Yol boyunca bir süre daha sessizlik hâkim oldu. Arabadan yayılan motor sesi, kasvetli akşamın içinde yankılanırken, ıssız yollar hızla geçip gitmeye devam etti. Riley Sinclair’ın sürüşü, her yönüyle öylesine sakin ve hesaplıydı ki, arabayı bir büyükbaba kullanıyor gibiydi. Dışarıdaki dünyadan kopmuş hissediyordum. Ortam gericiydi. Yol önümüzde dönemeçler ve kavimler halinde şekilleniyordu. Kasabanın merkezine giden yol olduğundan emindim.
Varlığına alışmış olsam da Riley’nin ne kadar soğukkanlı olduğunu görmek, beni rahatsız ediyordu. Az konuşuyordu, ama fazla şey düşündürüyordu. Zihnimdeki sesler ve sorular birbirine karışırken, her an biraz daha kayboluyordum. İçimde bir tehdit dalgası vardı, ama bu korku kesinlikle fiziksel bir tehlikeden değildi. Bu, daha derin, daha soyut bir şeydi. Riley’nin tavırları, beni bir anlamda geriyor, ama bu korku aynı zamanda merakımı da körüklüyordu. Annem hastanede olduğu için eve zaten kendim dönecektim ama böyle bir dönüş hesabımda yoktu.
Bir süre sonra, Riley’nin sesinin yeniden yankılandığını duyduğumda, söyledikleri beni hazırlıksız yakaladı. “Beni izlemeyi bırakabilir misin?” diye sordu, nazikti. Bunun bir soru olmadığına emindim. “Bir süreden sonra rahatsız edici olmaya başlıyor.” Şapkasını çıkararak, arka koltuğa fırlattı ve dikiz aynasında saçlarını düzeltirken, bana göz ucuyla baktı. “Fazla göz kırpmıyorsun. Hem de hiç.”
Birdenbire vücudumda bir soğukluk hissettim. Sözlerinin gücü, boğuk Frost akşamında daha da yoğunlaşarak havada asılı kaldı. Soğuk bir duş almış gibi hissettim. Gözleriyle bana bakarken, o kadar yoğun bir şekilde dikkatimi çekiyordu ki, bir an için bir oyun haline gelmiş olduğuna dair bir duygu hissettim. Tehdit etmiyordu, ama her kelimesinde bir uyarı vardı.
“Aslında konuşmanızı bekliyordum.” dedim, sesimi biraz daha sertleştirerek. Gözlerimi kaçırmamıştım. Bu onun ilgisini biraz daha üzerimde toplamıştı. İçimdeki öfke, kelimelerime yansıyordu. “Beni Şerif Departmanına götürüp sorgulamayacaksınız, şimdi konuşmak için güzel bir zaman olur.”
Riley Sinclair’ın gözlerinde anlık bir eğlence bakışı belirdi, ama yüzü yine o sakin ifadeyle donmuştu. O an, bana sadece bir şeyleri anlatmaya çalışan biri gibi değil, her şeyin parçası olan birinin varlığını hissettim. “Sorgulanmak için götürülseydiniz kelepçeli olurdunuz, Bayan Fox,” dedi, ve sesi bir kat daha soğuklaşarak devam etti. “Gerçekler ile sonuçlar var. Onlara ulaşmak için bazı kuralları esnetmek gerekir. Sizinle konuşmak mesleğim için etik değil ama rızasını aldım ve bu etik.”
Sözlerinin ardında hissettiğim karışıklık, içimi iyice sıkıştırdı. Bir şeyler açıklığa kavuşmuştu ama bu açıklamalar sadece daha fazla soru yaratıyordu. “Aslında bana arabaya binmek dışında başka bir seçenek bırakmadınız.” diye söylendim. Söylediklerinden sadece bir şeyi anlamıştım: etik konusunda esnetilebilir çizgileri vardı.
Bana söyledikleri, bizi asıl konuya getirmiyordu. Bay Sinclair’ın erçekten ne bildiğini ve beni nereye çekmeye çalıştığını bilmek için daha fazla bilgiye ihtiyaç vardı, ama göz kontağımı kesmeme rağmen, bana hiçbir şey söylemiyordu. Yavaşça derin bir nefes aldı. Adem elması derisinin altında oynarken, “Kaç yaşındasınız Elizabeth Maryinn Fox?” diye sordu.
“On sekiz.” diye cevap verdim. “Yasal olarak reşitim Bay Sinclair.”
Kasaba, her adımda biraz daha kendini gösteriyordu. Anlaşılan göz kontağım işe yaramıyordu. Onun üzerinde baskı yaratamıyordum. Ya da herhangi bir etki. Riley’nin sakinliği, her şeyin farkında olduğunu gösteriyordu. Belki de bunu komik buluyordu. Benim aklımda, hala neyin saklandığına dair bir ipucu yoktu. O kadar netti ki, kendimi bir çözümün parçası olarak görmek yerine, bu karmaşanın bir parçası haline gelmiştim. Gözlerimi yoldan ayırmadan Riley’nin her hareketini izlemeye devam ettim. Bir şeyler bildiği belliydi. Frost da yabancı yeni yüzler görmek nadir olurdu.
Riley’nin sakinliğine karşı duyduğum rahatsızlık giderek büyüyordu. Onun bu kadar rahat olması, beni daha da huzursuz ediyordu. Her hareketi, her kelimesi bir anlam taşıyor gibiydi. Sanki her şeyin bir nedeni vardı, ama bu nedenlerin bana açıklanmak için beklediği zaman bir türlü gelmiyordu. O an, bir şeylerin farkında olduğum kadar, aslında hiçbir şeyin farkında olmayabilirdim.
Bir süre sessizlik hüküm sürdü, yalnızca motorun sesi ve yoldaki taşların arabayı hafifçe sarsması duyuluyordu. Riley’nin gözleri, dikiz aynasında bana kayarken, yine o aynı soğukkanlı, ama derin bakışlarını göndermişti. Ne düşündüğünü anlamaya çalışırken, daha fazla içimdeki endişe büyüdü. Neden beni izlediğini, neden konuşmadığını anlamıyordum. Onun sakinliği, bir tür yavaş işleyen bir tuzak gibiydi. Bir adım daha atsak, ne olacağını bilmiyordum.
“Rütbeniz nedir?” diye sordum, sessizce.
“FBI saha ajanıyım.” diye mırıldandı. Emin olmam için bana kimliğini gösterdi. Riley Sinclair, 27 yaşında, -SSA- biriminden, 202-11-2004 kimlik numarası dahil çoğu bilgi doğru görünüyordu. “Bu yeterli mi?”
“SSA birim denetleyicisi ve yöneticidir. Saha ajanlığı yapmaz.” dedim doğrudan, Bay Sinclair bu ayrıntıyı hatta bu bilgiyi sahip olduğuma kısa bir an olsa da şaşırdı. “Ve SSA ajanı olmak için çok gençsiniz. Şaşırtıcı.”
Riley, dikkatle bana baktı, ama bu bakış sadece daha fazla sessizliğe sebep oldu. İçimden, bir an önce kasabaya varmayı ve yolculuktan kurtulmayı istedim. Kasabaya doğru yaklaşırken, uzaklardan insanların ve gündelik hayatın sesi duyuldu. Tam o anda, kasabanın silueti önümüze çıktı. Evler, dükkanlar, ışıklar… Burası bir yerden tanıdık geliyordu ama aynı zamanda artık bana yabancıydı.
“Polisiye izlemeyi severim.” dedim birden. “Bu yüzden biliyorum ve başarılı biri olduğunuz belli.”
“Bu yüzden buradayım. Bu görevde.” dedi Riley, sanki bunu bilerek söylemişti. “Son üç ay içinde biri yeni bulunan beş ceset ve bir kayıp. Sayıları artıyor. Bu korkutucu.”
Söylediği her kelimeyle, havada asılı kalan bir giz vardı. Her şeyin neden olduğu konusunda hâlâ bir netlik yoktu. Riley’nin söyledikleri, bana düşündürmekten başka bir şey yapmıyordu. Ve ben zaten aylardır düşünüyordum. Neden bu kadar sakin olduğunu, neden her bilmece gibi konuşmasında beni daha fazla içeri çekmeye çalıştığını anlamıyordum. Oysaki tek istediğim, kız kardeşimdi.
“Polise verdiğin ifadeyi inceledim.” dedi Riley, bir anda. “Ama bana bir kez daha o günden bahseder misin?”
“Babamızın fotoğrafının olduğu çerçeveyi yanlışlıkla kırdı. Ona kızdım ve o ağladı. Tartıştık. Ormana yürüyüşe çıkmak istedi. Ve onu son görüşüm kaybolduğu gün oldu.” dedim, tek nefeste. İlk kes yüzümü başka yöne çevirdim. Beni sorgulayan gözlerini bakmak istemiyordum. “Lanet olası çenemi kapatmış olsaydım. Bu asla yaşanmayacaktı.”
