4. BÖLÜM ÖLÜMSÜZ BAĞLAR 3/2

3625 Words
Babamın sesi, gölgelerin arasında bir çığlık gibi yankılandı. Duvarlardan seken bir ferman gibiydi. Birden zaman durdu. Hava, kalınlaştı sanki; ciğerlerime çektiğim nefes ağırlaştı. Lysander’ın eli hâlâ boynumdaydı ama artık baskı yoktu. Sesin etkisiyle bir anlık tereddüt geçirdi. Derin bir nefes aldı. Gözleri hâlâ üzerimdeydi ama içindeki o saf öfke yerini dikkatlice gizlenmiş bir korkuya bırakmıştı. O an fark ettim; Lysander bile babamızdan çekiniyordu. Gözleri sanki derin bir uçuruma düşmüş gibi karanlıktı. Ama artık o gözlerde belirsizlik vardı. Yüzündeki ifade çatlamaya başlamıştı. Eli yavaşça boğazımdan çekilirken, bedenim titredi. Bu titreme korkudan değil, o yoğun gerilimin boşalmasındandı. “Ahmak,” dedim, dudaklarımda sarkastik bir gülümsemeyle. Sesimi bastıramadığım hafif bir kahkaha izledi, ama o kahkaha daha tamamlanmadan sustum. Babamın bakışları, üzerime çöken bir ağırlık gibi bir anda her şeyi durdurdu. Bu bakışa alışkındım; içinde bir öfke yoktu, ama hüküm vardı. Sessizlik kadar keskin, varlığı kadar sarsıcı bir otorite. Babam, her zaman gölgelerin içinden çıkmış gibi görünürdü. Sessiz ama ezici bir varlıktı. Uzun boyu, geniş omuzları ve dimdik duruşu, ona yalnızca fiziksel değil, ruhsal bir ihtişam kazandırıyordu. Yaşlıydı. Çok yaşlı. Bir wampir için bile fazlasıyla yaşanmışlık taşıyordu. Yüz hatları sertti—kayadan yontulmuş gibiydi. Keskin çene çizgisi ve muntazam kesilmiş kısa sakalı, onu bir komutan gibi gösterirdi. Ama esas ürkütücü olan, gözleriydi. Onlarda zamanın kendisi vardı. Sonuk bir siyahlıktı bu; içine bakmaya cesaret eden herkesin kendi karanlığıyla yüzleşmesine neden olacak kadar derindi. Işık, gözlerine vurduğunda saçlarındaki karanlığı da yanında getirir, gölgesini etrafa yayardı. Lysander, önce bana, sonra babama baktı. Gözlerinde ölçmeye çalışan, nabız tutan bir bakış vardı. Ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu; zira onun da bildiği gibi, babamızın tepkisi hiçbir zaman tahmin edilemezdi. “Halini görüyor musun baba?” dedi sonunda. Sözleri, bir suçlamadan çok bir zafer ilanı gibiydi. Ardından, o tanıdık gülümsemesini yeniden takındı—ama bu defa daha donuk, daha köşeli, daha tehditkârdı. “Kan içinde. Yakındaki bir kasabayı tamamen süpürdü.” Babam hiçbir şey demedi. Önce bana baktı. Sonra sesi geldi, soğuk ve tekinsiz bir sessizliği yaran bir bıçak gibi. “Lysander doğru mu söylüyor?” Sesi öylesine düz, öylesine yargısızdı ki, içinde gizlenen duyguyu ayırt edemiyordum. İçimden mi geliyordu bu ürperti, yoksa onun kelimeleri mi etrafı buz kesmişti? Bilmiyordum. Bildiğim tek şey, ikinci kez sorduğuydu. “Kaç kişiyi öldürdün?” “Üzerin kan içinde, Mary,” dedi annem, aniden belirerek. Gerçek zümrüt yeşili gözleri karanlıkta parlıyordu. Babamın hemen yanında durmuştu. O kadar sessizce gelmişti ki varlığı beni irkiltmişti. Bakışlarında hiçbir şefkat yoktu. Sadece ölçen, tartan ve çoktan kararını vermiş bir yargıç gibi duruyordu. Dudakları neredeyse duyulmayacak şekilde kıpırdadı: “Yeniden mi?” Annem, babamın sert ve heybetli varlığının yanında zarif bir denge unsuru gibiydi. Orta boylu, ince yapılıydı; ama bu narinlik aldatıcıydı. Yüzü kusursuzdu; yumuşak hatlara sahipti. Kahverengi, ipeksi saçları gece gibi karanlık ve düzdü, omuzlarından sırtına dökülürken, her hareketinde sanki ışıkla oynamayı biliyordu. Bana her zaman sevgi dolu bakan gözleri şimdi bıkkın bakıyordu. Babam, bir elini annemin omzuna koydu. Dokunuşunda bir alışkanlık, bir sadakat ve bir denge gizliydi. Soğuk ve sıcak gibi… aynı anda hem sığınılası hem de ürkütücüydüler. Annem ise insan olarak doğmuştu; cadı olan annesini saymazsak. Babamsa soğuk bir ölümsüzdü. Aralarındaki bu zıtlık, bizi var eden şeyin tam tanımıydı. Ve şimdi o dengeyi tehdit eden bendim. Gözlerimi yere indirdim. Sessizlik, aramıza gerilmiş paslı bir tel gibi keskinleşti. Her an bir kıvılcımla kan akıtacak gibi… Babamın sesi, yine o sarsılmaz tonuyla geldi: otoriter, tarafsız, sert. Ama beni asıl geren onun sesi değil, annemin suskunluğuydu. Onun sessizliği her zaman daha çok korkuturdu. Çünkü annem, kızmadığında bile yargılardı. Fiziksel olarak narin görünmesine rağmen, içindeki güç tüm odayı doldururdu. Gözlerindeki irade bir cezalandırma değil, bir yok edişti. O yüzden annemin sessizliği, babamın sözlerinden bile daha ağır geliyordu. “Mary,” dedi babam. Adımı söylerken sesindeki ton değişmişti. Sertlik, bir notalık artmıştı. Gözleri koyulaşmıştı. “Kaç kişiyi öldürdün?” Nefesim sıklaşmıştı. İçimdeki öfke, suçluluk duygusuyla karışıyor ve boğazımı kavrıyordu. Suçlu hissetmiyordum ama öfkemin haklı olduğundan da emin değildim. Cevap vermek istemiyordum. Çünkü cevap vermek, kabullenmekti. Ama susmak da kendini inkâr etmekti. Ve ikisi de babam için aynı kapıya çıkardı. Yalansız, çıplak bir itiraf bekliyordu. Tam o anda Lysander, alayla gülümsedi. Sözleri bir zehir gibi havaya yayıldı: “Ah, cevap vermekten kaçınıyor. Tüm kasaba, baba. Maryinn’in doyumsuzluğu... şaşırtıcı değil, değil mi?” Annem ona döndü. Ama bakışları Lysander’da sabitlenmedi. Gözleri, babamdaydı. Onu ölçüyordu. Lysander’ın sözlerinin etkisini tartıyor, babamın bir karar vermesini bekliyordu. O an, odadaki herkes, babamın omuzlarında biriken karanlığın ağırlığını hissetti. Babam kıpırdamıyordu. Omuzları hareketsizdi; adeta taş bir duvar gibi. Ama gözleri… o gözler, bir avcınınki gibiydi artık. Her mimiği, her nefes alışımı, yüzümdeki en ufak değişikliğe kadar izliyordu. Derin bir nefes aldı ve soğukkanlılığını korumayı seçti. “Maryinn,” dedi tekrar, bu sefer sesindeki otorite daha da belirginleşmişti. “Bize doğruları söyle.” Derin bir nefes aldım. Havanın, boğazımdan içeri ağır ağır akışı, içimdeki kasveti bir anlığına bile olsa bastıramadı. Parmaklarımı yumruk yaparak iki yanımda, vücuduma olabildiğince yakın tuttum. Sanki bedenimi sabitleyebilirsem, düşüncelerimi de sabitleyebilirdim. Boğazımdaki düğümü yutarak, kelimeleri zorla döktüm dudaklarımdan. “Yapmam gerekiyordu,” dedim sonunda. Sesim kırılgandı, ama içinde bir titrek kararlılık da vardı. “Açtım… ve karnımı doyurdum. Hepsi bu.” Cevabım havaya yayıldığında odadaki atmosfer daha da ağırlaştı. Göz göze gelmekten kaçınarak yere bakmaya çalıştım ama hissediyordum; gözler üzerimdeydi. Herkesin suskunluğu, yargı gibi üzerime çöküyordu. Annemin sesi duyuldu. Soğuktu, ama içindeki sabır, buzun altında akan ince bir nehir gibiydi. “Hugo,” dedi. Babama ismiyle hitap edişi, her zaman bir şeyleri dengeye çekmeye çalıştığında olurdu. Bu, sessiz bir meydan okuma değildi—ama bir hatırlatmaydı. “Mary hâlâ genç. Köklerini ve iradesini kontrol etmek için zamana ihtiyacı var. Ona bu yükü şimdi bindirmek, yalnızca daha fazla çatışmaya neden olur. O insanlar... zaten öleceklerdi. Hastalıktan. Belki de savaştan.” Babamın yüzünde tek bir kıpırtı bile yoktu. Annemin sözleri odanın içinde yankılanırken, yalnızca susuyordu. O suskunluk... tehdit değildi. Ama karar anının yaklaştığını hissediyordum. Gözleri, anneme çevrilmişti ama zihni tamamen bana dönüktü, bunu anlayabiliyordum. Sonunda, o ağır bedeniyle bir adım attı. Ayak sesleri bile duvarları sarsacak kadar ağırdı. Önümde durduğunda, onunla göz göze gelmemek imkânsızdı. Gözleri... bin yıl yaşamış birinin gözleri gibiydi. İçinde yüzlerce ölüm, onlarca kıyamet saklıydı. “Doğamızın gerekliliği kan arzusu olsa da,”* dedi yavaşça, sesinde bir bilgi, bir tehdit ve bir ders vardı. “Dengeyi kurmalıyız, Vanessa. Eğer kontrolü kaybedersek… bizden daha güçlü olanlar gelir. Ve bizi avlarlar.” Adını söylemişti annemin. Bu, onun sözlerini ciddiye aldığını, ama hala kararın kendisinde olduğunu gösteriyordu. Tam o anda, Lysander'ın sesi karanlığı yırttı. Artık alaycı gülümsemesi silinmişti. Yerini, ciddiyetle bükülmüş dudaklar ve sertleşmiş bakışlar almıştı. “Bunu kaç kez konuştuk, Mary?” dedi, ses tonu sitemle doluydu. “Senin pervasızlığın, bizi tehdit eden Solani Consortium’un işine yarıyor. Bizim zaaflarımızı kolluyorlar. Seni öldürmek için sebep arıyorlar. Bu senin hoşuna mı gidiyor?” Sabrım tükendi. Sözleri içime işlediği anda, içimde biriken öfke artık sığmaz oldu. Artık susamazdım. “Yeter!” dedim, sesi odayı çınlatacak kadar sertti. Gözlerim sırasıyla babama, sonra Lysander’a döndü. İçimdeki açlığın tanımı olmayan yoğunluğu her kelimeme yansıyordu. “Açlık... kontrol edemediğim bir şey. Siz, ikiniz, kontrolünüz olduğunu sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Bunun bir sonu yok! Hepimiz aynıyız. Aynı ölümsüz bağın parçalarıyız. Hepimiz o zincirin halkalarıyız.” Sözlerim, salonun içindeki sessizliği parçaladı. Hava bir anda daha yoğunlaştı. Nefes almak bile zorlaşmıştı. Göz göze gelmeme gerek yoktu, hissediyordum—herkes bana bakıyordu. Babamın gözleri üzerime kilitlenmişti. Öyle keskin, öyle delici bakıyordu ki, ruhumun içindeki en karanlık çatlaklara bile ulaşmış gibiydi. Omuzlarım titredi. Kalbim, göğsümden dışarı çıkacakmış gibi atıyordu. Babam bir adım geri attı. Bu küçük hareket, odadaki gerilimi yerinden oynattı. O adım... bir savaşın ertelenmesi gibiydi. Fiziksel olarak önemsizdi belki ama üzerimdeki baskıyı bir anda kırdı. Omuzlarındaki görünmez yük biraz daha ağırlaşmış gibiydi. O güçlü figür bir anda düşüncelere boğulmuş, karar ve sorumluluk arasında sıkışmış gibi görünüyordu. Gözleri hâlâ benden ayrılmamıştı; ama bu kez bir gözlemden çok, bir bekleyiş vardı içinde. Cezalandırmak yerine... anlamaya çalışıyordu. Annem konuştu. Sesi, sertlik ve şefkati bir arada taşıyordu. “Maryinn,” dedi. “Doğru ya da yanlış… şu an önemli olan tek şey ailemiz. Kasabayı yaktın, değil mi? İzleri yok ettin.” Boğazımdaki düğüm çözülmedi, ama kelimeler döküldü. “Evet.” Gözlerim birden parladı. O an, üzerimdeki kül kokusu yeniden burnuma geldi. Sanki bütün o yangın, yeniden vücuduma sinmişti. “Yanmış evler ve kömürleşmiş cesetler dışında hiçbir şey kalmadı.” Sessizlik yeniden çöktü. Ama bu kez daha derindi. Sözlerim, hem bir itiraf hem de meydan okumaydı. Babam bir kez daha bana doğru yaklaştı. Yüzü, yüzüme neredeyse değecek kadar yakındı artık. Gözlerinde ne öfke ne şefkat vardı. Sadece... derin bir sorgulama. “Mary.” dedi. Yavaş ve ölçülü bir ses tonuyla. “Onları avlarken... gizliliği yine unuttun, değil mi? Eminim ki tek düşünebildiğin kan arzundu.” Bu sefer sesi, azarlamaktan çok hayal kırıklığı taşıyordu. O an anladım. Babam, benim bir katil olmamdan değil… düşüncesizliğimden olmamdan korkuyordu. “Baba,” dedim. Sesim, içinde taşıdığı keskinlik ve öfkeyle bir hançer gibi havayı yardı. Sadece bir itirafta bulunmuyordum; aynı zamanda yargılıyordum, savunuyordum ve haklı olduğumu haykırıyordum. Gözlerinin içine dimdik baktım, karanlıkta bile buz gibi parlayan o bakışlara. “Solani Consortium da bize öğrettiklerinle büyüdük. Güç için yaşa. Otoriteye uyum sağla. Kuralları çiğneme. Senin ilkelerinle eğitildiler. Senin sisteminle silahlandılar. Adımlarımı yavaşça yaklaştırdım. Artık sözlerim daha ağır, daha derinden geliyordu. “Ama o öğretiler, ye, yak ve yok et diye haykırıyordu. Ben de uyguladım. Yedim… yaktım… yok ettim. Ama güç için yaşamıyorum. Otoritenin dogmalarına uymuyorum. Ve kendi kurallarımla oynuyorum.” Babamın yüzü taş kesildi. Gözleri kısılmıştı, dudakları arasında donmuş bir nefes. Bana bakıyordu, ama sanki karşısında tanımadığı biri vardı. “Annen olmasaydı,” dedi, sesi donuk bir öfkeyle çatlamıştı. "Sana bu kadar taviz vermezdim, Mary. Seni asla bu kadar özgür kılmazdım. Sen başına buyruk bir—” Sözünü bitiremeden, annem adım attı. Vanessa, yıldırım gibi hareket ederek babamın kolunu kavradı. Parmakları, Hugolin’in bileğini kavrarken tırnaklarının bastırdığı yerde bir öfke titriyordu. Onu kendisine döndürdü, gözlerinin içine baktı. “Başına buyruk bir ne?” dedi, sesi keskin bir bıçak gibiydi. Ardından dudaklarının kenarı alaycı bir acıyla kıvrıldı. “Fahişe mi?” Kaşları çatıldı, bakışları öfkeyle delip geçti. “O benim kızım.” Sözlerinin ağırlığı odaya yayıldı. Ardından bakışlarını önce Hugolin’e, sonra köşede sessizce olan biteni izleyen Lysander’a çevirdi. “Senin de kızın… ve senin kız kardeşin. Hiçbir fani, kızımdan kıymetli değil. Aynı görüşte olduğumuzu düşünüyorum Hugo.” Oda bir anlığına donmuş gibiydi. Nefesler tutulmuştu, sadece duvar saatinin iç çekmesi gibi geçen saniyeler vardı. Babam, Vanessa’ya cevap vermedi. Gözlerini karanlıkta parlayan başka bir gölgeye—Lysander’a—çevirdi. Sanki orada bir çıkış arıyordu. “Kasabaya git,” dedi kısık ama kararlı bir sesle. “Ve son kez kontrol et. Solani Consortium’un bizi izlediğini biliyoruz. Onlara bir açıklama borçluyuz. Ayrıca... Sancta Custos da yakında burada olanları duyacak. Gitmekten başka çaremiz yok.” Lysander, babamın buyruklarına karşılık, hafifçe başını eğdi. Ama gözleri hemen bana çevrildi. İçinde gizlenmiş hınç ve endişeyle doluydu. “Ve neyi açıklayacağız?” diye sordu, sesi artık açık bir sorguya dönmüştü. “Mary’nin doymak bilmez açlığı yüzünden bütün bir kasaba yok oldu. Cemiyet bunu fark ettiğinde ne diyeceğiz? Ya Sancta Custos avcılarını gönderirse... ne yapacağız?” Cümlesi havada asılı kaldı. Tüm odadakiler bu ihtimalin ağırlığını hissetti. Bir anlık sessizlik, geleceğin tehdidiyle birleşip içimizi deldi. Babamın sesi bu kez daha katıydı. Kararını vermişti. “Bir açıklama bulacağım,” dedi, dişlerinin arasından çıkan sertlikte. "Ama bu son olacak. Eğer bir daha böyle bir şey yaşanırsa... gidişimizi kabul etmiş olsalar bile, cemiyeti karşıma almaktan başka çarem kalmaz. Bu da... sonumuz olur.” Kelimeleri, içimdeki tüm sıcaklığı çekip aldı. Kanımda bir soğukluk gezindi. Tüylerim diken diken olmuştu. Omuzlarımı dikleştirdim, kendimi küçülmemeye zorlayarak gözlerinin içine tekrar baktım. “Böyle bir şey olmayacak…” dedim, sesim şimdi daha tok, daha kararlıydı. Bu bir yalvarış değil, bir söz, bir yemindi. Tam o anda, annem araya girdi. Gözlerinde, bir anneye ait yumuşaklık değil; bir savaşçının ateşi parlıyordu. “Mary,” dedi, adımı söylerken gözlerinin içindeki parlaklık sertleşti. “Seni seviyorum. Sen benim kızımsın ve seni canım pahasına korurum. Ancak bu bir uyarı… hatta belki de son bir ikaz. Kan arzuna… hakim olmak zorundasın.” Sözleri, içimdeki kıvılcımı söndürmüyordu, ama ona yön veriyordu. Sevgiyle harmanlanmış bir tehdit gibiydi. Anne sıcaklığının içindeki kararlılık, tıpkı bir mührün üzerine basılan demir gibi derin izler bırakıyordu. Sessizlik tekrar salona çökerken, gözlerim karanlıkta parlayan avizenin titrek ışığında gezindi. Herkes pozisyonunu koruyordu. Ama bir şey belliydi: bu tartışma burada bitmeyecekti. Bütün salon bir anlığına çöken derin bir sessizlik bunaltıcıydı. O an, zaman sanki durmuştu. Havanın içinde bir gerilim vardı, herkesin nefesini tuttuğu bir an. Babamın bakışları, annemin, Lysander’ın ve benim üzerimde geziniyordu. Her bir kelimesi, havada ağır bir yük gibi asılı kalıyordu. Onun soğuk ve güçlü varlığı, hepimizin ruhunda derin bir iz bırakıyordu. Annemin gözleri, karanlıkta parlayan bir mücevher gibi, artık sadece beni değil, tüm aileyi izliyordu. Sesi, her ne kadar soğuk ve sabırlı olsa da, içinde saklı bir kızgınlık vardı. “Maryinn,” dedi tekrar, ama bu kez sesindeki tınıda bir uyarı vardı. “Açıkça söylüyorum. Kendine hakim olmayı öğrenmelisin. Ailemiz her şeyin önündedir. Bunu unutma. Ama böyle ilerlersen ortada aile diye bir şey kalmayacak.” Lysander, bir adım geri çekildi, ama bakışları hala üzerimdeydi. “Evet, doğru söylüyor. Ama bu gidişat bir yere varmaz,.” Gözlerinde, az önceki alaycı tavır yerine bir kararlılık vardı. “Eğer hatanı tekrar edecek olursan, seni durduran ben olurum. Babam ya da annem değil.” Babamın yüzündeki ifade donmuştu. Bir an, tıpkı taş kesilmiş gibi hiçbir şey hissettirmedi. Ama derinlerinde bir şeyler kayboluyordu, bir düşünce. Bir kararın eşiğindeydi. Sonunda, ağır bir nefes alarak, adımlarını ileriye doğru attı. “Vanessa burayı sevmişti. Tadilat etmeyi düşünüyorduk, yazık oldu. Şafak sökmeden gidiyoruz,” dedi, sesindeki sertlik bir nebze daha belirginleşmişti. “Lysander oğlum kasabayı son kez kontrol et ve kuzeyde Bukovina'da bize katıl. Vanessa izlerimizi, kokumuzu yok edecek bir giz büyüsü yap, lütfen.” Annem ve Lysander bir an sessiz kaldı, ama gözleri birbirine geçiş yaptı, sanki sessiz bir anlaşma yapıyorlarmış gibi. Lysander babamın emrini başıyla onayladı. Bana keskin nefret kusan bir bakış atarken karanlıkta hızla kayboldu. Sonra annem bir adım ileri atarak bana doğru yöneldi. Bunun üzerine babam bir an daha sustu, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Gözlerini bana sabitlemişti. “Omnia et omnium intellectus et omnes vestigia abscondito!” dedi, soğuk bir şekilde. Sonra babama bakarak tekrarladı. “Omnia et omnium intellectus et omnes vestigia abscondito.” Bizi gizleyecek bir büyüydü. İçimden bir ağırlık yükseldi ama bunu içimde bastırdım. Gözlerim, babamın sert bakışlarına, annemin uyarılarına ve Lysander’ın sabırlı ama tehditkâr gidişine kilitlenmişti. Her şeyin içindeki boşluğu, karanlığı hissedebiliyordum. Bir seçim yapmam gerekiyordu ve o seçim, sadece beni değil, tüm ailemi etkileyecekti. Doğamıza ihanet ediyorduk. Annem olmasa da biz soğuk olanlardık. Kanla beslenir ve acımasızca avlanırdık. Sonunda, derin bir nefes alarak başımı salladım. “Dikkat edeceğim,” dedim, sesim kararlıydı. Ama içimdeki öfkeyle karışan boşluk, kararlarımı daha da zorlaştırıyordu. “Wampir olsam da, wampir gibi davranmamaya dikkat edeceğim.” Babam derin bir iç çekti ve bakışları beni terk etti, ama hala bana giden her yolu kesen bir duvar vardı. Son bir kez, anneme baktım, gözlerimdeki belirsizliği hissetti. Annemin bakışları, derin bir endişe ve kararlılıkla birleşmişti. Beni izlerken, dudaklarında hafif bir titreme vardı, ama sesinde hiçbir kırıklık yoktu. “Mary,” dedi, ama bu sefer bir yumuşama vardı, bir tür içsel savaşın izleri. “Hata yapma. Sadece bizim değil, tüm hayatımızın düzeni buna bağlı. Bu aileyi korumak, senin de görevin. Unutma, seni yalnız bırakmayacağız, ama sen de bizimle kalmalısın.” Babam annemin yanına bir adım daha geri çekildi, ama hala o sert duruşunu koruyordu. Gözlerinde bir tehdit vardı, ama aynı zamanda bir uyarı da... “Bizi ne kadar zorlayacağını biliyorsun,” dedi, sesi daha düşük, daha anlamlı. “Bir daha affedilmez bir hata yapma, Maryinn. Aileni riske atmaktan zevk almıyorsan, durmalısın.” Babam, hala dikkatle annemi izliyordu, gözlerinde bir belirsizlik vardı. Bazen onu tanımakta zorlanıyordum. Bir an önceki soğukkanlı baba yerine, endişeli bir adamın bakışları vardı. Ama sonunda, kararını verdiği belliydi. Gidiyorduk. Yavaşça, derin bir nefes alarak başını salladı. “Gitmeliyiz,” dedi, kendi kararını onaylarcasına. “Bir an önce gitmeliyiz. Bu iş bitmeli. Kasaba ve her şey geride kalacak.” Yeniden... Annem, bu cümleyi duyduğunda derin bir iç çekti, sanki her şeyin kaybolacağını biliyormuş gibi. Bana ve başını hafifçe sallayarak, hemen harekete geçti. “Vanessa, izimizi kaybettirelim. Bir an önce.” Babam, bir an bile gözlerini benden ayırmadı. Gözlerindeki derin karanlık, her şeyin ona ait olduğunu hatırlatıyordu. “Anneni al ve önden git. Ben ve Lysander her şeyi yaktıktan sonra sizi takip edeceğiz.” dedi, sesindeki sertlik hâlâ hissediliyordu, ama aynı zamanda bir şeyler yumuşamış gibiydi. Annemin dudağından öptü ve birbirlerine gülümsediler. Ardından pelerinini anneme giydirdi ve bana bakarak yineledi. “Gidin!” Başımı kaldırdım, onun gözlerine baktım. İçimdeki karmaşık hislerle, annemin ve babamın gözlerindeki soğukluğu hissettim. Ailem, bana her yönüyle öğrettikleriyle şekillenen bir yapının parçasıydı. Ama ne kadar istemesem de, bu yapının da beni tüketmeye başladığını fark ediyordum. Onlara ait değildim onlarda bana. Hızla bir kaç kova soğuk suyla kandan kurtuldum ve temiz giysiler giyindim. Annem bu süreçte tabloda bulunan aile resmimizi çıkarmış, pamuklu kağıdı rulo yaparak özenle ahşap tüpün içine yerleştirdi. Yanına el yazmalarını almayı da unutmamıştı. Annem babamın pelerinine gömülürken, bana hazırım der gibi sessizce başını salladı. Yavaşça, kollarımı bacaklarına ve beline dolayarak annemi kucakladım. Annemin gözleri, bir anlığına yumuşadı, ama hemen sonra tekrar eski sertliğine büründü. İkimizde sessizdik. Malikanenin yukarı katından, ormanın içine daldım. Babam eski malikâneyi çoktan alevlere vermişti ve kasabanın olduğu bölgeden gökyüzüne dumanlar yükseliyordu. Annem ise aile resmimizi olduğu tahta tüpe sımsıkı sarılmıştı. Yanına alabildiği bir kaç taşınabilir eşyadan biriydi. Ve o anda, bir şeyler değişti. Hem karanlık hem de kaybolmuş gibi hissettiren bir boşluk vardı aramızda. Bu bir geçişti, her şeyin bittiği ve her şeyin başladığı bir an. Ailemin bana öğrettiklerinin her biri, o boşlukta yankı buluyordu. Annem bize insan olmayı öğretiyordu. Olmadığımız bir şeyin aksini... Bir seçimim vardı. Ama bu seçim, tüm hayatımın dönüm noktası olacaktı. Adımlarımı hızlandırdım, içimdeki boşluğu daha da derin hissederek. Annem sıkıca bana sarılmış bense onu daha sağlam kavramıştım. O anda, kararımı verdim. Kendi yolumda ilerleyecektim, kendi doğamı terk edemezdim. Karanlık ormanın derinliklerine ilerledikçe, ay ışığı ağaçların arasından süzülecek kadar zayıftı. Her bir ağaç, sanki bana bakıyormuş gibi hissediyordum. Uzaktan, kasaba görünüyordu; ama o küçük nokta gibi görünen yer, aslında çok daha fazlasını barındırıyordu. Kasaba, ateşler içindeydi. Cehennemden bir sahne gibiydi. Gökyüzü, kasabanın üstünde, yanan dumanlardan kararmıştı ve rüzgarın içindeki soğuk, karanlık bir tehdide dönüşüyordu. İçimdeki her şey bu gece, bir bilinçaltı fırtınası gibi dalgalanıyordu. Annem hala yanımda, kucağımdaydı. Onun varlığı, içimdeki boşluğu bir nebze olsun dindirse de, kararımdan geri dönüşüm yoktu. O kadar çok şey öğretmişti ki bana, ama şimdi, o öğretilerin ardında sakladığı soğuk yüzü daha net görüyordum. Annem insan olmayı öğretiyordu; ama biz, insan değildik. Biz "Maryinn," dedi annem, sesi yumuşak titrek bir sesle. "Biraz yavaşla." Uzun bir sıçrayış ardından yere sarsıntısız bir iniş yaptım. Artık geriye dönüş yoktu. "Evet, üzgünüm." dedim, sesimdeki kararlılık biraz da olsa fark ediliyordu. Ama veda edene dek anneme bir şey söylemeyecektim. Yavaşça başımı kaldırdım. Kasaba hâlâ uzakta, ama içimdeki kararsızlık, yavaş yavaş bir karar almamı istiyordu. Annemin gözlerinde bir yumuşama vardı, ama aynı zamanda bir kaygı da vardı. Annemi yere indirirken, “Mary,” dedi, bu kez sesi daha yumuşak ama daha bir içsel uyarı ile doluydu. "Burası güvenli mi?” Bir an, anneme bakarak derin bir nefes aldım. “Evet anne.” İçimdeki kararsızlık, bir yandan annemin sözlerine direniyor, diğer yandan ona karşı hissettiğim sevgiyle bir arada duruyordu. Bir süre sessiz kaldık, sadece geceyi dinleyerek. Ormanın içinde, gece hayvanlarının sesleri, kasabadan yükselen dumanın kokusuyla birleşiyor ve havada bir belirsizlik yaratıyordu. O an, gerçek bir terk edişin eşiğindeydim. “Bu hatayı bir daha tekrar etme,” dedi yeniden. “Bunu unutma. Bu ailenin sonu olmanı istemiyorum.” Yavaşça başımı hayır manasında salladım, ama gözlerimdeki kararsızlık hala çok belirgindi. "Bu mümkün değil. Sende biliyorsun.” Annemin gözlerinde bir değişim oldu. Onun yüzünde bir anlam aradım, ama o da çok şey saklıyordu. Bir yanda kaybetme korkusu, bir yanda güven ve sevgi… Bir an, gözleri bana derin bir anlamla baktı, sonra omuzları bir an gevşedi. İçindeki kaygıyı hissedebiliyordum, ama onu yine de gitmeye kararlıydım. Arkamızdan gelen sesler, fark etmeden daha yaklaşıyor gibiydi. Bunun babam olduğunu biliyordum. Annem bir adım geri çekildi ve elleriyle bana işaret etti. “Mary?” dedi, gözlerinde soru soran bakışlar vardı. "Sorun ne?” “Gidiyorum.” dedim, adımlarım geriye düşerken. “Kocan ve oğlun senin yanında, güvende olacaksın anne.” “Ne?” Yüzü şokla sarsılmış ve elini bana uzatmıştı. “Neden bahsediyorsun? Elizabeth, lütfen dur!” dedi annem, sesi şimdi daha dağınıktı, sanki bir çığlıkla birleşmeye çalışıyordu. “Maryinn!” Bir adım daha attım, geriye, karanlık ormanın derinliklerine doğru; “Aslında ani bir karar diyordum ama değilmiş. Ben uzun zamandır zaten bunu düşünüyordum. Bugün yaşananlar son kıvılcım oldu.” Elini uzatmaya devam etti, ama bu sefer onun ellerinde kaybolmuş bir umut vardı. Yüzü, bir zamanlar beni koruyan o güçlü, güven verici ifade yerine, tamamen kırılmış ve çaresizdi. Kelimeler, boğazımda düğümlenmişti. Bir yandan onu seviyor, bir yandan da yapmam gerekeni biliyordum. Anneme ne söyleyeceğimi bilemedim, ama aynı zamanda, yıllar içinde biriktirdiğim tüm bu duyguların, ona söylemem gereken sözlerin baskısı altında eziliyordum. Her adımımda, içimdeki fırtına biraz daha büyüyordu. “Mary… Bizim için her şey senin istediğin gibi değildi, biliyorum,” dedi annem, sesindeki üzgün ton hala sarsıntı içindeydi. “Ama beni bırakıp gitmek? Bunu hak ediyor muyum? Bunu hak ettik mi? Düzelebilirsin.” “Bunu hak etmedik,” dedim, gözlerim sabit, ama içimde bir boşluk hissiyle. “Ama bu, devam edemeyeceğimiz anlamına geliyor. Bizi birbirimize bağlayan şeyler, daha fazla bir anlam taşımıyor artık. Şu bağlar... Artık anlamsızlar.” Annemin sesi yavaşça silinmeye başladı, kalbimdeki sancı hafiflemişti. Ne annemin gözlerinde, ne de sesindeki titremede bir çözüm aramak istiyordum artık. Babam ya da ağabeyim onu güvende tutacaklardı. Ve annem de kocasını ve oğlunu sevecekti. Mükemmel aile olacaklardı. Geriye doğru bir adım daha attım, karanlık ormanın derinliklerine doğru. Arkama bir kez bile bakmadan, kasabanın küllerinden uzaklaşmaya başladım. Annemin son çağrısı, ruhumda bir yankı olarak kaldı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD