önümdeki yola kenetlenmişti. Ne radyoyu açtı ne de bana dönüp bir bakış attı. Sanki direksiyon ve yol dışında hiçbir şeye ait değildi. Varlığı, sadece bu arabanın içindeki hareketin bir parçası gibiydi. Dış dünya, onun için geçici bir fondu. Kasabanın dönüşleri, yolun kıvrımları, çatlamış asfaltın titreten sesi... Hepsine alışkın olduğu hâlde, bu sefer daha temkinli, daha dikkatliydi. Belli ki zihni başka bir yerdeydi ama bedeni buradaydı – görev bilinciyle, otomatik bir akışta. Ben ise pencereye yaslanmış, dışarıyı izliyordum. Gözlerim her ağacın, her kayanın üzerinden geçiyor; ama zihnim çok daha derin bir yolculuğa çıkmıştı. Rüzgâr, camın ardından süzülürken kulaklarımda ince bir melodi gibi çınlıyordu. Kısa, kesik, neredeyse dokunulmaz bir müzik. Gökyüzü, kalın bulutlarla örtülmüş gri bir perde gibiydi. Güneşin varlığı yalnızca silik bir parlaklıkla hissediliyordu. Ormanın derinlikleri, griyle yeşilin arasında sıkışmış bir sonsuzluk hissi veriyordu. Issız köşeleri izlerken, içimde tanımlayamadığım bir gerginlik kıpırdanıyordu. Her ağaç, her boşluk, her gölge bana bir şey anlatmak ister gibiydi. Sanki doğa bile Sara’nın sessiz çığlığıyla titreşiyordu. Onun kayboluşu, bu yolların belleğine kazınmış gibiydi. Yolun kenarındaki taşlar, zamanın unuttuğu kadar eskiydi. Kırılgan, dağınık ve geçmişin izlerini taşıyordu. Arabanın geçtiği her adım, dışarıdaki sessizliğe bir çizik atıyor gibiydi. Manzara sürekli değişiyordu ama her şey aynıydı. Yabancı ama bir o kadar da tanıdık. Ve ben, bu yabancılığın içinde kendimi, geçmişte bıraktığım bir hayatı arıyor gibiydim. Orman, yavaş yavaş seyrekleşmeye başladığında, taş evlerin ve ahşap çatılı yapıların siluetleri ortaya çıktı. Frost’un kuzey ucuna varmıştık. Gözlerim, yeniden bildik manzaralara çevrildiğinde içimde tanıdık bir sıkışma hissettim. Sanki kalbim bir an duraksadı. Burası... burası bir zamanlar bana ait olan yerdi. Çocukluğumun, kahkahalarımın, ilk umutlarımın geçtiği yer. Ama şimdi, her şey birer hayal gibi... eskimiş, solmuş ve anlamını yitirmişti. Okulun önüne vardığımızda arabamız yavaşladı. Yüksek duvarlar, pencereler, oyun alanı... Hepsi tanıdıktı ama artık beni içine almayan bir dünya gibiydi. Annem hiçbir şey söylemeden durdu. Direksiyonun başında dimdik, gözleri ileriye bakıyordu. Motorun sesi kesildiğinde, sessizlik bir kez daha üstümüze çöktü. Derin bir nefes aldım. İçimi yakan ama dışarıdan belli olmayan bir çaresizlikle camdan dışarıya baktım. Dışarıdaki dünya, yerli yerindeydi—ama ben artık oraya ait hissetmiyordum. İçimde bir şeyler kopmuştu. Her şey yerli yerindeydi, evet. Ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Araba park ettikten sonra, annem yavaşça başını çevirdi. “Maryinn,” dedi, sesinde garip bir sertlik vardı. “Dediğimi unutma iraden güçlü, kendine hakim olabilirsin. Seni seviyorum tatlım.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD