7. BÖLÜM BAY SİNCLAİR 4/2

2673 Words
Samantha birden kolumu tutup çekiştirdi. Parmaklarının gerginliği, tenime işlemişti. Kalabalıktan uzak, okul binasının gölgesine düşen sessiz bir köşeye doğru yürümeye başladık. Orada rüzgâr biraz daha az hissediliyor ama gerilim, etrafımızdaki taş duvarlara çivilenmiş gibiydi. Dışarıdaki uğultu, buraya kadar hafiflemişti ama hâlâ bir şeylerin ters gittiğini her hücremizde hissediyorduk. “Mary,” dedi Samantha, gözlerini gözlerime dikerek. Sesinde, ilk defa açık bir tedirginlik vardı. “Bu işler... çok garipleşti. Sence bu, Sara ve diğerleriyle mi ilgili? Yoksa…” Gözlerini kaçırdı, dudaklarını ısırdı. “…yoksa yeni bir kayıp mı var? Maxine Littman bulunalı çok olmadı. Bir an tereddüt ettim. Yanaklarımın soğukta sızladığını fark ettim. Cevap verirken, kelimeler dudaklarımda yavaşça şekillendi. “Sara’yla mı ilgili bilmiyorum,” dedim sonunda. Sesim neredeyse fısıltıydı ama taşıdığı ağırlık, içimde çınladı. “Ama öğreneceğim.” Samantha bir an duraksadı. Yüzündeki endişeyi saklamak için gözlerini hızla kaçırdı, sonra tekrar polis memurlarına çevirdi. Yutkundu. “Nasıl öğrenmeyi planlıyorsun?” Bu soru içime buz gibi bir ürperti saldı. İçimde bir şey kıpırdandı—hem korku hem de durdurulamaz bir dürtü. Cevabım, beklediğimden daha yüksek ve keskin çıktı. “Doğrudan sorarak.” Sözcükler havayı yardı. Sesim, kalabalığın uğultusu içinde bile yankı bulmuş gibiydi. Samantha irkildi. Gözlerini kocaman açtı. Ama ben durmamıştım. İçimde, göğsümün altında bir şey hızla çarpıyordu. Sanki kalbim değil, bir içgüdüydü. “Sadece izle,” dedim. Adımlarımı hızlandırırken içimde bir kararın soğuk netliği vardı. O an, yan tarafımızdan gelen bir sesle ikimiz de durduk. İnce, kararlı ve biraz da sinirli bir tını vardı bu seste. “Seni duydum. Başını belaya sokacak bir şey yapma.” Anastasia yanımızda belirmişti. Varlığı bir gölge gibi sessiz ama etkiliydi. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, kaşlarını çatmıştı. Yüzünde tipik ifadesi—rahatsızlıkla karışık bir tedirginlik —vardı. “Başını belaya sokacak bir şey yapma, Mary,” dedi. Sesi ne bağırıyordu ne yalvarıyordu—ama taşıdığı ciddiyet bir uyarıdan fazlasıydı. O an, rüzgârın arasından geçen birkaç kelime gibi yankılandı kulaklarımda. Başımı çevirip ona baktım. Siyah saçları rüzgârla yüzüne savrulmuştu, ama gözleri sabit, dikkatliydi. “Lütfen “ Ama ben kararımı çoktan vermiştim. Sert adımlarla yürümeye başladım. Ayaklarımın betona vuruşu, sanki bir ritüelin başlangıcını bildiriyordu. Kalabalığın seyrekleştiği noktada, bir polis memurunun doğrudan bana baktığını fark ettim. Hareket etmiyordu. Sanki beni bekliyordu. Yüzü, başındaki koyu renkli polis şapkasıyla kısmen gölgelenmişti. Gözleri net seçilmese de, bakışları bedenimi delip geçiyordu. Diğer polislerden farklıydı. Üniforma giymemişti. Onların arasında sivil kıyafetleriyle hemen ayırt ediliyordu. Ama bu rastgele bir giyim tarzı değildi. Her parça, dikkatle seçilmiş gibiydi: Koyu renkli, diz hizasında biten ağır bir ceket, içinde tertemiz beyaz bir gömlek. Ceketin altında, kemer hizasında beliren silah kabzası, detaylara ne kadar özen gösterdiğini açık ediyordu. Gömleğin yakasındaki düğmeler bile parlamıyor, dikkat çekmiyordu. Tıpkı onun gibi. Şapkasını yavaşça çıkarıp başını hafifçe kaldırdığında yüzü tamamen ortaya çıktı. Sarı saçları, bulutlu gökyüzüne rağmen belli belirsiz bir ışıltı taşıyordu. Tertemiz ve arkaya taranmıştı, bir tel saç bile yerinden oynamamıştı. Disiplinli birine benziyordu. Keskin çene hattı, düzgün burun ve tanımlı elmacık kemikleriyle yüzü neredeyse heykelsiydi. Ama asıl dikkat çeken, açık mavi gözleriydi. Soğuk ama net… Sanki bir yalanı, henüz söylenmeden anlayabilen türden bakışlar. Onlarla karşılaştığınızda, saklayacak hiçbir şeyiniz kalmıyordu. Bakışlarımız kesiştiğinde, hafifçe başını yana eğerek beni süzmeye başladı. Bu, sıradan bir merak değildi. Bir çözümleme, bir ölçüm vardı o bakışta. Sanki içimde sakladığım her parçayı tek tek ayıklıyordu. Ben ilerledikçe, o sabırla yerinden kıpırdamadan duruyor, yalnızca gözleriyle beni takip ediyordu. Gelişimi izlerken, tüm dikkatini bana yönelttiğini hissedebiliyordum. Bu adam sıradan biri değildi. Bu, dosyalarda adını görmediğim türden biri… Varlığı bile kayıtlara geçmeyecek kadar üst düzeydi belki de. Harry'yi ve Şerif Departmanı’ndaki diğer tanıdık yüzleri görmeye alışkındım. Ama bu adam… başka bir ligdeydi. Belli ki dışarıdan getirilmişti. Ve o burada olduğuna göre, durum ciddiyetin ötesindeydi. Adımlarım yavaşladı. Nihayet, sadece birkaç adım uzağında durdum. Aniden çevrem sessizleşti. Rüzgâr, uğultusunu bile yutmuş gibiydi. Kalabalığın sesi, araçların motorları, uzak korna sesleri... hepsi arka planda buharlaşmıştı. Şu an yalnızca o ve ben vardık. Ve aramızda, görünmeyen ama yoğun bir gerilim duvarı yükselmişti. O hâlâ susuyordu. Sanki beni ilk konuşmaya zorlayan, kelimeleri kendiliğinden dökmemi bekleyen biri gibiydi. Ama hemen başlamadım. Gözlerim, onun beden diline kilitlendi. Şapkasını yeniden başına geçirdi, ardından ellerini yavaşça ceketinin ceplerine soktu. Yüzünde hâlâ o taş gibi ifadesizlik hakimdi. Ama bu ifadesizlik, bir gizlenme biçimiydi. Yüz kasları ne gevşekti ne gergin… Tam olarak gerektiği gibiydi. Soğukkanlı. Ölçülü. Ve içten içe tehlike sinyalleri veriyordu. Göğsünden sarkan ince bir zincirin ucundaki hacı fark ettim. Ustaca, gömleğin düğmeleri arasına gizlenmişti. Neredeyse görünmeyecek kadar ince ama varlığını hissedecek kadar anlamlıydı. Bir inanç göstergesi miydi, yoksa yalnızca bir hatırlatıcı mı? Emin olamıyordum. Ama bu adamın detaylara verdiği önemi göz ardı etmek mümkün değildi. Bana başıyla hafifçe bir işaret verdi. Konuşmam için açık bir davet. Ama bu bir nezaket değil, daha çok bir ne var gibiydi. Ben nefesimi tuttum. Boğazımda biriken soğuk havayla birlikte, içimde birikmiş soruları bastırdım. “Efendim.” dedim, sesim alıştığımdan daha sert ve kontrolsüz çıktı. Adam hafifçe başını yana eğdi, neredeyse küçümseyen bir tavırla, ama cevap vermek için acele etmiyordu. “Neden Frost Lisesindesiniz? “Elizabeth Maryinn Fox,” dedi sonunda. Sesi, karanlık bir koridorda yankılanan bir adım gibi—derin, ölçülü ve bir o kadar da ürkütücüydü. Her hecesi, dikkatle seçilmiş gibi. “Sen o’sun, değil mi? Beni senin hakkında uyarmışlardı.” Adımın onun dudaklarından bu şekilde çıkması, içimde aniden buz gibi bir ürperti yaydı. Boğazımdaki kuruluğu yutkunarak bastırdım. Onunla zekâ oyununa girmek gibi bir niyetim yoktu. Ama bu cümle... Bu kadar doğrudan söylenmiş bir şey, başka bir açıklamayı beklemezdi. Tek bir cevap kalıyordu bana: Harry. “Şerif Harry,” dedim kısa ama net bir tonla. “O mu uyardı sizi?” Riley, bu ismi duyar duymaz gözlerinde kısa, neredeyse fark edilmez bir parıltı oluştu. Bir sıcaklık değil bu; daha çok, saklanmış bir bilginin yüzeye çıkışı, bir teyit gibiydi. O an, içimde sezgisel bir kıpırtı oldu—Harry hakkında zaten her şeyi bildiğinden emindim. “Harry bir aylık bir izne ayrıldı,” dedi. Sesi yine net, sanki bir dosyadan okur gibiydi. “Duyduğuma göre bir av kazası geçirmiş.” Bu kelimeler, içimde sert bir yere çarptı. Midemde bir ağırlık oluştu. Duygularımı kontrol etmeye çalışsam da, sesim istemsizce biraz yükseldi. “Durumunun bu kadar ciddi olduğunu bilmiyordum,” dedim. Tonumda bastırmaya çalıştığım bir öfke vardı. “Peki ya siz? Siz kimsiniz?” Adam bir adım yaklaştı. Yüz hatları daha belirginleşti. Soğuk mavi gözlerini tekrar gözlerime kilitledi. Bu kez sesi daha alçaktı ama her kelimesi tok ve netti. “Riley Sinclair.” Bu isim, havada asılı kaldı. Sanki her harfi bir başka kapıyı açıyor ya da kapatıyordu. İçimdeki tüm güvenlik duvarları, bu isimle birlikte birer birer yıkılmaya başlamıştı. Gözlerimi ondan ayırmak zor olsa da, bakışlarımı kaçırdığım o anlık sürede, onu yeniden ve daha dikkatli bir şekilde gözlemlemeye çalıştım. Etraf sessizdi. Sessizlik, sanki onunla birlikte gelmiş gibiydi—her adımında çevresindeki hava ağırlaşıyor, zaman yavaşlıyordu. Riley’nin duruşunda, gözlerinde ve sesinde yalnızca bir otorite değil, aynı zamanda derin bir tehdit de vardı. Ama bu tehdit fiziksel değildi. Daha derindeydi. Kafamdaki tüm soruların cevaplarını bildiğini, ama söylemek yerine beni çözmeye çalıştığını hissediyordum. Bu adam tehlikeliydi. Ama aynı zamanda büyüleyici bir şekilde kontrollüydü. “Burada ne işiniz var?” diye sordum, sesimi mümkün olduğunca sakin tutarak. “Biri kayboldu.” Riley’nin yüz ifadesi hiç değişmedi. Ne bir kaş oynadı, ne bir dudak titredi. Sadece gözleri... Gözleri beni yeniden taramaya başlamıştı. Sanki yalnızca sorumu değil, niyetimi de anlamaya çalışıyordu. “Sadece güvenlik için bir denetim,” dedi sonunda. Tonunda tek bir dalgalanma bile yoktu. “Korkulacak bir şey yok.” Ama tam da bu cümle, en çok korkmam gereken şeymiş gibi geldi bana. Korkulacak hiçbir şey yoksa, neden Riley Sinclair buradaydı? Neden bu kadar sessiz, bu kadar hesaplıydı? “Bana güvenin, Bayan Fox,” dedi, dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle. Ama bu bir nezaket gülümsemesi değildi. Bu, kendi gücünden emin olan birinin gülümsemesiydi. “Korkulacak bir şey yok, sizi temin ederim.” Bu kelimeler, tüylerimi diken diken etti. Çünkü içinde yatan asıl anlamı duyabiliyordum. Bu adam bir şey saklıyordu. Belki birçok şey. Tam ağzımı açıp bir şey daha söyleyecekken, tanıdık bir koku ciğerlerime doldu. Evan. Başımı hafifçe çevirince, Chevrolet kamyonete yaslanmış, birkaç kuzeninin yanında durduğunu gördüm. Yüzündeki ifadeden bizi