Frost Lisesi’ne adım attığımızda, her şey tanıdık, bir o kadar da yabancı geliyordu. Gri tuğlalarla inşa edilmiş, büyük ama soğuk görünümdeki bina her zaman olduğu gibi dimdik ayakta duruyordu. Bir zamanlar Sara ile burada kahkahalarımızla ve eğlenceli anılarımızla yankılanan koridorlar, şimdi yalnızca duvarların arasına hapsolmuş hatırlaması acı veren sessiz anılardı. Giriş kapısının önünde yine arabalar park etmişti, öğrenciler yeni yeni okulun yolunu tutmuştu. Samantha omzu ile bizim için kapıyı araladı. İçeri girdiğimizde birçok yüz tanıdıktı, ama ben hiçbiriyle göz göze gelmiyordum. Bir şeyler garipti, belki de sadece zihnimdeki ağırlık bu kadar her şeye yansıyordu.
Okulun içi, her zamanki gibi düzenliydi. Geniş koridorlarda adımlar yankılanıyordu. Tavanlardaki floresan lambalar, zayıf bir ışık veriyor, duvarların soluk beyaz tonları, ortamı daha da bunaltıcı kılıyordu. Her sınıfın kapısı genellikle kapalıydı, ama bir kaçında içeriden cılız sohbet sesleri geliyordu. Dersin başlamasına bir kaç dakika vardı.
Koridorda ilerlerken, duvarlarda asılı olan eski fotoğraflara gözlerim takıldı. Okulun geçmişinden kalan, önceki mevzunlara ait gülümseyen yüzlerdi. Ben onlar doğmadan öncede hayattaydım ve öldükten sonra da hayatta olacaktım. Lise ne kadar tanıdık, ama bir o kadar da yabancı geliyordu. Bir zamanlar buradaydım, ben de bu yüzlerden biriydim. Şimdi ise sadece bir yabancı gibi hissediyorum. Sanki her şeyin ötesindeyim, ama yine de her şeyin içinde. Samantha ve Anastasia’nın yanında olmasam, orada takılı kalacaktım.
Frost, zamanında bana güven veren bir yerdi. Şimdi ise yalnızca tehlike hissi yaratıyordu. Samantha’nın koluma giren eli, bir anlığına bile olsa bu hissi hafifletiyordu. Ama geriye dönüp baktığımda, arkadaşlarımda tehlikedeydi. Her an onlarında yüzlerini kayıp ilanlarında görebileceğim düşüncesi içimi burktu.
Herkes önce bana şaşkınca baktıktan sonra normalmiş gibi devam ediyordu, ama ben burada sadece kaybolmuş bir insan gibi yürüyordum. Muhtemelen Samantha ve Anastasia olmasa kaybolurdum. Yüzler, adımlar, sesler… Hepsi bana yabancıydı. Ve her şeyin ötesinde, bir boşluk vardı. Ve ben kendimi toparlayamıyordum. Anastasia bazen kızıl-kahve perçemini kulağının arkasına sıkıştırıp göz ucuyla bana bakıyordu. Samantha ise bizi koridorda yönlendiren dümen gibiydi.
Samantha önden ilerledikçe, okulun ağırlığı üzerimde daha da hissediliyordu. Birlikte yürürken, adımlarımızın yankıları uzun bir sessizliği bozuyordu. Her adımda koridor daha da daralıyor gibi hissediyordum. Sanki duvarlar, içimdeki karanlıkla birleşiyor, beni daha da sıkıştırıyordu. Bu yerin içinde bir yabancı gibiydim. Sara’nın olmayışı içimi deliyordu
Anastasia bir süre sessiz kaldı. Ayak sesleri kaldırım taşlarında yankılanıyor, aramızdaki sessizlik her adımda daha da büyüyordu. Başını biraz öne eğmişti, düşüncelere gömülmüş gibiydi. Ama sonra, kararlı bir nefes aldı ve adımlarını hızlandırarak yanıma yetişti.
