Ayağa kalktım. Tobias da sanki hareketime karşılık verircesine kalktı. Göz göze geldiğimiz an, hava birden soğudu sanki. Sınıfın dışı bile bu kadar sessiz olamazdı. Bir oyun oynanıyordu—ve bu oyunun sahnesi artık sınıfla sınırlı değildi. Bu bakış, bir meydan okuma gibiydi. Sessiz, ama ölümcül. Samantha’yı nazikçe durdurdum, onun gözlerinin içine bakarak yalnız kalmam gerektiğini söyledim. “Sadece, ihtiyaç molası. Hemen dönerim, söz.” dedim. Şüpheyle baktı ama ısrar etmedi. Ben de onun tereddüdünden faydalanarak, Tobias’ın ardından koridora doğru yürüdüm.
Tobias, okulun sessiz koridorlarında ilerliyordu. Ayak sesleri taş zemine boğukça çarpıyor, her adımda yankılanıyordu. İçimdeki gerginlik ilmek ilmek sıkışıyor, her nefes alışımda boğazımı yakıyordu. Hademe odasının yanından geçerken kararımı verdim. Elimi uzatıp kapıyı hızlıca açtım. Tam o anda, arkadan sessizce yürüyen Tobias’ı bileğine bastırıp, sert bir hamleyle içeri çektim. Kapıyı hızla kapattım ve ardından kilitledim. Tıklama sesi, koridorla aramızdaki bağın koptuğunu ilan etti.
Oda neredeyse tamamen karanlıktı ama bu karanlık bile bizi saklayamayacak kadar yoğun bir gerilim taşıyordu. Gözlerimiz birbirine kilitlenmişti. Işık olmamasına rağmen, sanki birbirimizi net görebiliyorduk. Bu, karanlıkta yankılanan içgüdülerimizin, avcıların birbirini tanıma anıydı. Vahşi bir karşılaşma… sessiz ama ölümüne.
Elimi yavaşça kaldırıp kolumu boynuna yerleştirdim. Derisinin sıcaklığı parmak uçlarıma yayıldı; teni, nabzının attığı noktadan başlayarak, titrek bir canlılıkla soluyordu adeta. Parmaklarımı, usulca, ama bilinçli bir kararlılıkla ensesinden yukarıya doğru gezdirdim. Başını hareket ettirmesine izin vermedim—bakışlarımız birbirine çakılı kalmalıydı. Zamanı yavaşlatmak istedim, bir anlığına bile olsa her şeyi kontrol altına almak... Her şeyin bir an daha sürmesini, o titreşim dolu sessizliğin bozulmadan kalmasını arzuladım. İçimde biriktirdiğim gerilim, ellerim aracılığıyla bedenine aktarılıyor, bu baskı boğucu değil ama inkâr edilemeyecek kadar netti. Artık kontrol tamamen bendeydi; ne kadar ileri gidileceğine, ne kadar süreyle bu temasın süreceğine ben karar verecektim.
O ise bir anlık duraksamayla ellerini belime koydu. İlk dokunuş, neredeyse bilinçsiz bir refleksti—hafif, temkinli, sanki sınırda duran bir savunmasızlıkla. Ama sonra o da bu anın içine çekildi, tereddüt yerini teslimiyete bıraktı. Parmakları belimde sıkılaştı, başparmakları kemiklerimi yoklar gibi hareket etti. Nefeslerimiz, karanlıkta birbirine dolandı; tenlerimiz birbirini tanır gibiydi. Göğüs kafeslerimiz aynı ritimde inip kalkıyordu—birbirimize ait iki ayrı vücut değil, aynı anda atan iki kalp gibiydik. Sanki damarlarımızda dolaşan şey kan değil, ortak bir zehirdi; bu yakınlık, zehirin sarhoşluğunda yavaş yavaş bilinci eritiyordu.
İçinde bulunduğumuz an, zamanın dışına itilmiş gibiydi. Ne geçmişin yükü, ne geleceğin belirsizliği vardı. Sadece bu temas... bu yoğun, sorgulayıcı, kaçınılmaz temas. Parmak uçlarım hâlâ boynundaydı; gözleri gözlerimde, nefesi nefesimde. Elleri hâlâ üzerimdeydi, ama bir saniye sonra tutuşunu güçlendirdi. Parmaklarının basıncı artınca, o tanıdık karışım—arzu, öfke, inkar—yüzüne yansıdı. Ve sonra, fısıltıdan çok bir iç çekiş gibi geldi sesi.