dikkatle izlediği belliydi. Riley hiç oralı olmadı. Gözlerini benim üzerimden ayırmadı. Sonra, sanki söylediklerimi unutmamış gibi tekrar döndü. “Ve ne?” dedi. “Ne diyecektiniz, Bayan Fox?” Bir anlık sessizlik. “Hiçbir şey,” dedim kısa ve kesik bir şekilde. “Saralyn Fox için üzgün olduğunuzu biliyorum,” dedi. Adımı ve soyadımı her seferinde ayrı ayrı vurguluyordu. Bu, sadece bir bilgi değil, aynı zamanda bir uyarıydı. “Ama lütfen yetki sınırlarımızı ihlal etmeyi düşünmeyin. Kasaba Şerifi Wolfe size tolerans göstermiş olabilir, ama ben o kadar sabırlı biri değilim.” İçimdeki kaslar istemsizce gerildi. Bu bir tehdit değildi—bu bir bildirimdi. Soğuk, tarafsız ve ciddi. Gözlerim üzerine yapıştı. “Öyle bir niyetim yok,” dedim, ama sözlerim içten içe titreşiyordu. “Ama umarım kasabada daha fazla kayıp yaşanmaz.” Riley’nin yüzünde en küçük bir değişiklik olmadı. “Olmayacak.” Yavaşça bana doğru bir adım daha attı. Ama o mesafe—o görünmez sınır—hâlâ yerindeydi. Sanki bilinçli olarak geçmiyordu. Gözleri gözlerimdeydi, ama bir şey daha vardı o bakışların altında: Test eden, ölçen, not alan bir taraf. “Size verebileceğim tek güvence, Bayan Fox,” dedi. “Burnunuzu belaya sokmadığınız sürece, başınız belaya girmez.” Sözlerini bitirdikten sonra, aynı soğukkanlılıkla geri adım attı. Yavaş ve sessiz. Arabasının yan kapısını açarken dönüp tekrar bana baktı. “Reşit misiniz? Ailenizle iletişime geçmeli miyim?” Söylediği şeyin altında başka bir anlam aradım. Ama dışa vurduğu ifade hâlâ nötrdü. “Yaklaşık birkaç yüz yıldır reşitim,” dedim alaycı bir tonla. Ardından ciddileştim. “On sekizim. Ve neden ailemle iletişime geçesiniz ki?” “Kaybolanların yakınlarıyla tekrar konuşmayı planlıyorum,” dedi. Cevabı doğrudandı, ama niyeti öyle miydi, emin olamıyordum. “Sadece kısa bir sohbet. Belki yeni bir ayrıntı çıkar. Araca binin lütfen.” O an duraksadım. Riley’nin gözleri hâlâ üzerimdeydi. Karşısında dik durmaya çalıştım ama içimdeki soru işaretleri çığ gibi büyüyordu. Bu adam bana yardım mı edecekti, yoksa başka bir sır mı gizliyordu? “Neden benimle başlamak istiyorsunuz?” dedim. Soğukkanlılığımı korumaya çalışarak. “Sanki diğer kayıplar hakkında da konuşmak istiyormuşsunuz gibi.” Riley yürümeye devam ederken başını çevirip konuştu. “Bazı sorular, sadece doğru kişilerin cevaplarıyla anlam kazanır,” dedi. “Bazen yeni bir bakış açısı, her şeyin yerli yerine oturmasını sağlar. Aynı okulda okuyorsunuz. Anneniz Dr. Fox, Adli Tıp’ta çalışıyor. Siz, tahmin ettiğinizden daha fazlasını biliyor olabilirsiniz.” Kelimeleri, göğsüme bir ağırlık gibi çöktü. Bu sadece bir konuşma olmayacaktı. Bu, bir sorguydu. Bir an duraksadım. Kollarım, sanki kasvetli bir gerilimle kendime sardım. Bu adamın bana yaklaşması, her adımda içimdeki korkuyu daha da körüklüyordu. Fakat şu anda ondan bir şey öğrenmek, belki de kaybolan bir parça doğruyu bulmanın tek yoluydu. “Araştırma yapmışsınız,” dedim, sesimi düzdü. Aslında korkudan çok ondan yayılan tehlikeli enerji beni diken üstünde tutuyordu. “Etkileyici.” “Bana güvenin, Bayan Fox.” Bay Sinclai, o soğuk ama etkili gülümsemesiyle bana döndü. “Ben bir polis memuruyum. Size zarar verebilecek son kişi