Sesinde ince bir titreme vardı. “Mary, sarılmak ister misin?” Sözcükler, dudağından çıkarken neredeyse çekinerek süzüldü. Sesindeki o kaygı... hemen fark ettim. Gözlerini üzerime dikmişti; içinde endişeyle harmanlanmış sabır vardı. Sanki ağzından çıkan bu basit soru, içinde binlerce başka şeyin gizli taşıyıcısıydı. “Biliyorsun,” diye devam etti, sesi biraz daha kısılmıştı, “aylar oldu ve sen bizden hep kaçtın...”
Başımı hafifçe salladım. Derin bir nefes aldım; göğsümde biriken tüm ağırlık sanki boğazımda düğümlenmişti. Sesimi bulmakta zorlandım ama sonunda çıkardım. “Gel buraya, Anastasia.”
Kendi sesimi tanıyamadım. Sanki bedenim başka bir zaman diliminde yaşıyor, ruhum çoktan geride kalmış bir yarada oyalanıyordu. Bu kadar basit bir cümle bile içimdeki fırtınanın içinde boğulmuştu. Sesimde yankılanan o kırılganlık, beni bile ürküttü.
Anastasia bir an tereddüt etti. Ama sonra kollarımı açık gördüğünde, gözleri nemlenmiş gibi hafifçe parladı. Yavaşça adım attı ve kollarıma girdi. Sarıldığında bedeninin ne kadar narin olduğunu fark ettim. Çilekli vücut losyonunun tatlı kokusu ve tenine sinmiş kır çiçeği esintisi burnuma doldu. Bu koku... bir zamanlar huzurla özdeşleşmişti zihnimde.
Onu hiç düşünmeden kavradım. Kollarımı etrafında doladım ve onu yerden kesilecek kadar sıkıca sarıldım. Gözlerini kısıp kısa bir çığlık attı, ama o çığlıkta korku değil, beklenmedik bir sıcaklığın şaşkınlığı vardı.
Samantha, Anastasia’nın o anlık tepkisine kıkırdayarak karşılık verdi. Kahkahası taze ama temkinliydi, sanki bu kırılgan anı bozmamaya çalışıyordu. Ardından sessizce yanıma sokuldu ve elini sırtıma yasladı. Elinin sıcacık temasında bir çeşit teselli vardı; hiçbir şey söylemeden de insanı iyileştiren türden bir dokunuş. Parmakları hafifçe sırtımı sıvazladı. O an... kelimelerden çok daha fazlasıydı.
Otuz saniye boyunca, dünya sessizliğe gömüldü. Çevredeki ayak sesleri, okulun taş duvarlarının soğuk yüzeyi, rüzgarın hafifçe dalları hışırdatması... hepsi arka plana çekilmişti. Sadece biz vardık. Üç beden, bir anda birbirine tutunan üç parça gibi birleşmişti. Sonra, ağır bir nefes verdim. Göğsüm biraz daha hafiflemiş gibiydi. Anastasia’yı yavaşça yere indirdim. Ayakları yere bastığında, bana şöyle bir baktı. Gözlerinde hâlâ kaygı vardı ama bir nebze rahatlamıştı sanki.
“Sizinle yeniden bir arada olmak güzel.” diye mırıldandım. “Beni beklediğiniz için teşekkür ederim.”
Samantha bana daha yakın yürüdü ve kolumdan hafifçe çekerek, “Biliyorsun, biz senin yanındayız, Her zaman” dedi. Ama bu sözler bana bir rahatlama yerine, kaybolmuş bir umut gibi geldi. Onların varlığı, bir nebze de olsa bana güç veriyordu, ama okulun karanlık havası, içimdeki huzursuzluğu artırıyordu.
Koridoru geçtik, sonda duran otomata doğru ilerledik. Samantha bir kaç bozukluk atarak soğuk kahveler almak istedi ancak kahveler düşerken, otomatın reyonuna takıldı. Sadece sağlam bir yumrukla 3 kahvede atık bölümüne düştü. Bunu bana Sara göstermişti. İç çekerek duvara yaslandım. Samantha Espresso yazan teneke kutuyu bana uzattı. Sessizce kahveyi alarak, yavaşça içtim. İnsanlar nasıl bu kahveye sert diyebiliyordu? Samantha Anastasia’ya Latte’yi verdikten sonra kendi Americano’sunu içti.
“Kahve bir nebze iyi hissettirdi ,” dedim, ama aslında iyi hissettirdiği falan yoktu. Sadece içleri rahat olsun diye söylemişim.
“Mary,” dedi, Anastasia biraz daha belirgindi, “Gerçekten iyi misin?”
Samantha gözlerini kısarak, “Duygusal olma Ana.” dedi. O an Ana, Sam’a huysuz bir bakış attı. Ve Samantha, Ana’nın çilli yanağını iki parmağı arasında sıkıştırıp, gülümsedi. “Mary’miz bizimle. Elbette iyi olacak...” Sonra bana bakındı ve gülümsedi. “Biz iyi olmalıyız.”
Ama hiçbirimiz bu hissi tam olarak tarif edemiyorduk. Sadece bir boşluk, bir eksiklik vardı ve buna odaklandıkça gözlerimizde daha çok hissediliyordu. Sam’in soluk mavi gözleri gülümsemesine rağmen üzgün bakıyordu ve Anastasia’nın gözleri biraz dolmuştu. Ağlamamak için kendini tutuyordu. Anastasia, Sara gibi bizden bir alt dönemdi Samantha ve bense son sınıftık. Dördümüz okulun başından beri vır aradaydık. Aslında en başında Sara normal ve sosyal bir hayat yaşasın diye onlarla arkadaş olmuştum. Ancak şimdi baktığımda iyi ki onları tanımıştım.
Samantha, bir anlığına yüzümü izledi. “Mary,” dedi, sesi daha ciddi ve derinleşmişti, “Bize her zaman güven. Yalnız değilsin.” Ama bu sözler, bir anlık huzur yerine içimdeki karanlık boşluğu daha da derinleştiriyordu. Bir türlü içimi rahatlatamıyordum. Ana ve Sam teselli istemeyeceğimi bilecek kadar tanıyorlardı. O yüzden sadece cümlelerle sınırlı kalıyorlardı.
Otomattan aldığımız kahveleri yudumlarken, hala okuldaki diğer öğrencilerin gidişatını takip ediyordum. Herkes kendi dünyasındaydı huzursuzlardı ama bir şekilde devam ediyorlardı. Benim dünyam bir türlü düzenli değildi. Her bir yüz, her adım, beni daha da uzaklaştırıyordu. Okulun içinde bir yabancı gibiydim, her şeyin ne kadar değiştiğini fark edebiliyordum. Hangi yönün doğru olduğunu bilemiyordum; geçmişe dönmek mi, yoksa bu yeni karanlık yola devam etmek mi? Geçmişe dönebilseydim, gitmesine hiç izim vermezdim.
Anastasia, yanı başımda yürürken, sıkça kafasını bana çeviriyordu. Hemen hemen her zaman sessizdi, ama şimdi, gözlerinde kaybolan bir şeyler vardı. O an, içimden bir şeyin kırıldığını hissettim. Yavaşça, “Anastasia...” dedim, sesi bile zor çıkıyordu ağzımdan. “Ben iyiyim. Sara için iyi olmak zorundayım. Annem için, sizin için.”
O an Anastasia’nın yüzü bir anlığına ağlayacakmış gibi oldu, ama gözlerini kaçırmadan bana baktı. “Biliyorum, Mary. Her şeyden sonra bile bir aradayız. Ve bunu birlikte atlatacağız. Sara’nın kayboluşu... gerçekten zor.” Sözlerinin arasında kaybolmuş bir acı vardı, ama yüzündeki kararlı ifadeyi koruyordu. Yarım yamalak sırıttı. “Ve Sara geri döndüğünde, onu kaybolduğuna pişman edeceğim.”
Samantha da biraz geriden izliyordu, ama biz konuşurken, yaklaşarak “Sıranı beklemelisin Anastasia. Öncelik bana ait.” dedi alayla. Bir yerde kabullenmek istemediklerini anladım. Sara diğer kayıpların aksine bir ceset olarak bulunmamıştı. Biz, ben yaşadığını ümit etmekten bir an bile vazgeçmemiştim. Ama kızların beni rahatlatmak isteyen sözleri bana rahatlama değil, bir eksiklik hissi verdi.
Kahvelerimizi içtikten sonra, koridordaki sessizlik biraz daha fazla bastırdı. Üçümüz de kendi iç dünyalarımıza gömülmüş, ama birlikte yürümeye devam ettik. Aylarca kimseyle iletişime geçmemiştim. Kayıp ilanları dağıtmak, cesetleri bulmak ve ormanı talan etmekle meşguldüm. Buna rağmen sanki beni daha dün görüşmüşüz gibi karşılamışlardı. Anastasia Sara için Kayıp Tilki adında bir blog kurmuş ve kaybı ile ardından kaybolanlar hakkında bir çok yazı ve fotoğraf yayınlamıştı. Bu yazılar medyanın ilgisini çekmişti. Samantha ise yerel bir gazete de çalışan annesi ile kayıpları her gün yerel kanala taşımıştı. Matbaada sürekli kayıp ilanları bastırmış ve Frost kasabasının sırında bulunan tabelalara afişlerini astırmayı başarmıştı. Onlara minnet duymaktan başka elimden bir şey gelmiyordu.
Anastasia, yürürken birden durdu ve gözlerini bir noktada sabitledi. ”Sınıfıma gitmeliyim.” diye fısıldadı, ama o kadar hafifti ki, neredeyse duyulmazdı. Samantha hemen başını çevirdi. “Öğle yemeğinde beraberiz ve dersten sonrada görüşebiliriz.”
“Sanırım olabilir ” dedim sessizce
Anastasia’nın gözleri yanımızdan ayrılacağı için biraz daha üzüntülüydü, ama hemen toparlandı ve “Sonra görüşürüz,” dedi. Bana ve Sam’e sarıldıktan sonra koşar adım gözden kayboldu. Sam ve ben birbirimize sessizce baktıktan sonra Samantha benim ve kendi için idareden aldığı ders programını uzattı. O hayat kurtaran türden bir arkadaştı. Derse gitmek için hareketlendik. Bayan Summer’ın Amerikan Edebiyatı dersini kaçırmak istemezdik.
Samantha ve ben, ellerimizde ders programlarını tutarak sınıfın girişine doğru ilerledik. Anastasia’nın ayrılışı, sanki bir tür kopuş gibi hissettirmişti, ama neyse ki, güvenli bir binadaydık. Kaybolamazdı.. Yine de, bir eksiklik hissi içimi kemiriyordu. Sara’nın kayboluşu, bize öyle dokunmuştu ki, aslında bu kayıp, bizi birbirimize daha da yaklaştırmış gibiydi. Ama buna rağmen her şey çok belirsizdi. Anastasia’nın “Sara geri döndüğünde, onu kaybolduğuna pişman edeceğim.” demesi, hala benim gibi umut ettiğini gösteriyordu. Ama bir yandan da, hepimizin içinde, bir şeylerin tamamlanmadığı bir boşluk vardı. Bunu biliyordum.
Bayan Summer’ın dersine geç kaldık mı diye endişelenerek hızlıca yürüdük. İnsan üstü hızımı kendimi ifşa etmeyecek olsam kesinlikle kullanırdım. Okulun koridorları kalabalıktı, öğrenciler ilk derslerine yetişmek için acele ediyordu. Üzerimizdeki endişeyi bir kenara bırakıp, sınıfa vardık. Bayan Summer sınıftaydı ama öğrencilerine girmesine izin veriyordu. Sessizce içeri girerken, sınıftaki tanıdık yüzler beni süzdü. Özellikle en arkada oturan, Tobias Cohen. Beni bekliyormuş gibi şaşırmadan yüzüme baktı. Bense Sam’i takip ederek, hemen bir önünde bulunan sıraya oturdum.
“Yeni döneme başlıyoruz,” dedi Bayan Summer, derse giriş yaparak. “Bugün F. Scott Fitzgerald’ın Büyük Gatsby adlı eserine odaklanacağız...” Ellerimi sıraya yaslayarak, hafifçe kamburlaştım. Kitabı daha önce okumuş olduğum için ilgimi çeken bir konu değildi. Fitzgerald’ın Amerikan toplumundaki boşlukları ve hayallerin peşinden gitmenin acı sonuçlarını anlatması, şu anki durumumuzla da garip bir şekilde örtüşüyordu. Gözlerim, Bayan Summer’in sıralarımıza bıraktığı kitabın sayfalarını karıştırırken, zamanın nasıl geçtiğini fark edemedim. Tüm kitabı okumak, baştan sona üç dakikamı alıyordu. Tobias’ın varlığı aklıma geldiğinde son konuşmalarımız aklıma gelmişti. Ancak o sözünü tutuyor gibi görünüyordu. Uzaktı ve bana engel olmuyordu.
Sınıfta ders sürerken, benim aklımda yine Sara vardı. Onun kayboluşu, tüm bu olayların merkeziydi. Diğer kayıpların başlangıcı olmuştu. Bütün bu kayıplar, kasabanın yaşamını şekillendiren çok önemli birer parça gibiydi. Ama bir eksiklik vardı; bir kayıp, geri dönüşü olmayan bir boşluk… Bir anda, Tobias’ın nefes alış verişlerine dikkat kesildim. Nefes sesleri, bir zamanlar dikkatimi çekebilecek kadar belirgindi. Derin ama düzenli. Nefes almasına bir ihtiyacı yokken, sadece kamufle oluyordu.
Nefes sesleri zihnimde yankılanırken, Bayan Summer’ın sesi tekrar dikkatimi çekti. “Büyük Gatsby’deki karakterlerin hayalleri, onların başarılarını ya da trajedilerini nasıl şekillendiriyor?” Bu soru, sınıfta aniden bir sessizliğe yol açtı. Sam, takma adıyla Bayan A+ yanı başımda, elini kaldırarak cevap vermek üzere hazırlandı. Onun cevabını dinlerken, gözlerim yine otomatik olarak Tobias’dan ona kaydı.
Samantha’nın sesinin yankısı, beni tamamen gerçekliğe döndürdü. “Bence hayaller, insanları bir hedefe doğru yönlendiriyor ama bu hedeflere ulaşırken kendilerini kaybetmelerine neden olabiliyor,” dedi. Bayan Summer, Samantha’nın cevabını onaylarcasına başını sallayarak, konuşmasına devam etti. Sam bana gururla bakarak, gülümsedi. O anda Tobias da kıkırdadı ve ben bunu işittim.
Bayan Summer konuşmasına devam etti: “Evet, bazen hayallerin peşinden gitmek, gerçek bizi görmekten alıkoyar. Büyük Gatsby’de olduğu gibi, hayallerle beslenen bir dünyada, gerçeklik kırıldığı anda trajedi kaçınılmaz olur.”
Sam, başını sallayarak bana bakıyordu, gözleri tatmin olmuş gibiydi. O an, Tobias’ın bir kenarda hala gülümsediğini hissedebiliyordum. Bir şeyler garipti. O kıkırdama hâlâ kulağımdaydı ve düşüncelerim de o kadar karmaşıktı ki, anlam veremiyordum. Tobias’ım gülüşün ardında eğlence arayışı vardı. Kedi ve fare oyununa benzettiğine emindim.
Birden, içimden gelen bir dürtüyle, kendi düşüncelerimi dile getirmeye karar verdim. “Hayaller, insanı yönlendirir ama bazen o kadar derine batmış olursun ki, çıkış yolu bulamazsın,” dedim, sesim sınıfta yankılandı. “İnsanın kendini kaybetmesi, hayallerinin peşinden sürüklendiğinde gerçekleşir.”
Bayan Summer, söylediklerimi dinledikten sonra başını sallayarak cevap verdi. “Evet, hayaller bazen bizi çok uzaklara götürür ama sonunda gerçeğe dönmemiz gerektiğini unuturuz. O zaman kayıplar başlar Katılımının için teşekkür ederim Bayan Collins ve Bayan Fox...”
Bir an, sınıftaki herkesin gözleri üzerimdeydi. Ama aklım yine Tobias’a takıldı. Hala sırtıma bakıyordu, o garip gülüşüyle... Bakışlarını hissedebiliyordum. Tüm bu karmaşık anın içinde kaybolmuş gibiydim. Zihnimde bir soru belirdi: Tobias gerçekten bir şeyler mi gizliyordu? Kendini türünü koruyor olabilir miydi? Beni oyalıyor muydu?
Dersin sonlarına doğru, zihnimdeki karmaşa bir süreliğine sakinleşti. Bayan Summer’ın sesinin tonu, sınıftaki diğer öğrencilerin sessizliğine karıştı. Sorular ve yanıtlar gittikçe daha hızlı bir şekilde birbirine bağlanıyordu. Benim için zamanın nasıl geçtiğini anlamak zorlaşmıştı. Her şey, Tobias’ın bakışları ve gülüşleriyle birleşerek bir tür bulanıksal hale gelmişti. O an, tüm sınıfın dikkatini başka bir yere yöneltmek için dersten çıkmak, bir an için kurtuluş gibi görünüyordu.
Bayan Summer son sorusunun ardından “Bugünlük bu kadar,” dedi. “Düşüncelerinizi paylaştığınız için herkese teşekkür ederim,” O an, dersin bittiği farkına varmak, başımı biraz daha netleştirdi. Sonunda, bayatlamış havada bir rahatlama oldu.
Sam, yanımdan usulca sıyrılıp ayağa kalktı. Hâlâ odaklanmış görünüyordu ama gözlerinde bir şey vardı—rahatsız edici bir derinlik, yüzeyin altında kıpırdayan, bastırılmış bir kaygı. Bakışlarını üzerime yönelttiğinde, o tuhaf, tedirgin dikkatle sanki sadece beni değil, kendi korkularını da inceliyordu. Tobias ise sınıfın arka sıralarında, başını hafifçe eğmiş bir halde duruyordu. Sanki dünyayla bağlantısı kesilmiş, yalnızca kendi düşüncelerinin içinde yankılanıyordu.
Sınıf sessizliğe bürünmüştü. O an, yalnızca biz vardık—üç kişi, ama herkes kendi fırtınasında kaybolmuş gibiydi. Diğer öğrenciler sessizce çantalarını topluyor, kıpırtılar arasında koltukların gıcırtısı duyuluyordu. Zaman sanki yavaşlamıştı; dersten çıkanlar arasında ağır bir an asılı kalmıştı, görünmez ama hissedilir bir gerginlik gibi.
Bir süre hareketsiz durdum. Sınıfın kapısına yönelen öğrencilerin oluşturduğu akışa sessizce göz gezdirdim. Bazıları başlarını çevirip baktı ama hemen ardından başlarını eğip yollarına devam ettiler. Kalabalığın içindeki yabancılaşmışlık hissi, içimdeki huzursuzluğu daha da büyüttü.
Tobias’a bir kez daha baktım. Ne düşündüğünü bilmiyordum ama bilmediğim her saniye içimde daha fazla kuruntu, daha fazla şüphe birikiyordu. İçimde bir şey, bana hâlâ tehlikede olduğumu fısıldıyordu.