“Eğer bunu duymak istiyorsan, o zaman dinle. Ama unutma, geçmişim sana masallardaki gibi büyüleyici ya da romantik gelmeyecek. Bu, saf bir trajediden başka bir şey değil.” Tobias alaycı bir kahkaha attığında, ben gözlerimi devirdim. Ancak sessiz kaldı.
“1748 yılıydı,” diye başladı. Sesi o kadar yumuşak ama keskin bir tonla yankılandı ki, sanki o yılların sisli manzarasını odanın içine taşımış gibiydi. “Ben, Litvanya’daki bir kasabada doğdum,” diye devam etti. “Fazla kişinin bilmediği küçük bir kasabaydı. Yahudi mahallemizde büyüdüm, kasaba halkı arasında kendimizi hep bir kenarda, ama aynı zamanda çok yakında hissederdik. Babam, kasabanın tek hahamıydı. Annem, ise her zaman başkalarına yardım ederdi, en yoksul ailelere bile. Ben de büyürken hep ona yardım etmek isterdim. O, bizden daha büyük bir dünyaya inanırdı. Ama biz, her zaman başka bir dünyaya ait olduğumuzu hissederdik. Bir şekilde, kasaba halkı bizim gibi yabancılara hep uzak dururdu. Yine de, bizim yerimiz kasabanın tam kalbindeydi. Her şeyin bir yeri vardı orada, tıpkı bizim gibi.”
Bir süre sustu, dudakları kıpırdamadı, bakışları yavaşça boşluğa kaydı. Sanki gözlerinin önünde, yılların tozunu dahi silemediği o tek gece tekrar canlanmıştı. Odanın içindeki hava ağırlaştı; bir sessizlik çöktü ki sanki duvarlar bile geçmişin yüküne kulak kesilmişti. Tobias’ın gözlerinde bir karanlık belirdi, önce küçük bir kıvılcımdı bu—ama hızla yayılan, içini sarıp tüketen bir gölge gibi gözbebeklerine yerleşti. Sonra başını hafifçe sallayarak konuşmaya başladı.
“Ama...” dedi, sesi neredeyse fısıltıya yakındı, “Her şey bir gece değişti.” Sözleri bir kehanet gibi havada asılı kaldı. “O gece, kasabaya yaklaşan bir grup yabancı vardı. Yabancı derken, sadece dış görünüşlerinden söz etmiyorum. Onlar... başka bir düzene aittiler. Ruhları başka bir dünyanın soğuğunu taşıyordu. O gece... hayatımın dönüm noktasıydı. Henüz yirmi bir yaşındaydım. Hayatın sadece yüzeyini kazımıştım o güne dek. Ama o gece, karanlığın gerçek yüzünü gördüm. Saf kötülük... tenine değil, ruhuna işler.”
Yüzü, o karanlık anıyı yeniden yaşarken bir maske gibi değişti. Çenesi sıkıldı, kaşları çatıldı. “O soğuklardan biri... adı Coraline'di. Coraline Blackson. Kasaba meydanında ilerlerken onu gördüm. Bir kadın... ya da ilk bakışta öyle sandım. Sanki ay ışığı onun etrafında toplanmış, sadece ona hizmet ediyordu. Uzun siyah saçları, karanlığı yararak ışıldıyordu. Teninin solgunluğu gerçeklikten kopuk bir şeydi, neredeyse saydam, bir hayaletin bedeni gibi... ama en çok gözleri... gözleri beni dondurdu. Gümüş rengindeydi, içlerinde ne sıcaklık ne yaşam ne de umut vardı. Sanki gözlerimin içine bakarak bütün sırlarımı okumuştu. O an, içimde bir şey koptu. Anlamlandıramadığım bir korku sardı her yanımı.”
Derin bir nefes aldı, ama o nefes bile yetmedi içini soğutmaya. “Güneş çoktan batmıştı, ama o gece, karanlık farklıydı. Sis, her zamankinden ağırdı. Kasabanın üzerine yavaşça çöken bir kefen gibiydi, her şeyi sessizce örten bir ağıt. Ayak sesleri bile boğuk yankılanıyordu taş sokaklarda. Sonra... adımı duydum. 'Tobias' dedi. Yumuşak ama buyurgan bir ses. Tanıdık olmayan bir kadının sesiyle adımı duymak beni ürküttü. Dönüp bakmamla onu yanımda bulmam bir oldu. Gülümsemesi... tanrım, öyle büyüleyiciydi ki gözlerimi ondan alamadım. Ama altında gizlenen dehşeti hissedebiliyordum. Yüzümdeki şaşkınlık silinmeden, beni yere savurdu. Eski efsanelerden, kabuslardan çıkmış bir varlık. O bir vampirdi. Bilirsin eski korkutucu efsaneleri... Soğuk Beyazları.”
