1. KISIM MARY FOX 1.BÖLÜM SARA GİTTİĞİNDE
SOĞUK KALPLER
1. KISIM MARY FOX
1. BÖLÜM
SARA GİTTİĞİNDE
Soğuk kalpler kadar soğuk bakışlara sahiptim. İçimdeki donukluk, gözlerimin ardında yavaş yavaş kırağıya dönüşmüş, dokunduğu her duyguyu susturmuştu. Buzdan duvarların içinde yaşadığım Frost kasabasında, sıradan ama fırtınalı bir gündü. Gökyüzü griydi, bulutlar birbirine sürtünüyor gibi görünüyordu; sanki az sonra bütün kasaba onların öfkesine teslim olacaktı.
Pencerenin köşesindeki küçük oturma alanında, minderlerin arasına gömülmüş halde oturuyordum. Sırtımı duvara yaslamıştım, ellerim çay bardağını sarmalıyor ama parmak uçlarım hâlâ üşüyordu. Camın dışında hava giderek ağırlaşıyor, koyu bulutlar ufka çöreklenmiş bir tehdit gibi ilerliyordu. Rüzgarın sesi, önce bir fısıltı gibiydi — sonra giderek tırmandı, pencereme çarpan darbeleriyle kendini hissettirdi. Her esinti, camı sarsıyor, evin ahşap duvarlarını inceden titretiyordu.
İlk yağmur damlaları, yorgun toprakla buluştuğunda, sanki yer bile bu dokunuşu özlemiş gibi hemen suyu emdi. Ardından gökyüzü çatırdamaya başladı; sanki koca bir levha ikiye ayrılıyordu yukarıda. Kulaklarım uğultuyla dolmuştu. Esintiyle birlikte gelen sesler, öyle yakındı ki… sanki penceremin hemen ardında doğa kendi dilinde haykırıyordu.
Ve sonra, aniden patlayan bir gök gürültüsü... Öyle şiddetliydi ki, sadece evi değil, kasabanın tamamını titretti. Bu sesle birlikte her şey durdu. Sanki doğa, kendi çıkardığı gürültüden bile ürkmüş ve kendini susturmuştu. Rüzgar bile bir anlığına nefesini tuttu. Kasaba sessizliğe gömüldü. Derin, uğultusuz, ağır bir sessizlik… Hemen ardından sesler duyulmuştu.
Köşede oturan genç evli çiftin yeni doğan bebeği birden ağlamaya başlamış, karşı komşumuz yaşlı Bayan Martin çay içtiği sırada fincanını düşürüp kırmış ve hizamızda yaşayan huysuz eski emekli bir savcı olan Bay Wilson mızmızlanıp homurdanmıştı. Rüzgar, ağaçların dallarını hışırdatıyor, yaprakları savurarak dans ettiriyordu. Yağmur her saniye hızla şiddetleniyor, büyük damlalar yere çarptığında küçük su birikintileri oluşturuyordu. Sokak lambalarının solgun ışıkları, yağmur damlalarının arasında titrek bir şekilde parlıyor, gölgeler suyun içindeki yansımalarla birleşerek tuhaf şekiller oluşturuyordu. Oturduğum yerden odamın baktığı sokağı rahatlıkla görebiliyordum.
Evlerin çatılarında ve pencerelerinde yağmurun ritmik sesi yankılanıyordu. Cadde boyunca uzanan kaldırım taşları, suyla kaplanmış ve parlıyordu. Yağmur, şiddetli rüzgarla birleştiğinde, sanki gökyüzü yeryüzüne doğru eğilmiş ve tüm öfkesini boşaltıyormuş gibi bir his uyandırıyordu. Kafamın içi gibi hissettiriyordu. Şimşekler, gökyüzünü anlık aydınlatıyor, ardından gelen gök gürültüsü kulakları sağır edercesine patlıyordu.
Her şimşekte, karanlık anlık bir ışıkla aydınlanıyor ve ardından tekrar kasvetli karanlığa gömülüyordu. Fırtınanın ortasında, doğanın gücünün karşısında insanların ne kadar küçük ve çaresiz olduğunu hissettim. İnsanlar zayıftı. Kasabanın merkezinde, bulunan iki katlı küçük evimizdeydim. Pencerelerin camını buğu yapan nefeslerim eşliğinde sokağı izliyordum. İçerideki soğukluk ve sessizlik, dışarıdaki kaosun daha sakin haliydi.
Fırtınalı havaları… eskiden çok ama çok severdim. Bahçemizden sonra başlayan, gri sislerin ve yosun kokusunun saklandığı o küçük ormana atlardım. Toprak ayaklarımın altında yumuşardı, dallar ıslanır, üzerimden su damlaları dökülürdü ama ben gülümserdim. Yağmurda koşmak… rüzgarla yarışmak gibiydi. Saçlarım uçar, tenimde suyla karışık bir özgürlük duygusu dolanırdı. Islanmayı umursamaz, tam tersine o damlaların üzerimde bıraktığı serinlik hissini severdim.
Ama kız kardeşim… o bambaşkaydı. Fırtınalı gecelerden korkardı. Her gök gürültüsünde yatağında sıçrar, ince omuzları titrerdi. Benim için heyecan verici olan o geceler, onun için bir kabustu. Onu rahatlatmak için bazen elini tutar, bazen saçlarını okşardım. En sonunda, aynı yatağa kıvrılırdık; birbirimize sokularak uyurduk. Ben, onun kalp atışlarını dinlerdim, oysa o benimkine sığınırdı.
Ama o gittiği — ya da doğru kelimeyle, kaybolduğu — günden beri… bu fırtınalı günlere tahammül edemez olmuştum. Bir zamanlar özgürlük gibi gelen yağmur, artık içime işleyen bir ağırlığa dönüşmüştü. Her damla, eksik bir parçayı hatırlatıyor. Her rüzgar esintisi, onun sesiymiş gibi yanıltıyor beni.
Battaniyemin altına biraz daha sokuldum. Kumaş, soğuğu kesmiyordu ama başka bir şeyin eksikliğini örtüyordu sanki. Başımı yavaşça çevirdim ve yanağımı buğulu pencereye yasladım. Cam soğuktu. Dışarıda yağmur aralıksız yağıyor, damlalar camdan aşağı izler bırakıyordu.
Yağmurlu günlerden nefret etmemin ikinci bir sebebi daha vardı. Astığım kayıp ilanlarını mahvediyordu. Bu havalarda perişan olurlardı. Sokak lambalarına, otobüs duraklarına, kasabanın girişine astığım o ilanlar… yağmurda çözülür, mürekkebi akar, kâğıt yavaşça yüzeyden soyulurdu. Sanki her biri, onunla ilgili hatıralarım gibi silinirken ben hiçbir şey yapamıyordum. Her yağmur, bir izini daha siliyordu. Kokusunu, toprağa gerisinde bıraktığı ayak izlerini....
Elim yerçekimine yenik düştüğünde kız kardeşim ve bana ait olan bir çerçevenin elimden kaydığını anlamamıştım. Son anda yakaladığımda çerçevenin fotoğraf tarafı dönüktü. Çerçeveyi iki elimin arasında sıkı sıkı tuttum. Fırtınalı akşamlar bana iki şeyi çok net hatırlatırdı; Birincisi Sara ile son saçma kavgamızı, ikincisi ise onun kaybolduğu akşam üstünü. Sinirle soludum ama son kavgamızı detaylıca düşünmeden edemiyordum. Her ayrıntı canımı yakıyordu. Kaybolduğu gün gitmesine izin vermeseydim, özür dileseydim, onunla gitseydim bir şeylere engel olabilir miydim diye düşünmeden edemiyordum. Gözlerimi kapatmam, keskin hafızamın o lanet akşamı gözlerimin önünde sahnelemesi için yeterdi.
“Mary.” Sesi yalvarırcasına çıkıyordu. Gözleri bitkindi. “Yemin ederim ki bilerek yapmadım. Özür dilerim Mary.”
“Özür dilemen hatanı telafi etmiyor Sara.” diye tısladım. Elimde tuttuğum kırık çerçeveyi gözüne sokarcasına gösterdim. Diğer elimde babamla olan çekindiğimiz son fotoğraf vardı. “Sana eşyalarıma dokunma demiştim. Sakarsın ve her şeyi kırıp dökersin. Bu çerçeve benim için önemliydi. Ona aldığım son babalar günü hediyesini mahvettin.”