bile değilim.” Bir an gözlerimiz birbirine kilitlendi. Şüphelerim ve endişelerim arasında bir seçim yapmak zorundaydım. Gözlerim Riley’nin gözlerindeki katı, değişmeyen güveni gördü. Kendisinin ne kadar güveniyordu? Derin bir nefes aldım, göğsüm hafifçe yükselip indi. “Peki, madem o zaman,” dedim kararlı ama kalbimde yükselen o huzursuzlukla. Adımımı attım, Riley’nin sakin ve kendinden emin adımlarını takip ederek arabaya doğru ilerledim. Her bir adımda, içinde bulunduğum durumun tehlikesi daha da derinden çarpıyordu göğsüme. Bu kapıdan geçmekle, her şeyin başka bir seviyeye taşınacağını biliyordum. Kızlara hızlıca bir el salladım; şaşkın ve endişeli bakışları üzerimdeydi, ama açıklamak için zamanı sonra bulurdum. Evan, Tobias ve diğerleri ise şu an önceliğim değildi. Riley’nin bana yaptığı jest, sert bir emirden çok, soğuk ama davetkâr bir çağrıydı. Kapıyı usulca açtı, hareketsiz ve soğukkanlı durarak içeri girmemi bekledi. Birkaç saniyeliğine duraksadım; içimdeki korku, bir dizi düşünceyle birlikte dalga dalga yükseliyordu. Her hareketi, her bakışı adeta üzerime çöken bir tehdit gibi ağırlaşıyordu. Arabaya yaklaştığımda, kapıyı açmak bir kabullenişti—bir yola girmek, belirsiz ve riskli bir yol. İçeri girdiğimde, Riley Sinclair kapıyı hemen arkamdan kapatmadan önce son bir kez gözlerimi buldu. O an, gerçek bir gülümseme vardı yüzünde—bunu kesinlikle hissedebiliyordum. Ama gözlerinde herhangi bir değişiklik yoktu; yine de o gülümsemenin ardında bir soğukluk ve hesaplanmış bir merak vardı. Sanki, beni yakından, en derinimdeki gizemlerle tanımaya çalışan bir avcı gibiydi. O yüzünde taşıdığı sükunet, sadece dışa yansıyan bir maske değildi; içinde tuttuğu fırtınanın habercisiydi. Bu gülümseme neşeden değil, soğuk ve hesaplı bir üstünlük ifadesiydi. Arabada sessizlik hüküm sürüyordu. O anı bozan tek ses, motorun alçak ama derin tınısıydı. Motorun ritmik uğultusu havada yankılanıyor, etrafı biraz daha gerginleştiriyordu. Riley’nin hareketlerinde her şey kontrol altındaydı. Kollarını direksiyonun üzerine rahatça yaslamıştı, dışarıdan bu rahatlık gözüküyordu ama vücudundaki gerilim, dikkatli bir gözlemci tarafından kaçırılmazdı. Bu tür bir rahatlık, ancak yılların getirdiği tecrübe ve her an tetikte olmanın zorunluluğuyla mümkün olabilirdi. Derin bir nefes daha aldım, ona baktım. O parlak, soğuk mavi gözler yüzüme kilitlenmişti. Aramızdaki mesafe bir göz mesafesiydi; o bakış, içimdeki her şüpheyi ve korkuyu kelimesizce okuyordu. Sanki bir avcı, en ince hareketimi bile takip ediyor, adımımı hesaplıyor ve hamlelerimi önceden biliyordu. O gözler sakin ama derinliğiyle beni içine çekebilecek kadar yoğundu. Bazen düşündüm; belki o beni izliyordu, belki de ben onunla oynanan bir oyunun içindeydim. Bir yandan soğukkanlı, dengeli duruşu güven veriyordu, diğer yandan o yoğun, sorgulayan bakışlar içimde tarifsiz bir huzursuzluk yaratıyordu. O andan itibaren anladım ki, bu adam sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da beni avlamaya çalışıyordu. Ve ben, istemsizce o gözlerin içine bakmaya devam ediyordum; çünkü o bakışlarda kaybolmak da vardı, teslim olmak da. Ona soğuk bir şekilde