“Ah, bebeğim…” Sesindeki tını, bir uyarıdan çok, dizginlenememiş bir arzu gibiydi. Sözcüklerin arasına sızan çatallaşma, hevesle karışık bir sarsıntı taşıyordu. Boğuk, neredeyse fısıltıya yakın ama içten içe kıvranan bir açlıkla konuşuyordu. “Beni durdurmak istiyorsan, gerçekten çok geç kaldın...” Dudakları bir an için kıvrıldı, alayla ama neredeyse tatmin olmuşçasına. “Normalde bunu söylerdim. Ama…”
Bir anlığına gözleri parladı; kırmızıya çalan, bir alevin kıvılcımı gibi. O an odadaki hava değişti. Gerginlik, boynumun arkasından tırmanan bir ürpertiyle tenime yayıldı.
“Yanlış yer,” dedi, sesi pürüzsüz ama uğursuzdu. “Ve yanlış zaman. Çok ama çok yanlış bir anı seçtin.”
Sözleri mideme saplanan buz gibi bir bıçak gibiydi; hem acıttı, hem de içimi yaktı. Dişlerimi sıktım. Onun gevşek meydan okuyuşu, altındaki o kibirli şehvet… Öfkemin damarlarımda yankılanmasına sebep oldu. Yüzündeki o umursamaz, sanki her şey onun oyun alanıymış gibi rahat tavır… kırılmalıydı.
“Aptal Wampir,” dedim, sesim zehirle yoğrulmuştu. Kelimelerim neredeyse tükürükle birlikte döküldü dudaklarımdan. “Libidonla düşünmeyi bırak ve bana cevap ver.”
Kolumun baskısını boğazına daha sert uyguladım. Parmaklarımın altında teni gerildi, soluk bir nabız hafifçe atmaya başladı. O hâlâ gülümsüyordu. O hâlâ... bundan haz alıyordu. Teni sıcak değildi ama içinde bir yanma vardı. Ve o yanma, sadece benim öfkem değildi. Onun arzusu da oradaydı — boğazına sarılmış elimde, gözlerinin köşesindeki çılgın parıltıda, çatallanan nefesinin titrekliğinde.
“Sara’nın kaybıyla bir ilgin var mı?” diye sordum.
Sesim, karanlığın içinden çıkan bir tehdit gibiydi. Derin, gölgeli, kontrolsüzce titreyen bir öfkeyle yoğrulmuş. Duvardaki gölgeler bile geri çekilmiş gibiydi; benim sesim odayı sahiplenmişti. Ama o... O hâlâ benim öfkemle sarhoş olmuş gibiydi. Bu halim hoşuna mı gidiyordu? Öyleyse hoşuna gitmeyecek şekilde davranabilirdim. Ölümcül olmam için şüphe yeterdi. Sonunda şüphe gerçeğe götürürdü.
Karanlık, ince bir tül gibi etrafımızı sarmıştı. Havanın içindeki yoğun nem, ciğerlerimize sinsice doluyor, soğuk tenimize dokunarak varlığını hissettiriyordu. Kapının arkasından gelen ayak sesleri —her biri karanlığın içinde yankılanan dikkatli adımlar— hemen birkaç metre ilerimizde duruyordu. Fısıltılar, boğuk ve kırılgan; duvarlara çarpıp geri dönüyor, adeta bizim çevremizde örülen görünmez ağın bir parçası oluyordu.
İnsanlar, kaybolan arkadaşlarının akıbetine dair teoriler üretiyorlardı. Kelimeleri yüksek sesle dile getiremeyecek kadar korkak, ama içlerindeki tedirginliği bastıramayacak kadar da meraklıydılar. Okulun koridorlarında, sınıfların köhne tahtalarında, hatta uykunun kıyısında bile aynı cümleler dönüp duruyordu: “Neden onlar?” ve “Sırada kim var?” Kimse açıkça konuşmuyordu ama herkesin gözlerinde, yanıt bekleyen karanlık sorular vardı. Uğultu gibi yayılan şüphe, binanın duvarlarını bile yaşlandırmış gibiydi.
Yalnız kalmak, artık sadece huzur değil, potansiyel bir ölüm fermanıydı. Gözden kaybolmak için bir anlık kararsızlık yeterdi. Ve ardından… bedenler. Çürümeye yüz tutmuş, kurtların sarmaladığı, yabani hayvanların bile tiksinerek terk ettiği bedenler. Kuytu köşelerde, sessiz çığlıklar gibi bulunuyorlardı. Başımı, o tanıdık ürpertiyle sarsarak salladım. Cesetlerin görüntüsü zihnime doluştu ama kendimi hemen geri çektim. Şimdi zamanı değildi. Hatırlarsam, parçalanırdım.
Artık şüphelerim net bir yöne doğru evrilmişti. Wampirler. Gölgelerin içinde kımıldayan, sessizlikle hareket eden varlıklar. Varoluşları bile bir tehdit gibiydi. Onların adını anmak, insanların dudaklarına buz düşürüyordu. Kaybolan çocuklarla ilgili dedikodular çoktu ama hiçbiri wampirlerden açıkça bahsetmeye cesaret edemiyordu. Belki de, onları görmenin bile lanet getireceğine inanıyorlardı.
Zihnimde bir düğüm vardı. Kalın, dolaşmış, sabırla çözülmeyi bekleyen bir karmaşa. Ve bu karmaşanın tam merkezinde Tobias duruyordu. Sınıfta, üzerimden ayırmadığı gözleri… soğuk, dikkatli ama alaycı. Bana meydan okuyan, kelimesiz bir davet gibiydi. Bir zamanlar müttefikimdi. Şimdi mi? Şimdi gölgelerin neresinde durduğunu bile bilmiyordum.
Sara’ydı nedenim. Ve Frost’daki masumları korumak. Adımlarımı ona doğru atmamın tek sebebi buydu. Tobias’ın bildiği şeyler olmalıydı. Kendime bunu inandırmaya başlamıştım. Ama bu arayışın beni hangi gerçekle yüzleştireceğini bilmiyordum. Belki de hiç hazır değildim. Ya da kendimi kandırıyordum.
Yutkundum, gözlerimi onunkilere kilitledim. “Sara hakkında ne biliyorsun?” diye sordum, dişlerimin arasından çıkan ses soğuktu, bastırılmış bir öfkeyle yoğrulmuştu.
Tobias, kahkahasını tutamadı. Alçak ve boğuk bir gülüştü bu, daha çok sesini yutmamaya çalışan bir hayvanın homurtusuna benziyordu. Boğazına bastırdığım kolumun üstüne gözlerini indirdi, ifadesinde eğlenceyle karışık bir meydan okuma vardı. “Sara hakkında ne kadar ileri gideceğini tahmin edememiştim,” dedi, sesi ipeksi ama zehirliydi. Ellerini ağır ağır havaya kaldırdı; teslim olduğunu gösterir gibi. Ardından ani bir kıvraklıkla beni yeniden tuttu, bu kez daha sert. “Ama kabul etmeliyim, aramızdaki işler epey… ilginçleşiyor Maryinn. Şüphelin ben miyim gerçekten?”
“Kes şunu Tobias.” Sesim duvarlara çarparak yankılandı, öfke parmak uçlarıma kadar sızıyordu. “Sara hakkında bildiklerini söyle. Bir şeyler biliyor olmalısın. Başta sana güveniyordum ama şimdi… soğukların en büyük ihtimal olduğunu görüyorum. Diğer kaybolan çocuklar… onları senin türün öldürdü.”
Tobias’ın yüzü, ilk defa ciddi bir ifadeyle karardı. Alaycı maskesi çatladı. “Sara’nın kayboluşuyla hiçbir ilgim yok, Maryinn,” dedi. Sesi bu kez yumuşaktı, içinde sahici bir şey vardı — suçluluk değil, belki de geçmişten gelen bir yorgunluk. “Ve unutma… seni bu noktaya getiren bendim. Gerçekleri görmeye iten.” Gözlerini kısmadan bana baktı. “Evet, bir wampirim. Ama bu beni suçlu yapmaz. Her wampir suçlu değildir. En azından… ben değilim. Sana söyledim; ben senin tarafındayım, tatlı Mary’m. İstersen yeteneğini kullan. Bana bak. Yakından. Ruhumu oku. Ne istersen yap.”
“Gerek yok.” dedim. Öfkem sönmemişti ama biraz durulmuştu. Kolumun baskısını azalttım, bir adım geri çekilerek yüzüne baktım. “Frost’ta bir yabancı var. Tanımadığım biri. Bir wampir. Ama sıradan değil.” Sesim fısıltıya dönüştü. “Lanet olası yanılsamalar yaratıyor. Gerçekle hayali birbirine karıştırıyor. İnsanların algısını yönetebiliyor. Beni neredeyse köpek maması yapıyordu.”
Tobias’ın gözleri kısıldı, irisleri küçüldü. “Özel yanılsamalar…” diye tekrarladı kendi kendine, sanki bir anının ucunu yakalamaya çalışıyor gibiydi. Bir gölge geçmişti yüzünden. “Bir fikrim yok bebeğim… ama bu demek oluyor ki, şu küçük ayrılığımız burada sonlanıyor.” Gözlerinde tanıdık bir parıltı belirdi. “Bana ihtiyacın varmış gibi görünüyor.”
Sözlerinin ağırlığı, soğuk bir sis gibi üzerime çöktü. Boğazımda büyüyen yumruyu bastırarak kolumu yavaşça boynundan çektim, ama gardımı indirmedim. Kalbim, göğüs kafesime yumruk gibi çarpıyordu, ritmi hem korkunun hem öfkenin sesiydi. Tobias, boğazına uzanıp boynunu ovuştururken, dudaklarının kıyısında sinsice yayılan o tanıdık gülümseme belirdi. Yeniden, meydan okurcasına. Sanki her şeyin hâlâ kendi kontrolünde olduğunu biliyormuş gibi.
“Tatlı Mary’m...” diye fısıldadı, sesi adımı okşar gibi yumuşak ama içinde buz gibi bir keskinlik taşıyordu.
Kolunu belime dolamasına izin verdim. Teninin soğukluğu, ince bluzumdan bedenime işledi. Nefesi boynumun kıyısına değdiğinde, istemsizce titredim. Göğsü, benimkine bastığında aramızda tek bir nefeslik mesafe kalmıştı.
“Bir an beni gerçekten öldüreceksin sandım,” dedi. Sesi alaycıydı ama içinde belli belirsiz bir dürüstlük kırıntısı vardı. “Seninle düşman olmak istemem. Yeniden bir anlaşma yapalım.”
Gözlerimi kısarak yüzüne baktım. Buz gibi irademle konuşmaya devam ettim. “Kararım değişmedi. Yardımını istemiyorum.” Sesim netti, her kelime bir tokat gibi yüzüne çarptı.
Bu sözler onu bir anlık şaşkınlığa uğrattı. Gözlerinde küçücük bir boşluk belirip hemen silindi. “Beni ne sandın?” diye devam ettim, içimdeki karanlık bir sabırla. “Zayıf iradeli bir varlık mı? Sadece sana nazik davranıyordum, Tobias. Sınırlar içinde kalman için. Potansiyel bir düşman olmaman için çabalıyordum. Hepsi bu.”
Çenemi kaldırdım, dudaklarımda kırık ama sevimli bir gülümsemeyle gözlerinin içine baktım. “Ben insanları koruyorum. Sen her ne kadar hayvanlarla besleniyor olsan da, bu seni kana aç canavarlardan biri olmaktan çıkarmaz. Benim kanım seni sadece dizginledi. Sadece o.”
Sustu. Ama suskunluğu teslimiyet değildi; daha çok yaklaşan bir fırtınanın sessizliği gibiydi. Sonra dudaklarının kıyısında o tanıdık, tehlike yüklü gülümseme yeniden belirdi. Gözlerini üzerime diktiğinde, içinde kıvılcımlar yakan karanlık bir ışıltı vardı.
“Pekâlâ,” dedi, omuz silker gibi hafifçe. “İşe yaradı. Ama benim hakkımda bilmen gereken bir şey var Maryinn.” Konuşurken sesi daha düşük, daha içten bir tona dönmüştü. “İnsan kanı elde etmek için öldürmen gerekmez. Hayvanlar ve kan torbaları da işimi görüyor. Bunu tercih meselesi sanma. Kan temin etmek benim için sadece beslenme değil; irade meselesi.” Gözlerinde anlık bir gurur kıvılcımı parladı. “Yani... sen benim tek kaynağım değilsin, tatlım. Vahşi geyikler, dağ aslanları - doğa bana fazlasıyla cömert davranıyor.”
Elini yavaşça kaldırdı. Parmaklarının hareketi, sanki zamanı eğip büküyormuş gibi ağır ve kararlıydı. Bütün dünya sessizliğe gömüldü o an. Yalnızca onun nefesi, bir fısıltı gibi kulaklarımda yankılanıyordu. Soğuk parmakları yanağıma değdiğinde içimde keskin bir ürperti yayıldı, sanki karanlık bir ormanın içine düşmüş gibi… tedirgin ama garip bir biçimde güvende. Tenime değen her noktada, geçmişin hayaletleri ve geleceğin bilinmezliği dolaşıyor gibiydi.
Dokunuşu ürkütücü bir incelik taşıyordu; ne şefkatliydi ne acımasız. Sınırda gezinen bir dokunuştu bu — çekilsem yokluğu canımı yakacak, kalsam içinde boğulacak gibiydim. Gözlerim istemsizce kapanırken, içimdeki bir parça “kaç” diye bağırdı. Ama başka bir yanım — daha derin, daha karanlık bir yanım — kalmak istedi.