“Bunu ilk kez duymuyorum.” dedi ve sesi sakindi, ama huzurdan daha çok, bu bir alışılmışlıktı. “Kendini suçlama demeyeceğim çünkü kendini sorumlu tutan kimse aksini yapmaz.”
Bir an için ses çıkaran tek şey, arabanın motoruydu. Riley’nin söyledikleri, içimde çok eski bir yarayı yeniden deşmişti. Kız kardeşim, hayatımın en büyük suçluluğuydu. Uzun zamandır kaçtığım gerçeği, Riley’nin soğuk ve alışılmış sesiyle tekrar duyunca, o acı dolu anı tüm detaylarıyla yeniden yaşadım.
Riley, ben ona baktığımda gözlerini tekrar yola çevirdi. “Ama şunu bil,” dedi, sesi artık biraz daha ciddi bir tona bürünmüştü, “birini kaybettiğimizde, sebep ne olursa olsun kendimizi suçlamak kolaydır. Ancak çoğu zaman, olaylar bizim kontrolümüzün ötesindedir. Belki bunu anlaman uzun sürecek, ama bu, aradığın cevaba ulaşman için bir başlangıç olabilir.”
“Cevap mı?” dedim, neredeyse bir fısıltıyla. İçimde kabaran öfkeyi dizginlemeye çalışıyordum. “Ne cevabı? Kız kardeşim hâlâ kayıp ve ben burada senin sorgun altındayım. Nedenini bile bilmeden! Dışarıda kız kardeşimi araman gerekmez mi?”
Riley bir süre sustu. Sanki ne söyleyeceğini dikkatle tartıyordu. “Polis ekipleri Sara Fox’u arıyor, onu araştırıyorlar. Bunu yapanlar zaten var.” dedi sonunda. “Bense ablasını sorguluyorum. Mary Fox’u. Üstelik sende potansiyel bir hedef olabilirsin. Bir polisle birlikte olman güvenli.”
“Bu beni rahatlatmıyor,” dedim sertçe. “Kız kardeşim hâlâ bir yerlerde olabilir, ya da… ya da olmayabilir. Ama bana yardım edecekseniz, görevinizi yapın.”
Riley, söylediklerime karşılık vermedi. Sadece sessizce aracı sürmeye devam etti. O sessizlik, bir pes etme ya da ilgisizlik değil, onun kendine özgü yöntemiydi. Bilgiyi damla damla sunmak, her kelimesini dikkatle seçmek, beni bilinçli bir şekilde huzursuz etmek ve zihnimi sürekli meşgul etmek… İşte bu, Riley Sinclair’in tarzıydı. O, kötü polisti; işleri zora sokan, kolay cevaplar vermeyen, sınırları zorlayan biriydi. Onunla muhatap olmak, kelimeler arasında saklı bir oyuna davet edilmek gibiydi. Bunları anlamam sadece iki dakikamı almıştı.
Arabanın camından dışarıya baktım. Kasabanın merkezi belirginleşiyordu; evlerin sayısı artmış, mimarileri farklılık gösteriyordu. Bazıları küçük, mütevazı yapılar gibi, sakin ve sade bir hayatın izlerini taşırken, bazıları ise ihtişamlı ve gösterişliydi. Gözlerim her bir binaya takılırken, içimde o tanıdık ama tuhaf bir his uyanıyordu. Burası, bana ait olan bir yerin parçası gibiydi; bir zamanlar ait olduğum, belki de hiç kopamadığım bir dünyanın izdüşümü.
Ve en önemlisi… Sara buradaydı. Her ne kadar ortalık sakin görünse de, bu evlerin, bu sokakların arasında onun sessiz kayboluşunun izleri vardı. Kalbimde bir sıkışma hissettim; o an, sadece kaybolan bir insan değil, tüm o kayboluşun arkasındaki karanlık ve bilinmezlik de benimle birlikte gidiyordu. Dışarıdaki gri gökyüzü, üzerimize çöken sessizlikle birleşiyor, rüzgârın hırçın uğultusu ise kasabada uğulduyordu. Her şey öylesine gerçek ve somuttu ki, sanki zaman ağırlaşıyor, soluk almak bile zorlaşıyordu.
“Burada mı doğdun?” diye sordu dedektif, aniden. Soru basitti ama tonundaki dikkat çekicilik beni şaşırttı.
“Hayır,” dedim. “Kuzey Sibirya'da doğdum.” Düşüncesizce söylediğim hakkımda ki bilgi ile açık vermiş hissettim ama bu ona hiçbir çıkar sağlamazdı.
Riley başını salladı, ama daha fazlasını sormadı. Kasabanın içine girerken, sokak lambalarının ışıkları arabanın camlarından içeri süzülüyordu. İnsanların siluetleri, dükkânların içindeki hareketlilik... Hayat devam ediyordu. Ama bu sıradan görüntülerin ardında, bir şeylerin yanlış olduğu hissi vardı. Tehlike yakındı. Her şey fazlasıyla normal görünüyordu, ama Riley’nin sözleri ve kasabanın etrafında ki karanlık sakinliği bir maskeden ibaret kılıyordu.
Riley, arabayı evime giden yola soktuğunda, “Doğru yol mu?” diye sordu.
“Evet.” dedim, gözlerimi yola çevirerek. “Peki neden evimin yolunu bildiğinizi sorabilir miyim Bay Sinclair?”
Riley, birkaç saniye boyunca sessiz kaldı, sanki cevabı düşünüyormuş gibi. Sonra, soğuk bir şekilde, “Bu size özel bir durum değil Bayan Fox,” dedi. Cevabı kesindi ve özel bir yargı taşıdığı belliydi. “Kurbanların yakınlarına dair çoğu bilgiye sahibim. Buna ev adresleri, okudukları okul ve çalıştıkları iş yerleri de dahil.”
Gözlerim yolda olsa da, aklım bambaşka bir yerde dönüp duruyordu. Riley’nin o sakinliği, her an tetikte, hazırda bekleyen bir avcı izlenimi veriyordu. Sanki gözlerini bir saniye bile kırpmadan, ortaya dökülecek acı gerçeklerin pusuya yatmıştı; o gerçeklerin ne olduğunu bilmiyor olabilir, ama sezgileri güçlüydü. Ve bu kadar soğukkanlı kalabilmesi, tamamen bilinçli bir tercihti. Onun sakinliği, sadece bir tehdit değil, kusursuz bir kontrolün, zorluklar karşısında sarsılmaz bir sağlamlığın göstergesiydi. Çünkü Riley için kontrol, her şey demekti.
Evimin önüne geldiğimizde, Riley arabayı usulca durdurdu ve motoru kapattı. Ani sessizlik, aracın içindeki o gerilimi daha da derinleştirdi. Sokak lambaları, evimin dış cephesini ve caddeyi uzun uzun aydınlatıyordu; ışıklar sarımsı ve yumuşak, ama geceyi tamamen aydınlatmaya yetmiyordu. Burada, kalabalıktan uzak, sakin ama içten içe ürkütücü bir sessizlik hüküm sürüyordu.
Sokak hiç de tamamen ıssız değildi; ancak varlığı pek fark edilmeyen bir sakinlik vardı. Uzaklardan gelen rüzgârın uğultusu, yaprakların birbirine sürtünmesi ve ağaç dallarının hafif hışırtısı geceye soğuk ve tuhaf bir melodi katıyordu. Cadde boyunca ise ara sıra geçen birkaç araba sesi, geceyi yumuşakça yarmıştı. Bu sesler seyrek, uzak ve geçiciydi; bir yandan huzur veriyor, diğer yandan beklenmedik bir tehlikenin habercisi gibiydi.
Evin önünde arabadan indim. Ayaklarım soğuk betonun üzerinde hafifçe yankılanıyordu. Hava serindi, üstüme yapışan bir huzursuzluk vardı. Gözlerimi Riley’den kaçırmadan kapıyı açtım; o, yine o soğuk ve kararlı bakışlarla bana baktı. O an, evimin sıcaklığı ile dışarıdaki bu tuhaf, gergin atmosfer arasındaki keskin fark daha da belirginleşmişti.
Riley gözlerini benden ayırmadan, dikkatle arabanın kapısını açtı. “Üstelik eviniz yolumun üzerindeydi. Varış noktamız aynıydı,” dedi. Sesindeki alay yoktu, ciddiydi. “Sizi öylece bırakıp gitmek adil olmazdı.”
Arabadan aşağı indi ve bende peşinden kapıyı açarak indim. Evin ön bahçesine doğru yürürken, adımları ağırlaştı. Bana doğru döndü ve ellerini ceketinin cebine soktu. Sara’nın kaybolduğu günden beri bu evde, hep bir şeyler eksikti. Bir türlü tam anlamıyla “evde” hissetmemiştim. Ama evimi korumak için her şeyi yapardım ve bu açıkça artık bir tehdit gibi görünüyordu. Gözlerim, karanlıkta parlayan pencerelere takıldı; bir an, her şeyin eski haline dönmesini, her şeyin normal olmasını istedim. Ama Bay Sinclair’ın üzerime diktiği bakışları düşünmeme engel oluyordu.
“Sancta Custos mu?” diye sordum. Soru, ne kadar da saçma görünse de, yüzünde değişen anı ifadeyi gizleyememişti. “Haçtan anlamalıydım. Sizinle annem mi iletişime geçti?”
“Bu şaşırtıcı.” dedi. Yüzü eski sakin haline döndü. Gömleğinin içinden gizlediği hacı çıkardı ve parlayan gümüş hacı gördüm. “Bu basit bir haç Bayan Fox. Tanrı’ya inanıyorum.”
“Reddetmiyorsun” diye mırıldandım, resmi dili bırakıp. “Tanrı'ya inanıp inanmamanız umurumda değil Sorumun cevabı da.”
Gözlerine bakarken, derinlerde bir yerde korku ya da tereddüt aradım, ama en ufak bir iz bile bulamadım. Riley’nin gözleri, dingin bir gölün yüzeyi kadar sakindi; ne bir dalgalanma ne de bir çırpınış. Sanki kendini bu durumların çok ötesinde görüyordu. İfşa olması ya da söylediklerimin ne kadar ağır olduğu umurunda değil gibiydi. O an, bu sakinliğin sadece bir maske olmadığını fark ettim; onun bu hali, olayların kontrolünü elinde tutmaya olan inancından geliyordu. Gözleri bana hiçbir zayıflık göstermiyor, aksine her şeyi bildiğini ima eden bir güven yayıyordu. Bu sakinlikte gizli bir tehdit vardı; Riley’nin hiçbir şeyden korkmaması, her şeyin bir adım önünde olduğunu hissettiğini gösteriyordu.
Riley, kaşlarını hafifçe çatarak birkaç saniye boyunca sessiz kaldı. Gümüş haçı parmaklarının arasında çevirirken, gözlerini üzerimden ayırmadı. Bu seferki bakışı daha derindi. “Bana bunu daha önce sormadınız.” Bir an için gerçekten de bir şeyler söylemeye hazırlanıyormuş gibi göründü, ama sonra fikrini değiştirip haçı gömleğinin altına geri soktu. “Bu gizli bir bilgi değil en azından beni çağıranlar için. Bildiğinizi ama profesyonelliğimi sınadığınızı sanıyordum Bayan Cassian.”
“Bana o soyad ile seslenme.” diye sesimi yükselttim. “Gerçek adın Riley Sinclair mı?”
Başıyla sorumu onayladı ve konuşarak devam etti: “Anneniz, Bayan Fox’un endişeleri olduğunu inkâr etmeyeceğim. Bu insan adalet sistemini aşan ve Sancta Custos gibi bir kurumun çözebileceği türden bir dava,” dedi sonunda, sesi neredeyse bir fısıltı kadar alçaktı. “Benim buradaki varlığım, suçlu değilseniz sizin için bir tehdit oluşturmuyor.”
Riley’nin sözleri, karanlık bir suya bırakılan taş gibi içimde yankılandı. Onun buradaki varlığı.. Tehdit miydi, değil miydi? Söyledikleri, zihnimde birden fazla sorunun uyanmasına neden oldu. Sancta Custos olaylara dahil olursa suçluyu bana bırakmazlardı.
Derin bir nefes alarak sakin kalmaya çalıştım. Gözlerimi ona diktim ve bir adım daha yaklaştım. “Peki. Suçluyu bulmak için ipuçları edindiniz mi?” diye sordum, sesim istemsizce daha meydan okuyucu bir tona büründü. Gerçekleri öğrenmek istiyordum, her ne kadar bu gerçeğin beni rahatsız edeceğini bilsem de.
Riley, bakışlarını benden ayırmadan, ceketinin cebindeki ellerini çıkardı ve kollarını iki yana açtı. “Gizli bilgi,” dedi sakince. “Bir sivile dava hakkında bilgi veremem.”
Gözlerimi kısmıştım. “Söylemesen de öğrenirim, Canis Vaticani.” Ettiğim hakaret, yüzünde belirgin bir tiksinti oluşturdu. Dudaklarım kıvrıldı. “Size böyle diyorlardı değil mi?”
Riley, sorumu umursamamış gibi yaptı, ama onun sert mizacını sarsabilmiştim. “Ben bir köpek değilim.” dediğinde, gözlerinde ilk kez bir çatlak belirmiş gibiydi. Sakinliğinin ardındaki kalkan hafifçe oynamıştı; bu, söylediklerimin onu rahatsız ettiğinin bir işaretiydi.
Dudaklarımı daha da büzerek, ciddi bir tonla devam ettim. “Belki değilsinizdir. Ama Vatikan’ın emirlerini sorgusuz sualsiz yerine getiren bir hizmetkâr olmaktan farkı ne ki?”
Bu sözler kanını dondurdu. Riley’nin yüzü daha da karardı. Gözlerindeki soğuk sertlik geri dönmüştü. “Eğer bir hizmetkâr olmak, kaos karşı düzeni sağlamak ve masumları korumak anlamına geliyorsa, evet, emirleri yerine getiririm. Ama bu beni bir köpek yapmaz, Bayan Fox. Sizi ve sizin gibileri koruyabilmek için aldığım kararların ağırlığını bilemezsiniz.”
“Ezbere sözlerden başka bir şey değil.” dedim. Birkaç adım attım, evimin ön bahçesindeki çimenler çıtırdadı. Artık aramızda birkaç metre mesafe vardı. “Sanguis secretum nostrum portat; immortalitatem nostram signat. Aeternitatem custodit.”
*Kan, sırrımızı taşır; ölümsüzlüğümüzü mühürler. Ebediyeti koruyandır.
Riley, gözlerini hafifçe kısarak bana bakmaya devam etti. O kadar sabırlıydı ki, neredeyse sabırla sınandığımı hissediyordum. Birden, uzun bir süre sonra ilk kez sesini duyurdum. “Elizabeth Maryinn Cassian.” diye fısıldadı kelimeleri titizce seçerek, “Sizin hakkınızda çok şey duydum ama sanırım daha duymadıklarım var.”
Bu sözleri duyduğumda, omurgamdan aşağı soğuk bir ürperti indi. “Sancta Custos, bir zamanlar peşimdeydi. Kelle avımı başlatmışlardı. Ta ki peşimden gönderecek avcıları kalmayıncaya dek.” Anlaşılan bunu da biliyordu. Kaşlarımı hafifçe çattım. “Eğer öyleyse, neden burada olduğunuzu tam olarak açıklamıyorsunuz? Her şeyi dolaylı bir şekilde ifade etmekten sıkılmadınız mı? Ben sıkıldım ”
Riley, bir an duraksadı ve başını yukarı kaldırıp karanlık gökyüzüne baktı. “Sancta Custos’un görevi basit,” dedi sonunda, gözlerini tekrar bana çevirerek. “İnanç ve adalet arasındaki sınırda yürümek. Ve bazen bu sınır bulanıklaşır. Bu davada olduğu gibi. Baştan başlayarak, davayı kayıpların sırasına göre inceleyeceğim. Sorularınıza bir cevabım yok. Olmayacak da-”
Sözlerini yarıda kesip, “İsteyip, istemediğinizin bir önemi yok.” diye fısıldadım Gözlerimin içine baktı. Sanki bir karar veriyormuş gibiydi. “Öğrenmek istersem öğrenirim.”
Riley başını iki yana salladı, yüzünde hüzünle karışık bir sertlik vardı. “Seni anlıyorum.” dedi, sesi bu kez daha yumuşaktı. “Sara’yı bulmak istediğini biliyorum ama hırsın gözünü kör etmesin.”
Boğazıma bir düğüm oturduğunu hissediyordum. “Ne yaşadığımı anlayamazsın.” Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. “Ve yaşattıklarımı bilmiyorsun.”
Sokaktaki rüzgarın uğultusu yolda ki yaprakları süpürüyordu. Esinti saçlarımız arasından akıntı gibi akıp gidiyordu. Riley derin bir nefes aldı ve aramızdaki mesafeyi kapatarak yanıma yaklaştı. Yüzünde ciddi bir ifade vardı. Sonra hafifçe başını eğdi. Gömleğinin altında haçın yaydığı enerjiyi hissediyordum. Etinin sıcaklığı normaldi. Derisinin altında akan kan yutkunmama sebep oldu.
Riley bir adım daha yaklaştı, gözlerindeki karanlık ifadeyi bir an için kaybetti. Gömleğindeki haçın enerjisi, sanki havada yoğunlaşan bir elektrik gibi çevremizi sarıyordu. O an her şey sessizleşmişti. Sadece rüzgarın uğultusu ve kalbimin hızla çarpan sesi duyuluyordu. Gözlerim, Riley’nin gözlerine odaklanmıştı.
“Bayan Fox.” dedi, sesi bu kez düz ya da sakin değildi, derindi. Sanki bir duygu kırıntısı vardı. “Bunlar benimde ilk kez duyduğum cümleler değil. Hatta ezbere bildiğim sözler. Hiçbir şey yapmadan sadece sorularıma cevap verirseniz aslında bana ve davanın çözülmesi yolunda en büyük yardımı yapmış olursunuz. Beni anlıyor musunuz?”
Kelimelerinin ağırlığına karşı koymak neredeyse imkansızdı. İçimdeki o boşluk daha da genişlemişti. Ne kadar mücadele etsem de, her şeyin aslında kontrolüm dışında olduğunu hissediyordum. Sara ben orada yokken kaybolmuştu, diğer insanlar da öyle... Annem Sancta Custos'dan yardım isteyecek kadar çaresizdi. Dışarıda benimle ve sürüyle oyun oynayan bir yabancı vardı. Tobias sayısını bilmediğim başka Wampirleri kasabaya getirmişti.
“Sancta Custos arşivlerinde bakmanı öneririm. Orada daha detaylı bir biyografi bulursun.” dedim, sesim alçalmıştı. Korkmak ya da göz dağı vermek değildi, sadece gerçeklerdi. “Büyük ihtimalle eksi yedinci kata.”
Riley, bir an sessiz kaldı, sonra, derin bir nefes alarak, “Bunu aklımda tutacağım,” dedi, sesinde yine o sakin tını vardı.. “Belki araştırmamda katkı sağlar ve davayı çözebilirim.” Bir adım daha atarak yanı başımda durdu. Gözlerinde bir kararlılık vardı. “Bana yardımcı olacak mısınız Bayan Fox? Dürüst olmak gerekirse bunu ümit ediyorum.”
Riley’nin gözlerindeki kararlılık beni daha fazla savunmasız hissettirdi. Elim kolum bağlı gibiydi. Kendi içimde bir savaş veriyordum. Ona güvenmek mi yoksa mesafemi korumak mı? Aynı taraftaydık ya da değildik. Bay Sinclair sabırla cevabımı bekliyordu. Onun gözünde şüpheli olup olmadığımdan bile emin değildim.
Derin bir nefes alarak, “Yoluna çıkmam,” dedim. “Sorularınızı da yanıtlarım daha fazlası değil. Eğer suçluyu ben bulacak olursam, onu cezalandıran kişi ben olurum.”
Riley, söylediklerimi dikkatle dinledi. Yüzündeki ciddiyet, söylediklerimin her bir kelimesini tarttığını gösteriyordu. “İş birliği yapmayacaksınız,” dedi sonunda.
Gözlerimi yere indirip birkaç adım attım. Çimenlerin çıtırtısı, kafamın içindeki düşüncelerle uyumlu bir şekilde yankılanıyordu. “Bir Vatikan köpeği ile iş birliği mi? Kalsın.”
Riley, dudaklarının kenarında hafif bir tebessümle başını salladı. “Saygı sınırlarını aşıyorsunuz. Sizi tutuklayabilirim” dedi. Elinde sarkan bir kelepçe gördüm. Ama yüzündeki o belli belirsiz gülümseme, beni sinir etmişti. “Özür dileyin.”
“Dürüsttüm sadece,” diye ekledim sözlerime. “Doğrular sizi rahatsız etmemeli.”
Riley’nin yüz ifadesi anında ciddileşti. Bir süre sessiz kaldı, sonra düşünceli bir sesle, “Biz diğer yaratılanlar huzurunda Tanrı’ya hizmet ediyoruz,” dedi.
“Hizmetkar olmanın, sadık bir köpek olmaktan farkı nedir?” diye sordum, alaycı bir tonda. “İkisi de sadıktır ve hizmet eder.”
Riley başını salladı. “Sizin bakış açınız bu, Bayan Fox. Durumu yalnızca yüzeyden, basit bir efendiler ve hizmetkarlar ilişkisi gibi görüyorsunuz. Ancak ben, yüzlerce yıldır varlığını sürdüren; insanlığın geleceğini koruma görevini üstlenmiş Sancta Custos gibi köklü bir kuruma hizmet ettiğime inanıyorum. Sıradan bir kuruluş ya da geçici bir ideoloji değil; bilinmeyenler arası varoluşu, düzeni ve dengeyi koruma amacıyla şekillenmiş bir güç.”
Bu sözler, benim için anlamsızdı. İnancını ne kadar muhafaza ederse etsin, inanç boş umuttan farksızdı. Kötü başlayan bu karşılaşmanın, bir ittifaka dönüşme ihtimali imkansızdı. Her kelimesine temkinli yaklaşıyordum. Riley’nin yüzündeki maske düşmemişti. Hala kendine sakladığı sırları olduğunu biliyordum. Sancta Custos her zaman kendi çıkarlarını ve kârını düşünen bir oluşumdu.
“Altı boş anlamlarla doldurulmuş, etkileyici görünen cümleler” dedim, kısa bir sessizliğin sonunda. “Siz avcılarsınız ve avcılar asla kendi türleri dışındakileri düşünmez. Bizim gibileri avlarsınız.”
“İki yüz yıl boyunca hizmet ettiğim sürede çok şey gördüm.” dedi Riley. “Aile olanlar, göçebe yaşayanlar ve daha fazlasını. Hem son yüz yılda Sancta Custos’da çok şey değişti.”
Bu sözler beni güldürdü, dudaklarım kıvrıldı. “Bak sen şuna, iki yüz yıl ha?” Omurgamı dikleştirerek ileri doğru bir adım attım. “Gözlerinde yanan ateşi görebiliyorum. Daha çok gençsin.” Bay Sinclair’a fazla yaklaşmıştım. Kulağımı göğsüne yaklaştırdım. “Kalbin insan gibi atıyor,” Elimin tersiyle yanağına dokundum, tepki vermedi ama mavi gözlerini kısmıştı. “Ve büyü yok... Sancta Custos, avcılarını gizlemek için yeni yöntemler bulmuş.”
Riley aniden bileğimden kavradı ve elimi yüzünden uzaklaştırdı. “Haddinizi aşıyorsunuz.” dedi, sıktığı dişlerinin arasından. Sabrını cidden zorlamış, hatta kendine olan güvenini sarsmışa benziyordum.
Riley’nin gözlerindeki kızgınlık dalgasını net bir şekilde görebiliyordum. Ama bu sadece kızgınlık değildi; derinlerde bir yerde, bir tereddüt vardı. Sözlerimle onu provoke etmiştim, ama asıl hedefim buydu. Güçlü bir maskesi vardı, ama bu maske yer yer çatlamış gibi görünüyordu. Sözlerle manipüle edebilen tek kişi değildi.
“Elizabeth Maryinn Cassian…” diye başlayan cümlesi, benim alaycı gülüşümle kesildi.
“Bunu sadece annem derse dururum. Bir başkasının üzerimde hiçbir etkisi olamaz.” Sesim daha yumuşak, ama kelimelerim daha keskindi. Bileğimi kavrayan eli soğuk bir demir gibi sıkıyordu, ama bu beni caydırmak yerine daha da ileri gitmeye itiyordu. “Avcıları tanıyorum, Bay Sinclair. Sözde koruyucu kisvesi altında saklanan köpekler. Sancta Custos, peşimden en iyi avcılarını gönderdi. 18.Vbe 19. yüz yıllar arasında onlar için popülerdim. Kelle avım tam bir asır sürmüştü ne kaçıştı ama.”
Riley’nin çenesi hafifçe titredi, ama bakışları değişmedi. “Anlaşılan gerçek yaşında bilmediklerim arasında.” Elini bileğimden çekti, ama geri adım atmadı Bana doğru bir adım daha yaklaştı, sesi neredeyse bir fısıltıya döndü. “Bir wampir değilim. Ya da kurt adam.”
“İnsanda sayılmazsın.”
Gözleri, karanlık bir okyanus gibi dalgalanıyordu. İçinde sakladığı bir yük vardı; her kelimesinde biraz daha açığa çıkan bir hüzün. “Sayılmam. Ama insan olmayı seçiyorum, sizin gibi.”