Sara’nın dolu dolu olmuş gözleri daha fazla dayanamadan taştı. “Özür dilerim Mary.” Yanaklarına akan yaşlar çenesine kadar süzülüyordu. “Özür dilerim.” Artık sadece diyebildiği iki kelime buydu.
“Kızlar.” diye annemiz Vanessa çıkageldiğinde, ben öfkeyle soluklanıyor, Sara ise burun çekiyordu. “Sesiniz aşağı kattan duyuluyor. Sorun ne?”
Vanessa hala anestezi kokuyordu. Keskin hastane kokusu ve birazda kan kokusunu soluyabiliyordum. “Bak.” dedim sadece anneme çerçeveyi gösterip.
“Bu kötü olmuş Mary ama kavga sebebiniz bu mu cidden?” diye sordu, tek kaşını kaldırıp, “Onarabiliriz.” Vannessa, Sara’nın arkasına geçip ellerini onun omuzlarına yerleştirdi. “Kız kardeşinin kalbini kırmaya değmez.”
Annem tarafını belli etmişti. Şaşırmamıştım.
“Babama son hediyemi mahvetti o.” Öfkeden ve birazda hayal kırıklığından gözlerim dolmuştu. “Onu uyarmıştım anne ama o yine bildiğini okudu.”
Sara, “Mary haklı anne.” dedi hıçkırıkları arasından. “Lütfen. O haklı.”
Soğukça gülümsedim. “Peki, drama kraliçesi şimdi ne yapacaksın? Yeni bir sakarlık mı? Belki de aile albümlerini sakkırpıştırdımAnnem ortamıza geçerek, bir elini benim, diğer elini Sara’nın omzuna koydu. “Şimdi hanımlar birbirinizden özür dileyip bu kavgaya son veriyorsunuz. Süt kuzuları değilsiniz.”
“Asla özür dilemem!” dedim, dişlerimi sıkıp. “Hatalı değilim.”
“Özür dilerim.” dedi Sara samimi bir sesle.
Vanessa, dominant bir sesle konuştu. “Özür dileme sırası sende Mary.”
“Hayır,” dedim kararlılıkla. “Özür dileyecek bir şey yapmadım. Onun tersine.”
Annemin yüzündeki sabır ifadesi yerini hayal kırıklığına bıraktı ardından öfkeye. “Elizabeth Maryinn Fox!” diye bağırdı. “Sözümü ikiletme ve bu meseleyi uzatma. Çerçevenin kırık camı düzeltilebilir ama kız kardeşinin kırılan kalbini şimdi özür dilemezsen sonra düzeltemezsin.”
Sara ise sessizce ağlamaya devam ederken, “O bir şey yapmadı anne.” diye mırıldandı. Ardından alt kata inen merdivenlere yöneldi. “Biraz yürüyeceğim. Bir saate dönerim. O zaman sende sakinleştiğinde tekrar konuşuruz Mary.”
O anın gerilimi hala zihnimde taptazeydi, sanki üzerinden aylar geçmemiş gibiydi. Sara kırmızı ceketini giymiş, sarı saçlarını aceleyle örmüş ve yeşil şemsiyesini alıp yürüyüşe çıkmıştı. İlk gün kadar net ve her ayrıntısına kadar hatırlıyordum. Nasılda içinin burkulduğunu ve titrek nefesler eşliğinde yürüdüğünü hatırlıyordum. Gidişini soğuk bakışlarımla yine bu pencereden seyretmiştim. Anılarımın girdabında boğulurken, dışarıdaki fırtınanın sesi ve yüksek gök gürültüsü kesti. Şimşekler gökyüzünü aydınlatıp karanlığı deliyor, ardından gelen gök gürültüsü yüreğimi titretiyordu. İçimdeki fırtına da dışarıdakinden farksızdı. Sara'nın kaybolduğu gün, son kavgamızın ardından aramızdaki bağın kopma noktasına geldiği o an, zihnimdeydi. Üç ay geçmişti ve daha ona dair hiçbir şey yoktu.
Sara’nın kaybolduğu akşamüstü, evde bir boşluk vardı. Her şey sessizdi. Annem aramızdaki sorunu çözmemizi istemişti. Üç ay kadar geç kalmış gibiydim. Sara’nın ortadan kaybolduğu, polise haber verdiğimiz, sokaklarda onu aramıştım. Sonra ise ormanı. Kokusu tazeyken her bir yeri talan etmiştim. Her detay, her küçük ipucu, her anı hafızama kazınmıştı. Kız kardeşimin kokusu... Penceremin camına yasladığım yanağım, soğuğun etkisiyle hafifçe üşüyordu. Dışarıdaki kaos, içimdeki yalnızlığı daha da derinleştiriyordu.
Birden çerçevenin soğuk metal kenarlarını parmaklarımın arasında hissettim. Sara ve benim çocukluk fotoğrafımız, mutlu anılarımızın bir yansımasıydı. Gözlerimi kapatıp, o anları yeniden yaşadım. Sara’nın kaybolduğu günün ayrıntıları zihnimde belirginleşti. Gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü, penceremin buğusuna karıştı. Sara’yı bulmak, ona sarılmak ve kaybolan zamanı telafi etmek istiyordum. Sokağı aydınlatan araba farlarını gördüğümde ayaklandım. Vanessa’nın SUV’ı sokağın başında göründüğünde ayaklandım ve iki saniye içinde aşağı kattaydım. Gözlerimi kısaca alt katta gezdirdim. Salon ve mutfak topluydu.
Holden geçip kapıya yöneldim. Ayaklarım halının üstünde neredeyse sessizce kaydı. Dışarıda motor sesi yaklaşırken, pencerenin kenarından başımı eğip baktım. Annemin SUV’ı garajın önünde duruyordu. Ön farları hâlâ yanıyordu; yağmur damlaları kaputun üzerinde hızla süzülüyordu. Araç yavaşça durdu, frenlerden çıkan hafif vızıltı sesi havaya karıştı. Annem, frenden ayağını çekti ve bir an direksiyonda kalakaldı. Sonra anahtarı kontaktan çevirdi; motor sustu, arabanın içi kısa bir sessizliğe gömüldü.
Bir saniye sonra kapısı açıldı. Ardından hemen iki araba kapısı daha neredeyse eşzamanlı olarak açıldı. Dışarının soğuk ve ıslak havası bir anda içeri süzüldü. Annem arabadan çıkarken derin bir iç çekiş duyuldu. Sanki yalnızca nefes vermiyor, aynı zamanda tüm günün yorgunluğunu dışarı bırakıyordu.
“Bugün yağmur durmak bilmedi,” diye mırıldandı kendi kendine, sesi alışıldık bir şikayet tonu taşıyordu. Büyük olasılıkla saçlarıyla oynuyordu yine — çünkü her zaman yağmurlu havalarda saçlarının kabarmasından yakınırdı. Yağmurdan şikâyet ederken bile o klasik, başını hafifçe yana yatırarak parmak uçlarıyla saçlarını düzeltme alışkanlığı vardı. Kokusunun havada yayılmaya başladığını bile hissedebiliyordum — o kendine has vanilyalı ve odunsu kokusu, eve annemin geldiğini gözüm kapalıyken bile anlamama yeterdi.
Arkasından gelen iki kişiden biri bu hava yorumuna gülmüştü. Gülüş tok, içten ama yaşını ele veren bir gülüştü. Orta yaşlı, alışkanlıklarla şekillenmiş bir adamın sesi… Bu sesi tanımam hiç zor olmadı. Harry amcaydı. Yıllardır değişmeyen o rahat kahkahasıydı bu. Onun hemen yanında ise sessiz kalan, tek kelime etmeyen biri daha vardı. Gülmeyen, belli ki fazla konuşmaya niyeti olmayan, biraz soğuk biri… O da büyük ihtimalle oğlu Evan’dı. Sessizliğiyle bile varlığını hissettiren türden biriydi.
Annem, topuklu ayakkabılarıyla verandanın dar merdivenlerinden çıkarken adımlarını duydum. Her adımda tahtalar hafifçe inledi. Çantasının içinde anahtarı aramaya başladı. Anahtarını bulması tahmin ettiğim gibi zaman aldı — tam otuz saniye boyunca fermuar, toka ve ruj kabı sesleri birbirine karıştı. Bu onun klasik oyalanmasıydı. Sonunda anahtarı bulup kapının kilidine uzandığı anda… ben ondan önce davrandım. Gözlerimde yaramaz ama içten bir ışıltıyla, büyük bir gülümsemeyle kapıyı açtım.
Vanessa, “Mary, merhaba canım. Bu akşam misafirlerimiz var.” dedi, Evan ve Harry amcayı kastederek. İçeri girmelerine izin verdim.
Annem zarif ve çekici görünümüyle her ortamda dikkat çeken türden bir kadındı. Otuzlu yaşlarının başında gibi görünmesine rağmen, göründüğünden oldukça yaşlıydı. Kalp şeklindeki yüzü, ona hem tatlı hem de ciddi bir hava katıyordu. İnce, zarif çenesi ve geniş elmacık kemikleri, yüz hatlarının belirgin ve etkileyici olmasını sağlıyordu. Benim yaşımda her kız yaşlandığında onun kadar genç görünmek isterdi.
Beyaz teni, pürüzsüz ve aydınlık bir görünüme sahipti. Güneşte hafifçe pembeleşen yanakları, onun sağlıklı gösterirdi ama Frost’un havasında yüzü her zaman solgun görünürdü. Hele ki kardeşimin kaybından sonra pembe yanakları canlılığını yitirmişti. Gözleri, en çarpıcı özelliklerinden biriydi. Parlak yeşil gözleri, zümrüdü aldırırım.
Bu gözler, duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade eden birer pencere gibiydi. Annemi okumakta iyiydim. Annemin bakışları çok şey anlatabilirdi. İnce, uzun kirpiklerle çevrili olan gözleri, her bakışında dikkat çekiyor ve çevresindekileri etkiliyordu. Kaşları, yüz hatlarını mükemmel bir şekilde çerçeveleyen kavisli ve doğal bir şekilde şekillendirilmişti. Kahverengi saçları, doğal güzelliğini tamamlıyordu İnsanlar için saçlarında bir beyazının dahi olması şaşırtıcıydı. Omuzlarına dökülen yumuşak ve parlak saçları yağmurdan kaynaklı nemliydi. Bu dağınık görünümüne rağmen açlarının doğal kahverengi tonu, teniyle mükemmel bir uyum içindeydi. Genellikle annem saçlarını sıkı topuz yapmayı severdi ama son haftalarda saçlarını her zaman salık bırakıyordu. Gözümden kaçmamıştı.
Dudakları, dolgun ve pembe renkteydi. Bu dudaklar, genellikle hafif bir gülümseme ile süslenirdi. Gülümsemesi, onun içtenliğini ve samimiyetini yansıtır, karşısındaki insanlara güven ve rahatlık verirdi. En son gülümsemesini ne zaman gördüğümü hatırlayamıyordum. Sara kaybolmadan bir gün önce miydi? Üzerinde lila pastel tonunda bluz ve şık beyaz bir pantolon vardı. Montunu çıkarıp kollarım arasına bıraktı. Saçları biraz kabarmıştı ve pantolonu kırışmıştı. Bugün yarım paket sigara içmişti. Asla sigara içmezdi. Ter, kan ve parfüm kokusu birbirine karışmıştı. Kan kokusunun kaynağı elleriydi. Yorucu bir gün geçirmişe benziyordu. Annem üzerinde ki tüm varsayımlarım sadece salisenin beşte birlik bir zaman dilimi kadardı.
O inceler bakışımı yakaladığında, “Harry ve Evan’a selam vermek yok mu?” diye sordu.
“Merhaba Harry amca ve merhaba Evan.” dedim dişlerimi göstermeden gülümseyerek. Harry amca başını salladı. Evan ise tepkisiz kaldı. “Ceketlerinizi alabilirim.”
Sadece kibarlık ediyordum. Harry amca kabanını çıkardığında şerif üniformasını gördüm. Demek ki mesai bitiminde annemle buluşmuşlardı. Ona normalden uzun baktığımı fark ettiğinde bu sefer dişlerimi göstererek gülümsedim. Harry Wolfe orta yaşlarının ortalarında, esmer ve ciddi görünümüyle dikkat çeken kasabanın karizmatik polis şerifiydi. Kirli sakalı, yüz hatlarıyla sert ve karizmatikti. Sakalı çenesinin güçlü yapısını vurguluyordu. Koyu siyah saçları, yaşının getirdiği birkaç gri tel ile harmanlanmıştı. Kalın kaşlarının altındaki derin ve keskin bakışları, her zaman dikkatli ve tetikte olduğunu gösteriyordu. Sonuçta tehlikenin nereden geleceğini bilemezdi. Polis radarları her zaman açıktı.
Geniş omuzları ve kaslı yapısıyla oldukça iri yarı bir adamdı. Eve girmek için eşikten geçerken başını eğmek zorunda kalmıştı. Göğsünde parlayan altın şerif yıldızı, gururla taşıdığı üniformasını tamamlıyordu. Hafifçe bronz teni, güneyli olduğunun ip uçlarını veriyordu. Sert çene hattı ve belirgin elmacık kemikleri, yüzüne otoriter bir ifade katıyordu Güçlü ve kararlı duruşu, her hareketinde kendini belli ediyordu.
Ellerinin nasırlı ve güçlü olması, hem masabaşı işlerden hem de arazi çalışmalarından geri durmadığının bir göstergesiydi. John Baker, görünümüyle hem saygı uyandıran hem de güven veren bir lider görünümü çiziyordu. Baba olarak otoriteliydi. Evan ile arasında duygusal baba oğul bağı olduğundan bile şüpheliydim. O daha çok mantık adamıydı. Kabanını ellerim arasına bırakırken bana nazikçe gülümsedi ve salona giden annemi takip etti.
Evan, deri ceketini çıkarırken yavaş ve dikkatli hareket ediyordu. Kontrolsüz güç kullanmaktan kaçınırdı. Ona on yedi demek zordu. Daha çok yirmili yaşlarda gibi gösteriyordu. Esmer ve dikkat çekici bir gençti. Uzun boyu ve geniş omuzlarıyla kalıplı bir yapıya sahipti, bu da ona doğal bir çekicilik katıyordu. Koyu siyah saçları, babasında olduğu gibi gürdü ve yağmurdan kaynaklı hafifçe dalgalanmıştı. Sert hatlı yüzü, güçlü çene kemiği ve belirgin elmacık kemikleriyle tamamlanıyordu. Gözleri koyu kahverengiydi ve dikkatle baktığında insanı sanki içini okurmuş gibi hissettiren bir derinliğe sahipti. Gözlerinin etrafındaki hafif kırışıklıklar, hiçte gülmeyen biri için tuhaftı.
Ceketi ellerim arasına bırakırken kaslı kolları gerindi. Güçlü elleri ceketini sıkı sıkı tutmakla meşguldü. Göğüs kafesinin içinde normalde iki kat daha sıcak olan kalbinin dakika 160 ile 165 ile değişen atışları ona hastı. Üzerinde kot pantolon ve ince bir tişört vardı. Sert duruşu, ona baktığımda biraz yumuşadı. Beni korkutmak istemiyor gibiydi. Ama zaten beni korkutamazdı. Ancak güven verici de sayılmazdı. Onu tanımasam kesinlikle bir serseri zannederdim. Ama o gittiğimiz lisenin futbol takımının kaptanıydı. Liderlik yönünü kaçınılmaz şekilde babasından edinmişti. Deri ceketini babasının kabanı üzerine bırakırken oldukça dikkatliydi.
“Kırılmam.” dedim eğlenir bir tonda. “Ben soğuk bir buz parçası değilim. Kırılmam Evan.”
Kaşları havalandı. “Bu espri miydi?”
“Sayılmaz.”
“Çok yazık Mary.” dedi kinayeyle. “Stand up kariyerin başlamadan bitti desene.”
Biraz düşünür gibi yaptım ve, “Bu bir espri miydi?” diye sordum. “Belki de bir şov da şansını denemelisin.”
“Sağ ol almayayım.” dedi kısaca. Omuzlarını silkip bana son kez bir bakış attı ve salona doğru babasını izledi. Elimdekileri portmantoya asıp bende içeri geçtim. Annem mutfak tarafındaydı. Saçlarını hızlıca toplamış ve üzerine önlük geçirmişti. Yemek masasına iki taneden fazla tabak çıkarmıştı. Yaptığım akşam yemeğine bakıyordu. Fırında lazanya akşamın yıldızlı yemeğiydi ve yanında tatlı olarak puding vardı. Harry amca orta sehpaya telsizini ve silahını bırakmıştı. Evrak çantasından belgeler çıkarıp sehpaya diziyordu. Evan ise ayakta sırtı dönük bir şekilde duvarda ki fotoğrafları inceliyordu. Aslında Sara ve bana ait olan bir fotoğrafa bakıyordu. Doğru ya Evan Wolfe hakkında bir ayrıntıyı unutmuştum. Ya da hatırlamak istememiştim. Evan, Sara’nın eski sevgilisiydi.
Onu görmezden gelerek Harry amcanın çaprazında kalan tekli koltuğa oturdum. Beni fark etti ama işine odaklı kalmayı tercih etti. Ellerimi önümde birleştirerek sadece izledim. Bir kaç tane benim yaşlarımda görünen gencin kayıp ilanlarını görünce boğazımda bir yumru oluştu. Sara’nın da kayıp ilanını görmüştüm. Harry amca bunu fark etmişti. Bir kaç belgeyle üzerlerini kapattı.
“Bunu yapmak zorunda değilsin.” dedim derin bir nefes alarak, kayıp ilanlarını elime aldım.
Jane Davidson, Lauren Lee, Kevin Hardy, Ralph Russell ve son olarak Saralyn Fox. Aralarında ilk kaybolan kişi kardeşim Sara idi. Bu kayıp döngüsünün başlangıcı Sara ile başlamıştı. Bu gençlerin iki ortak yanı vardı. Aynı liseye gidiyor ve Frost da yaşıyorlardı. Sadece hayatlarını yaşayan ve hayalleri olan gençlerdi.
Harry işini bırakıp bana bakabildiğinde, “Ben üzgünüm Mary.” dedi sesinde ki öfkeyi sezinleyebiliyordum. “Herkese yarar sağlarken en yakın dostum ve kızına yardım edememek beni aciz hissettiriyor.”
“Senin suçun değil Harry sen zaten görevini yapıyorsun.” Harry sessiz kaldı ve Evan bizim sohbetimize kulak kesildi. “Burada bir suçlu varsa o da benim...”
“Kayıp her gencin cesedi bulundu. Sara hariç.” deyip başını sehpaya eğdi ve kayıp ilanlarını eline aldı. Sıcak kahverengi gözleri buz gibi bakan gözlerime yeniden çevirdi. “Her birinin cesedini ormanda ıssızda bulduk Mary. Sara ilk kaybolan olmasına rağmen...”
“Yaşıyor.” dedim. “Ölüsü yoksa hala diridir.”
Vanessa genzinden bir ses çıkardı. “Eve iş getirmeme kuralına ne oldu Harry?” diye sordu. Sesi sert ve tersti. “Bunlar özel bilgi. Adli tabip ve polisler dışında kimse bilmemeli. Çeneni kapalı tut.”
“Mary zaten biliyor.” derken Harry amca, annemin normal kalp atışları hızlandı. “Her sarı şeritli olay yerinde bizi uzaktan izliyor. Bildiğini sanıyordum.”
Vanessa doğruca salonun ortasına geldi. “Neden böyle bir şeyi bilip izin vereyim Harry?” Bu bir soru değildi. Kızgın bakışları benimkileri buldu. "Tanrı aşkına Mary! İşleri kolaylaştırmıyorsun. Sana uzak durmanı söylemiştim.”
Tekli koltuğa gömüldüm. “Zaten uzaktayım anne.”
“Ne demek istediğimi biliyorsun Mary.” dedi üstüne basa basa. “Senden tek istediğim okuluna ve notlarına odaklanman. Bunun dışında Sara’yı bulmak için biz elimizden geleni yapıyoruz. kendini tehlikeye atacak bir şey yapmayacaksın.”
Ayağa kalktım. “Neler yapabileceğimi biliyorsun anne. Güçlüyüm ve hızlıyım. Ne olduğumu biliyorsun-"