Sesi boğuklaştı, gözleri bir anlığına kapanıp açıldı. “Coraline beni öldürdü. En azından, benim bildiğim Tobias'ı... Yerine başka bir varlık doğdu. Bedenim yeniden inşa edildi. Her hücrem, her damarım, acıyla sarsılarak değişti. Alevler içindeymişim gibi yandım. Kemiklerim çatladı, derim söküldü, ama hayattaydım. Coraline başımı dizlerine yatırmıştı. Parmakları saçlarımda gezinirken kulağıma fısıldıyordu: ‘Bu acı, ebediyet için küçük bir bedel.’ Onun sözleri bir ninni gibi zihnime işledi. Ama o anda, içimdeki insan... sonsuza dek susmuştu.”
Bir an durdu. Odanın içindeki hava artık iyice ağırlaşmıştı. Sanki dışarıdaki gece, içeriye sızmıştı. Tobias'ın gözleri tekrar bana döndüğünde, içinde hâlâ o gecenin yankısı vardı. “Ailem... kasabam... Coraline’in klanı için bir ziyafetti. Onlar ölürken ben hayatta kalmıştım. Ama bu doğum, bir lanetten başka bir şey değildi. Açlıkla uyandım. Dizginlenemez, yakıcı bir açlıkla. Coraline, bunun ölümsüzlüğün bedeli olduğunu söyledi. Ama ben o gece sadece bir hayatımı değil, ruhumu da kaybetmiştim.”
Sözleri bittiğinde, odada kısa bir sessizlik oldu. Ama o sessizlik, boş bir sessizlik değildi. Sanki havadaki her molekül biraz daha ağırlaşmıştı. Zaman kısa bir anlığına yerinde saydı, nefesler derinleşti, gözlerin içindeki gölgeler kıpırdadı. Bu sessizlikte, anlattıkları kafamın içinde dönmeye başladı. Cümleleri yankı gibi zihnime çarpıyor, bazı kelimeler içimde keskin bir yere saplanıyordu. İster istemez geçmişi düşündüm. O eski, tozlu, karanlık ama sıcak günleri. Benim de bir zamanlar küçük bir klanım vardı. Hepsini tek tek hatırladım. Ailemin yanından ayrıldığım, her şeyin belirsiz ve güvensiz olduğu o yıllarda tanışmıştım onlarla. Belki de tanışmak doğru kelime değildi. Aslında beni onlar bulmuştu; ben de gelen şansı değerlendirmiştim. Belki bilinçli değildi yaptığım ama içgüdüseldi. Hayatta kalmak istiyordum. Güvende olmak. Bir yere ait hissetmek. Onları bana ait yapmıştım. Sevgiyle değil, sevgi aldatıcı bir duyguyla. Bizim aramızda ki efendi bağıydı. Dört kişiydik. Birbirimize hızlıca alışmış, kısa sürede uyum sağlamıştık. O zamanlar, her şey daha kolay gibiydi. Güzel günlerdi. Alexie, Kirill ve Isabel’e çok şey borçluydum. Onlar sayesinde yalnız kalmamış, nereye ait olduğumu hissetmiştim. Onlar ise bana ait olmuştu.
“Coraline beni eğitti.” Tobias’ın sesini yeniden işitince bakışlarımı ona çevirdim. “Onunla birlikte kasabaları, köyleri talan ettim. İnsanların karanlık korkularını gerçeğe dönüştürdüm. Onun oyuncağıydım, onun avcısı. Ama yıllar sonra, ona karşı çıkmayı başardım. Coraline artık düşmandan öte eski bir dost gibiydi. Ve işte buradayım; 250 yıl boyunca taşıdığım lanetle, insanlıktan geriye kalan ne varsa onunla yaşıyorum tatlım. Zevk ve yaşam tutkusuyla! Coraline bana bunları öğretti.”
“Ama nasıl?” diye sordum anlam vermeye çalışarak. “Nasıl intikam almak istemedin? Aileni ve sevdiğin insanlar bir gecede öldü.”
Tobias, gözlerinde derin bir boşlukla bana bakarken, bir an tüm oda sessizliğe büründü. Onun gözlerinde yalnızca zamanın getirdiği bir yorgunluk değil, aynı zamanda yitirilen şeylere duyduğu acı vardı. Bir anlığına, yılların ve kaybolan insanlığının ardında, gerçekten kaybetmiş olduğu her şeyin izlerini görebildim.
“Efendi bağı da vardı. Ama ben özeldim. Coraline tarafından seçilmiştim,” diye fısıldadı, sesi önceki karanlık tonda, sonra bir parça tiksintiyle yankılandı. “İntikam, başlangıçta düşündüğüm bir şeydi. Ki elbette intikamımı aldım. Coreline’nın yaratıcısı olan klan lideri Teo’yu, öldürdüm. Sonra bir bir diğerlerini. En son Coraline kaldı ama onu öldüremedim...” Derince yutkundu ve adem elması derisinin altında oynadı. “Sonuçta insanlar ölüme mahkûmdur. Ama ben... benim gibiler ölümsüzdür. Sadece hayatta kalmak ve bu cehennemden geçmek istiyordum. Zihnimde intikam arayışından başka bir şey yoktu, ama ölümsüzlük bir zaman sonra insanın ruhunu kısıtlayan bir şey haline geldi. Teo ve klanını da yok ettikten sonra içimde fazla öfke kalmamıştı. Zamanla, intikamın ne kadar zararlı olduğunu fark ettim. Sadece zevk için yaşa hayatımın anlamı bu olmuştu. Kendimi dönüştüğüm varlığın kölesi gibi görmeye başladım. Kuklaydım. Sadece beni şekillendiren, şekilden şekle sokan, acıyı, açlığı hissettiren o varlığa dönüşmüştüm. Bu artık benim gerçeğimdi.”
Tobias’ın sesi, daha da ağırlaştı. “İntikam almak, aslında özgürlüğü kaybetmek demekti. Zihnimin en derin köşelerinde, Coraline’in yaratıcı, efendi olarak tuttuğu o hiyerarşiyi yıkmak, bir arzu değil, bir zorunluluk haline geldi. Fakat... ne kadar uğraşsam da, özgürleşmedim. Kendimi ona her zaman borçlu hissettim. O gece, bana insanlığımdan neyi aldığını görebildim, ama onunla geçirdiğim yıllar da beni değiştirmişti. Hem ona, hem de ona karşı duyduğum o nefrete… Bir nevi Coraline beni kurtarmıştı ve beni kurtarıcısı haline dönüştürmüştü. Teo’yu öldürdükten sonra özgür oldum ve beni özgür kıldı. Azat etti.”
Bir an sessiz kaldı. Odanın her köşesinde, sözcüklerinin boşlukları içinde kaybolan anlamlar vardı. “Özgür olduktan sonra,” diye devam etti, “Coraline’a olan tüm kefaretimi ödemiştim. O ise aslında bana daha fazlasını borçlanmıştı. Efendi bağı ortadan kalktıktan sonra bile onu öldürmedim. Tersine eski efendim bana minnettardı.” Bu düşünce ile güldü. “Üstelik intikam, ölümsüzlük için bir bedel değil, bir sonsuz ağırlık olurdu. Ne kadar yaşarsan yaşa, seni sürekli aşağı çeker. Ölenler için yas tutmayı bırakalı uzun zaman oldu Mary.”
Bir süre sessiz kaldıktan sonra, sanki her şeyi söylemiş ve bir nebze de olsa rahatlamış gibi, derin bir nefes aldı. Yüzünde bir huzursuzluk, bir hüzün vardı. Gözlerinde yılların yansıması, kaybolmuş zamanın kesif karanlıkları beliriyordu. “Benim için, ölümsüzlük bir şekilde intikamın ötesine geçti. Ve bir noktada... sadece hayatta kalmayı, ve bu lanetle barıştım. Aslında benim için bir lütuftu.”
Bir an daha sessizliğe gömüldü, derin düşüncelere daldı. “Zamanla, Coraline’ın beni eğittiği o yıllarda öğrendiklerim, aslında nefretten daha önemli bir şeydi. İnsanlık... Benim kaybettiğim her şey... Ne kadar nefret etsem de, ne kadar düşmanım olsa da, o insanlık her zaman bir şekilde içimde var kaldı. Bunu inkar edemezdim. Zamanla, ben de onu insanlaştırmaya başladım. İyi ve kötü olarak birbirimizi değiştirdik. Coraline’ı öldürmek istedim bir kez, ama bunu yapmanın bana hiçbir fayda sağlamayacağını biliyordum. Beni azat ettikten sonra bile .”
Tobias, gözlerini bana çevirerek bir an daha derin bir nefes aldı. “Hayat hikayem bu Mary. Sormana şaşırdım ama sen daha şaşkın görünüyorsun tatlım.”
Sözleri odada yankılandı, sanki bir kayayı yerinden oynatmış gibiydi. Ne diyeceğimi bilemedim. Tobias’ın geçmişindeki kayıplar ve acılar bir anda tüm gerçekliğiyle gözlerimin önüne serildi. O, zamanla barışmak zorunda kalan, ölümsüz bir vampirdi. Bütün bir yaşam, bir ölümsüzlük sancısı gibi son bulmuştu. İlk kez, bu kadar uzun süre boyunca konuştuğumuzu fark ettim. Zihnim, söylediklerinin derinliklerinde kaybolmaya başlamıştı. Sanırım Tobias ile ilk kez bu kadar uzun süre konuşmuştuk. Aslında ben onu ilk kez bu kadar uzun süre dinlemiştim. Merak duygumu uyandırabilmişti.
Bir süre sessiz kaldık, ne ben ne de Tobias bir kelime söyledik. O kadar derin bir sessizlikti ki, kalbimin her atışını duyabiliyordum. Bir yandan da, her kelimenin üzerine daha çok düşünmem gerektiğini hissediyordum. Tobias’a bakarken, sanki ilk kez bir yabancıdan daha fazlasını görüyor gibiydim. O an, ne kadar farklı bir dünyadan geldiğini, ne kadar eski bir geçmişin yükünü taşıdığını tam olarak hissedebiliyordum.
Sonunda Tobias, gözlerini tavana çevirdi, sanki geçmişin gölgeleri tekrar üzerine çökmüş gibiydi. “Zamanla hiçbir şeyin geri getirilemeyeceğini öğrendim,” dedi. “Ama bu acının, yalnızlığın, ve kayıpların bende bıraktığı boşlukla nasıl başa çıkacağımı hala bilmiyorum bebeğim. Belki sen bana yardımcı olabilirsin.”
“Üzgünüm.” dedim sadece. “Yardımcı olamam.”
Tobias gülümsedi, ama gülüşü boştu, hiçbir anlam taşımıyordu. “Sorun değil tatlı Mary’m.” Beni kollarıyla yeniden sarmalayarak, çıplak bedenlerimizi birbirine bastırdı. “Böylesi de güzel.”
Bir süre sessiz kaldıktan sonra gözlerini tekrar bana çevirdi, sanki bana bakarken bir şeyler daha görmek istiyordu.
“Peki, hala bir hedefin var mı? Hala bir şeyler için yaşıyor musun, Tobias?” diye sordum, merakla.
O an, gözleri bir anda karardı. Sanki bir anlık bir boşlukta kaybolmuş gibiydi. “Bazen... Yalnızca hayatta kalmak istiyorum,” dedi, sesinde çok derin bir acı vardı. “Ama bazen, birinin seni anlaması, sana değer vermesi... O anları yaşamak, beni biraz olsun yaşatıyor. O kadar yıl geçtikten sonra, birinin sana dokunması, sana sımsıkı sarılması, seni anlaması... Bunlar gerçek olan şeyler. Elbette hayat umduğumuz, hayal ettiğimiz şeyleri bize vermiyor.”
Gözlerimi ondan ayırmadan dikkatle dinledim. “Ama yine de yalnızsın, öyle değil mi? Hiçbir şeyin, kimseyi senin gibi anlamadığını biliyorsun. Hiçbir şey kalmadı değil mi, Tobias?”
Tobias’ın gözleri, dipsiz bir kuyunun içi gibi kararıyordu. İçinde yankılanan geçmişin çığlıkları mıydı, yoksa suskun bir boşluk muydu, ayırt edilemiyordu. Başını hafifçe salladı; bu, kabullenmenin değil, çökmüş bir adamın kendine duyduğu hayal kırıklığının hareketiydi.
“Her şey gitti, Mary,” dedi, sesi kuru, kırık, neredeyse fısıltı gibi. “Ailem, kasabam… beni insan yapan her şey. Coraline’den sonra içimde kalan ne varsa çürüdü. Ölümsüzlük mü?” Gülümsedi, ama o gülümseme bir yaraya bastırılan el kadar soğuktu. “Ne çıkar ki? Bir vampir neyin peşinden koşabilir? Ne geçmiş, ne gelecek. Sadece sonsuz bir şimdi... Ve onun içinde boğulan bir yalnızlık. Kimse seni anlamaz. Kimse gözlerinin içine bakmaz. Geriye kalan sadece kan arzusu… ve içten içe kemiren o bitmeyen açlık. Kendi gölgene bile yabancı oluyorsun. Bir klanın olsa bile bu gerçeği silemezsin. Sadece daha kalabalık bir yalnızlık yaşarsın.”
Sessizlik odaya yavaşça yayıldı, duvarlara sinen rutubet gibi. Nefesim daraldı. Sonunda, bir anda doğruldum. Hareketlerim mekanikti, neredeyse öfkeyle karışık bir kararlılıkla bluzumun sıyrılmış kollarını çektim. Karnıma doğru kaymış sutyenimin askılarını omuzlarıma yerleştirip düğmelerimi tek tek ilikledim. Parmaklarım titremedi. İçimdeki kırgınlık, soğuk bir güç gibi damarlarımda dolaşıyordu.
“Siz bundan ibaretsiniz,” dedim, sesim buğulu ama keskin. “Bense diğer yarım hâlâ insan olduğu için şükrediyorum.”
Tobias cevap vermedi. Gözleri, duvardaki bir çatlağa takılı kaldı; sanki içindeki her kırık, o çatlağın arasına sıkışmıştı. Ama sonra başını çevirdi, bana baktı. Boşluğun içinden çıkan bir bakıştı bu. Sessizce gülümsedi. Acının da gülümsemesi olurdu; bu, onunkiydi.
Pantolonumu savrulduğu yerden aldım, hızlıca giyinirken onun bakışlarının üzerimde olduğunu hissettim. Masanın kenarına hâlâ çıplak bedeniyle yaslanmıştı; yüzü karanlık gölgelerle parçalanmış gibi görünüyordu.
“Yine de,” dedi sonunda, sesi daha derinden, daha insani bir yerden geliyordu bu kez, “Hâlâ insansın. İçinde bir kıvılcım var. Ve bu... seni Araf’ta yapar, Maryinn.” Gözlerini kısıp beni süzdü, kelimeleri neredeyse bir mühür gibi yavaş döküldü dudaklarından. “Ben ne olduğumu biliyorum. Benim gibiler, biz, kim olduğumuzu çok iyi biliriz. Ama sen… Güzelim, sen hâlâ nerede durduğunu bilmiyorsun.”
Bakışlarımı ona çevirdim. Bu kez gerçekten bana bakıyordu. Önceden görmediği bir şeyi yeni fark etmiş gibiydi. Gözlerinde yankılanan şey, hayranlık ya da özlem değildi. Daha çok, anlayışla karışık bir kayıptı.
Omuz silktim. Bu oyunların bir parçası olmayı çoktan reddetmiştim. Ceketimi aldım, kollarıma geçirirken soğuk kumaş tenime değdi. O dokunuş, bana hâlâ canlı olduğumu hatırlattı.
“Evet,” dedim, kapıya yönelirken. “Bir şekilde... yarı yarıya. Ve işin en güzel yanı da bu Tobias. İstediğimde ya vampir ya insan olabiliyorum. Sizin aksinize, benim seçim yapma hakkım var.”
Tobias’ın yüzünde, önce bir şaşkınlık sonra da biraz kaybolan bir hayal kırıklığı belirdi. Bir an için beni süzdü, sanki söylediklerim onu incinmiş miydi? Ama hemen ardından, daha önce hiç görmediğim bir şekilde, bir gülümseme belirdi dudaklarında. “Yarı yarıya… Ama bu gerçekten de seni özgür yapıyor, değil mi?” dedi, sesinde bir anlam aradım.
Gözlerimi ondan ayırmadan, ceketimi tamamen giydim ve oda boyunca birkaç adım attım. “Evet,” dedim. “Hangi tarafı seçebileceğimi bilmek, her şeyin tam olarak ne olduğunu anlamamı sağlıyor. O kadar yıllık ölümsüzlüğünüzün, yıllarca kaybolmuş hissiyatlarınızın ve ölülerin ardında bıraktığınız yalnızlıkların arasında, ben seçim yapabilirim. Tatlı Mary olabilirim ya da Kanlı Mary...”
Tobias bir süre sessiz kaldı, gözleri hala bana odaklanmıştı. Her zamanki gibi, onu çözmek zorlayıcıydı, ama bu sefer bir şeylerin değiştiğini hissedebiliyordum. O, bana bakarken yalnızca bir vampir değil, ölümsüz bir yaratık da değildi. Bir şekilde, her bir sözcüğünde, yaşadığı sonsuzluğun acısını hissedebiliyordum. Bir zamanlar insan olan, fakat zamanla bu kimlikten sıyrılmış bir varlık… Ve şimdi, bu varlık, benimle bir bağ kurmaya çalışıyordu. Ya da belki de, sadece varlığını hissettirmeye. Bu aşk değildi, kesinlikle değildi. Kendime bu düşünceyi sık sık hatırlatıyordum.
Bir adım daha attım ve yanındaki masanın ucuna oturdum. Tobias hala beni izliyordu, ama bu sefer gözlerinde bir kırılma vardı. Bir çatlak, bir insan kalbinin izleri gibi…
“Belki de gerçekten de farkımız bu,” dedim, yavaşça. “Benim seçimlerim, benim kimliğim, benim insanlığım… Bu kadar kayıptan sonra, hala bir parçam var. Ama sizin neyiniz kaldı ki, Tobias? Sadece sonsuzluk. Ve tatmin edilemeyen kan arzusu.”
Tobias başını hafifçe eğdi, gözlerinde eski acıların izleri belirirken, derin bir nefes aldı. “Her şey geçti, Mary. Her şey bitti, ama içimde hala bir şeyler var… Bunu bazen unutuyorum. Ama yine de bir şeyler var.”
O an, sanki tüm oda bir anlığına durdu. Gözlerimiz buluştu. İkimizin de içindeki boşlukları görebiliyorduk. O, belki yıllarca kaybettiği insanlığına kavuşmayı ben ise insan kalmayı bir şekilde umut ediyordum. Bazen her şeyin kaybolmuş olması, bir yerde yeni bir başlangıcın habercisiydi. Ama Sara’nın kaybı sadece kaos getirmişti.
Gözlerimdeki karanlığın yansımasını hissedebiliyordum. Sanki içimde bir şey çatladı o an, sessizce, gürültüsüz ama derinden. Her şey birbirine karışmıştı. İnsanlık, vampirlik, acı, kayıp... Ruhumun kıyısına kadar gelen ve orada hapsolmuş duygular gibiydi. Tek bir düşünce bile bütün dengemi bozuyordu. Bir zamanlar kim olduğumu hatırlamaya çalıştım; ne kadarını hâlâ taşıyordum? Ne kadarı Tobias’ın aynasında silinmişti?
Hava, odanın içinde ağır bir sis gibi asılıydı. Nefes almak zor değildi ama içime çektiğim her şey soğuktu. Zihnimin kıyısında çınlayan hatıralar, bir fısıltı gibi dolaşıyordu.
Tobias sessizce yaklaştı. Ayak sesleri bile görünmez duvarları delip geçiyordu. Yanımda durduğunda, teninin yaydığı o loş sıcaklık tenime değdi sanki. Hiçbir şey söylemeden bir an durdu, sonra başını bana çevirdi. Gözlerinde yumuşayan ama altında biriken bin yıllık yorgunluğu barındıran o bakışla konuştu:
“Gerçekten bu kadar mı farklıyız, Mary?” dedi, sesi bir yara gibi açıldı içimde. “Beni sevemez misin?”
Sözleri, göğsümde görünmeyen bir düğüm gibi çözüldü ama kalbim hâlâ soğuktu. Başımı hafifçe eğdim, gözlerimi kaçırmadan, sesimi titretmeden cevapladım.
“Hayır,” dedim. “Ve bunun için üzgün değilim.”
Sözlerim odaya çarpıp yankılandı, ama Tobias sessiz kaldı. Sanki cevabımı zaten biliyormuş gibi… ya da bu ihtimale kendini hazırlamış. Zaman, birkaç saniyeliğine orada durdu; kalbimizin atışlarını sayabileceğimiz bir boşlukta.
Sonra Tobias, derin bir nefes aldı. Gözlerini kapatıp, hafifçe başını salladı. Dudaklarının kenarında kederle süzülmüş bir tebessüm belirdi—zarif, ama kırık.
“Peki,” dedi, neredeyse alayla karışık bir nezaketle, “bir centilmen olarak sizin gibi bir hanımefendiye daha fazla ısrar edemem galiba.”
Sözleri, içimde bir çatlağa denk geldi. İstemeden de olsa gülümsedim. Bu, o gerginliğin içinde bir damla su gibiydi, serin ama çok geçici. “Sen bir centilmen olabilirsin…” dedim, ona doğru bakarken, sesim biraz daha alçaldı. “Ama ben kesinlikle bir hanımefendi değilim.”
Tobias, sözlerimi duyar duymaz yüzünde şaşkın bir ifade belirdi, gözlerinde soru belirdi. Ama hemen ardından, bir iç çekişle yavaşça gülümsedi. “Bence seninle önce ki yüz yıllarda tanışmış olsaydık, seni kesinlikle mutlu ederdim.” Gülüşü, önceki boş gülüşlerinden farklıydı. Dostaneydi. “Belki bizim için en yanlış zamandır tatlı Mary’m.”
“Sanmıyorum.” diye mırıldandım, gözlerimin önü derin bir düşünceyle bulanıklaşırken. “Yüksek ihtimalle seni gördüğüm yerde öldürür, kafanı bir kazığa geçirirdim.”
Tobias sırıttı.
Yavaşça yere eğildim. Derin, bastırılmış bir öfkeyle pantolonunu yerden alıp yüzüne doğru fırlattım. Kumaş, yüzüne çarpıp omzuna düştü. Sesimde keskin bir soğukluk vardı, cümlelerim odanın içinde yankılandı.
“Benim için potansiyel bir düşman olurdun,” dedim. Dudaklarımda acı bir kıvrım, gözlerimde karanlık bir parıltı vardı. “Seni vahşice öldürür ve bedenini parçalardım. Ve bunu yalnızca zevk için yapardım. Sırf içimden geldiği için. Bir sebep olması gerekmezdi, Tobias.”
Sözlerim havada bir jilet gibi keskin asılı kaldı. Odaya ağır bir sessizlik çöktü; içimize işleyen bir uğultu gibi.
Tobias, gözlerini kısıp derin bir nefes aldı. Sesinde bir şeyler kırılmıştı ama hâlâ ayakta duruyordu. Pantolonunu sessizce aldı, bacaklarını içine geçirdi. Soğukkanlı bir şekilde fermuarını çekti ve düğmelerini iliklerken başını eğmeden konuştu:
“Seni öyle hayal edemiyorum,” dedi. Sesi, gerçeklikle savaşan bir fısıltıydı. “Kötü ve vahşi bir yırtıcı gibi... hayır. Bu sende yokmuş gibi geliyor.”
Gülümsedim. Gülüşümde geçmişin lekeleri vardı, hâlâ silinmemiş kan izleri gibi.
“Aslında öyleydim,” dedim, içimde hâlâ yanan eski benliğime bir selam gönderir gibi. “Çocuklara... hamile kadınlara bile acımadığım zamanlar oldu. Gözlerinin içine bakıp boğazlarını yırtardım. Ne hissettiklerini önemsemeden. Hatta bazen hissettiklerini merak bile etmeden... sadece sessizlik isterdim. Ve onları susturmak kolaydı.”
Bir süre sessizlik hüküm sürdü. Konuşacak bir şey kalmamış gibiydi. Ya da çok fazla şey vardı, o yüzden hiçbir şey söylenemiyordu. Nefes alışlarımız birbirine karıştı. Odadaki hava yoğun, neredeyse dokunulabilir bir hâl aldı. Sanki kelimeler, duvarlara çarpıp çöküyordu, yutuluyordu.
Tobias’ın yüzü karanlığın içinde soluk ve yorgun görünüyordu. Her zaman kontrol sahibi gibi duran bakışları bu kez bulanıktı, geçmişin hayaletleriyle doluydu. O an, benden duyduğu şeyin onu sarsmış olduğunu açıkça görebiliyordum. Yargılamıyordu. Ama kırılmıştı. Ve belki biraz da korkmuştu.
Gözlerini yavaşça bana çevirdi. Sesi kısık ama taşıdığı anlam derindi. “Kanlı Mary...”
O iki kelime, geçmişimden damlayan lanetli bir unvan gibi içimi titretti. Tobias’ın gözlerinde hâlâ bir sarsıntı vardı. Ama bu sefer yalnızca dehşet değil, bir tür hayal kırıklığı da vardı.
“Bu,” dedi, sesi bir zamanlar duyduğum başka bir Tobias’a ait gibiydi, “bir mecaz değildi.”
Sözleri, geçmişin gerçekliğini şimdiki zamana taşıdı. İçinde ironi yoktu. Sadece acı bir teslimiyet vardı.
Başımı hafifçe eğdim. Sessizce gözlerine baktım. Göz bebeklerinde hâlâ beni tanımaya çalışan bir yabancının izleri dolaşıyordu.
“Belki,” dedim. Kelime, havaya karışırken boğuk ve küskündü. “Ama bu şimdi önemli değil
Tobias, başını geriye yasladı ve derin bir nefes aldı. Sanki içini yakan bir gerçeği ciğerlerinden söküp atmak istiyordu. Sonra, yavaşça ama içten bir tonla konuştu. “Bana geçmişinden bahsetmeni isterim. Benim sana anlattığım gibi. Karanlık da olsa duymak isterim, Mary.”
Gözlerimi ondan ayırmadan, derin bir iç çekişle cevabımı verdim: “Başka bir zaman. O zamana kadar şu Wampirlerle, benim için bir buluşma hazırla.”
Tobias bir an için durakladı, gözleri biraz daha karanlıklaştı. Sanki istediğim, gerçekten istediğim şey onun da içine işlemeye başlamıştı. O an, içimdeki boşluğun derinleştiğini hissettim. Onunla ne konuştuğumuzu, birbirimize ne söylediğimizi tam olarak anlamıyorduk ama bir şeyler havada asılıydı, keskin ve anlaşılmaz.
“Bir buluşma,” dedi sonunda, sesi hala biraz boğuk ve kalındı. “Onları kazığa oturtmazsın değil mi?”
Gözlerim ona kilitlenmişti. “Hayır Tobias,” dedim. “Ama onlara güvenmemi istiyorsan, bana kendilerini kanıtlamalılar." Tobias’a bir adım daha yaklaştım. “Anlıyor musun?”
Tobias, beni izleyerek başını salladı ve ardından yavaşça, ancak kararlı bir şekilde, ellerini açtı. “Nasıl istersen, tatlı Mary’m. Onları seveceksin.”
Gözlerim Tobias’ın ellerine kaydı. Ellerinin açıklığı, bana verdiği bir tür teklif gibi görünüyordu. Sanki o eller, bana bir şey vaat ediyordu, ama içimdeki duvarlar, bu tür vaatlere yer bırakmıyordu. Tobias’ın sözleri bir yanda içimi ısıtsa da, diğer yanda kalbimdeki karanlık köşelere sızıyordu. İçimde bir boşluk, bir çatlak vardı. Bu boşluk, ona güvenmeme engel oluyordu. Bir an için her şey donmuş gibiydi, oda sessizliğe gömülmüştü. Zaman bir anlığına durmuş gibi hissettim.
“Onlara güvenmek için erken,” dedim, sesim biraz da olsa titreyerek, ama aynı zamanda içimdeki sertliği hissettirecek kadar kararlıydı. Gözlerimdeki soğukluk, söylediklerimi daha da keskinleştiriyordu. “Ölmemek için bir şansları olacak. Hepsi bu.”
Tobias, söylediklerime derin bir bakışla yanıt verdi. Ama bir şey vardı, gözlerinde kaybolan o eski sertlik yoktu. Bu, onu daha tehlikeli kılıyordu. Sanki daha fazla düşünmüş, daha fazla karanlıkla iç içe geçmişti. Gözlerinde parlayan bir şeyler vardı—belki de benim içimdeki karanlıkla uyum sağlamaya çalışan bir parıltıydı bu. Ama ben onunla aynı seviyede değildim. O, o karanlıkta kaybolmuştu. Ben ise onu kontrol edebilecek kadar güçlüydüm. O yüzden baş edemezdi.
“Bir şansları olacak,” diye tekrar etti, ama bu seferki ton farklıydı. Biraz daha derinden, biraz daha kaygılı bir şekilde. “Ve seninle çalışmak zorunda kalacaklar, Mary. Bunu unutma. Bana iyilik borçları var ve ben bu borcu sana yardım etmeleri için kullanacağım.”
Tobias’ın söylediklerinin ne kadar ciddi olduğunu hissettim. Her kelimesi, derin bir tehdit taşıyor gibiydi, ama aynı zamanda onun o derin karanlıkta kaybolmuş olan yönünü de ortaya çıkarıyordu. Bir adım daha attım, gözlerim hâlâ onun üzerinde. Tobias’ın bakışlarındaki derinlik, her geçen saniye daha da büyüyordu. Gözlerinde karanlık bir parıltı vardı, ama ben hala ondan farklıydım. Onun içindeki boşluğu, kendi içimdeki boşlukla karşılaştırarak daha net bir şekilde görebiliyordum. O, ne kadar tehlikeli olsa da, kaybolmuştu. Benim ise hâlâ bir yolum vardı, bir yönüm vardı, bir insanlığım vardı.
“Bu sadece basit bir konuşma olacak,” dedim, sesimdeki alaycı tınıyla. “Hatta dostane bir tanışma.”
Tobias, gülümsedi. Ama bu gülümseme, bir gözdağı gibiydi. Anlatması güç, ama gözlerinden yayılan tehlikeyi net bir şekilde hissedebiliyordum. Yavaşça yaklaşıp, kulağıma fısıldadı: “Seninle her şey mümkün, tatlı Mary’m. Ama onları sakın kızdırma.”
Fısıldadığı sözler, odada yankılandı. Keskin ve soğuk. O an, içimdeki boşlukla baş başa kaldım, ama bu boşluk, hiç olmadığı kadar güçlüydü. Onunla bu oyunun içine girmek, bir yandan bana cesaret verirken, diğer yandan derin bir tehdit hissi yaratıyordu. Tobias’ın sözleri beni bir anlamda çekiyordu, ama aynı zamanda ona güvenmemenin getirdiği korku ve tehlike duygusu da içinde büyüyordu. Ancak buna rağmen, Sara için bu riski almaya karar vermiştim. Onlara söylediklerinin bedelini ödetecektim.
Tobias’ın gülümsemesi, her zaman olduğu gibi tehlikeli ve hoştu. Ama bu sefer, gözlerindeki o eski ışıltıyı bulamıyordum. Gözlerinde kaybolmuş bir şey vardı. Yavaşça geri adım attım, ama bu hareketim ona olan mesafemi değiştirmedi. Yüzüne daha yakından bakarken, ifadesi sabit kalmıştı. Ama içimde bir şeyler değişmişti. O eski tehditkar havası yoktu. Artık bana daha yakın, daha insana dair bir şeyler vardı.
“Onlara zarar vermek gibi bir niyetim yok, Tobias,” dedim, ciddiyetimden taviz vermeden. “Ama asıl onlar beni kızdırmamalı. Anladın mı?”
Tobias bir an sessiz kaldı, gözleri hafifçe daraldı. Sanki söylediklerim ona ulaştı ama bu, ona dair hislerimi daha da karmaşık hale getirdi. Gözlerinde bir değişim belirdi. Şüphe, bir zamanlar görmediğim şekilde belirdi. Ama bu şüphe, ona dair hislerimi daha da derinleştiriyordu. Onun ne kadar güçlü olduğu, aslında ne kadar kaybolmuş olduğuyla doğru orantılıydı. Ve o kaybolmuşluk, beni daha çok tehdit ediyordu.
“Anladım,” dedi, sesi artık net ve kararlıydı. “Anladım, Maryinn.”
Sözlerindeki güven, hala beni rahatsız ediyordu. Ama gözlerindeki o karanlık parıltı, hissettiklerimi daha da karmaşıklaştırıyordu. Bir adım daha attım, kalbimdeki huzursuzluk ve arzum arasında sıkışıp kalmışken, içimdeki soğukluk daha da arttı. “Gidiyorum.”
Tobias, sessizce bana baktı, gözlerinde bir kıvılcım yanmaya başlamıştı. Başını hafifçe salladı, ama bir yandan da gözleri bir şeylere kilitlenmiş gibiydi. “İstediğini alacaksın, Mary. Sana verdiğim, sözü tutacağım.”
Bunu söylerken, gözlerimden bir ışıltı kaydı. Havanın keskinliğinde, ona havada bir öpücük attım ve göz kırptım. “Başka bir seçeneğin yok,”
Tobias bir an için gözlerinde şaşkınlıkla karışık bir şeyler gördüm. Ama hemen ardından, beliren o gülümseme, bana hala olan meraklı hayranlığının değiştiğini gösteriyordu.