gülümsedim, ama bu gülümseme sadece bir savunma mekanizmasıydı. İçimde yükselen bir tehdit hissi vardı ama onu dışarıya yansıtmak istemiyordum. Riley’nin gözlerinde bir kayıtsızlık vardı. O an, söylediklerinin ya da yapacaklarının beni nasıl etkileyeceği konusunda hiç bir endişe taşımıyordu. Her şeyden daha emindi. Sanki bir avcı, her hareketimi izliyor ve ne yapacağımı biliyor gibiydi. Ya da tam tersi. Bir süre birbirimize bakıp hiçbir şey söylemeden kaldık. Ne o, ne ben, ilk adımı atmadık. Araba, etrafındaki sessizliğe sanki bir bağ gibi oturuyordu. Her hareketinde bir soğukkanlılık vardı, bir hız yoktu, bir acele etmiyordu. Direksiyonun başına geçmiş ve gözlerini yola çevirmişti. Ama o sakin tavırlarının ardında bir şeyler gizliyordu. Her şeyin, her hareketin hesabı yapılmış gibiydi. Gözlerimi ondan alamıyordum. O bakışlar—soğuk, keskin ve hesaplayıcı—tamamen bana odaklanmıştı. Yüzündeki sabırlı, kontrollü ifade, hiçbir şekilde sarkmamış, yerinde dimdik duruyordu. İlk başta gülümsediğini sanmıştım; ama şimdi biliyordum ki o gülümseme, en ufak bir samimiyet taşımıyordu. O, yüzüne yapışmış bir maske gibiydi; sanki tüm duygularını gizleyip, sadece ihtiyat ve üstünlüğü yansıtıyordu. Onun o değişmeyen, neredeyse soğuk ifadesi, içimdeki tereddütleri daha da derinleştiriyordu. Bir anda bu adamın kim olduğunu değil, ne olduğunu sorgulamaya başladım. İçimde hissettiğim bu karmaşık korku ve merak, arabanın dar kabininde ağırlaşarak beni sarmıştı. Ve motorun sesi… O an, arabanın içinde yalnızca bu ritmik, alçak uğultuyu duyabiliyordum. Motorun sürekli vızıltısı, sanki zamanın yavaşlayıp donduğu bir boşlukta yankılanıyordu. Bu ses, üzerimdeki gerilimi daha da artırıyor, ciğerlerimde sıkışan nefesin şiddetini hissettiriyordu. Soluk alış verişlerim bile bu yoğun atmosferde birer yük haline gelmişti. Bir anlık dalgınlıkta, gözlerimi kapatıp derin bir nefes almaya çalıştım. Ama Riley Sinclair’ın gözlerindeki o keskin dikkat, yeniden beni ele geçirdi. Onun bakışlarıyla motorun sesi arasında ince bir denge vardı; her ikisi de benimle sessiz bir savaştaydı. Gözleri, benim düşündüğüm her şeyi, hissettiğim en gizli korkuları bile okuyabiliyor gibiydi. Sanki beynimin içinde dolaşan düşüncelerimi bir ayna gibi yansıtıyor, beni içimdeki karanlık labirentlere çekiyordu. Bu adamın sakinliği, onun içindeki fırtınanın çok daha derin olduğunu gizliyordu. Yalnızca beden diliyle değil, gözleriyle de beni avlamak, ölçmek ve sınamak istiyordu. İçimdeki huzursuzluk katlanarak artıyordu; o yoğun sessizlik ve göz temasının baskısı altında nefes almak gittikçe zorlaşıyordu. Bir yandan soğukkanlı görünmek isterken, bir yandan da içimde fırtınalar kopuyordu. Bu kısacık an, aramızdaki görünmez gerilimin doruk noktasıydı. Soğukça gülümsedim, bir cevap bekliyordum, ama Riley Sinclair sessizdi. Hâlâ, hiç acele etmeden, sakin bir şekilde yola bakıyordu. Yüzündeki ifade, her zaman olduğu gibi değişmemişti. O soğuk bakış, bir yandan beni huzursuz ederken, diğer yandan onun her şeyin kontrolünde olduğuna dair bir mesaj veriyordu. Yeniden gülümsedim o yine tepkisiz kaldı. Suratsız.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD