8. BÖLÜM KAÇ YA DA YÜZLEŞ 4/1

2800 Words
8.BÖLÜM KAÇ YA DA YÜZLEŞ Koşuyordum. Ayaklarım yere değmeden, kaslarım sanki kendi iradesiyle hareket ediyormuş gibi ormana doğru sürükleniyordum. Soğuk, ıslak bir bıçak gibi yüzüme çarpıyor, rüzgâr saçlarımı gözlerimin önüne sürüklüyor, ama ben durmuyordum. Ağaçlar, sisin ve gecenin içinde siluetlere dönüşmüş, birer hayalet gibi yanımdan süzülüyordu; gövdeleri gri çizgiler halinde geçmişe karışıyor, dallar üzerimden sarkıyordu. Her adımda altımda çatırdayan yapraklar, içimdeki öfkeye tempo tutuyor, her çıtırtı ruhumdaki yırtığı biraz daha derinleştiriyordu. Kaçış değildi. Uzaklaşmak değil, içimdeki karmaşayı sürükleyip dışarı atmaktı. Hız. Daha hızlı. Daha vahşi. Ciğerlerim yanmıyordu; aksine, hava sanki ciğerlerime değil de damarlarıma doluyor, beni içeriden diri tutuyordu. Kalbim göğsümde bir savaş davulu gibi atıyor, ritmi öyle sertti ki, sanki bedenim değil, toprağın kendisi onu taşıyordu. Bu, yorgunluk değildi. Bu, dizginlenemeyen bir çağrıydı. Kanım, öfkeden kıvılcımlar saçarak akıyor, her hücremi ateşe veriyordu. Gece, bir ana gibi karanlık kollarını üzerime örtüyor, beni saklıyor, ama aynı zamanda içimdeki fırtınayı da besliyordu. Gözlerim, karanlığın içinde birer meşale gibi parlıyor; her hareketi, her titreşimi hissedebiliyordum. Dünya artık bulanık değil, çıplaktı; her şey olduğu gibi önümdeydi. Ve her şey bana ihanet ediyordu. Ama en korkunç olan şey, dış dünya değil, içimdeki o susmak bilmeyen seslerdi. Düşüncelerim… ağırdı. Yük gibiydi. Sırtımda taşımak zorunda kaldığım geçmişin yankıları gibi. Annemin sesi, rüzgârın içinde yankılanıyor, kulağımdan değil, doğrudan ruhumdan geçiyordu. “Bunu anlamaya çalış. Saralyn için.” Saralyn. Bu isim, kalbimde bir zinciri çekiyor, öfkeyle örülmüş anıların kapısını ardına kadar açıyordu. Onun adını bir silah gibi kullanmıştı. Onunla beni susturmaya, dizginlemeye kalkmıştı. Oysa ben yıllardır hayatta kalmak için savaşmış, içimdeki karanlıkla tek başıma boğuşmuş, her nefesimi küle çevirmiştim. Şimdi ise, annem beni hiç anlamamış gibi, her şeyi hiçe sayıyordu. Birden, önümdeki devasa ağaç karanlığın içinden belirdi. Durmam gerekmedi; bedenim içgüdüyle yana savruldu. Ayaklarım toprağı yararak kaydı, ellerimle dengesizlik içinde bir ağaca tutunmaya çalıştım. Gövdeyi sıyırarak geçtim. Sonunda dizlerimin üzerine düştüm, ama canım yanmıyordu. Toprak soğuktu, ıslaktı; parmaklarım onun derinlerine saplandı, tırnaklarım nemli yüzeyi kazıdı. Göğsüm titriyordu, ama nefes almak zordu çünkü nefeslerim öfkeyle doluydu. İçimde bir volkan kaynıyor, yüzeye çıkmak için sarsıyordu beni. “Benim suçum,” diye fısıldadım, ama bu bir fısıltı değil, içimi deşen bir kabullenişti. “Benim suçum!” Bu sözler havada dondu, ardından ağaçların arasında yankılanıp yutuldu. Sesimi duyunca irkildim; bu ben miydim? Yoksa içimde doğan yeni bir benliğin yankısı mıydı? Ayağa kalktım. Yumruğum, en yakındaki ağaca savruldu. Darbeyle gövde çatladı, kabuğu paramparça oldu. Ama bu beni rahatlatmadı. Aksine daha fazlasını istememe neden oldu. Sanki bedenim artık bana ait değildi—öfkemin bir aracıydım. Gücümün kontrolünü kaybetmiş, yalnızca onun hizmetine girmiştim. Tüm o inanç, güven, her şey boşa çıkmıştı. Annem… yine beni anlamamıştı. Yine yarı yolda bırakmıştı. Şimdi daha netti her şey. Riley Sinclair, Sancta Custos, hepsi yalnızca farklı maskelerdi. Adlar değişiyor, ama hedef aynı kalıyordu. Kontrol etmek. Korumak kisvesiyle yönlendirmek. Peki ya ben? Ben sadece bir piyon muydum? Annem gerçekten göremiyor muydu? Yoksa… görüp de kabullenmekten mi korkuyordu? Sancta Custos’tan yardım istemek, delilikti. Annem bu kadar çıldırmış olamazdı. Bir kez daha hareket ettim. Bu seferki adımlarım, ilkinden daha sakin, daha sessizdi—ama içinde durdurulamaz öfke vardı. Ormanın içinde, rüzgârla yarışır gibi değil, onunla bir olmuş gibi ilerliyordum. Gölgelere karışıyor, toprağın bir parçası haline geliyordum. Artık kaçmıyordum. Dönüşüyordum. Koşuyordum. Düşüncelerim berraktı; yüreğimdeki düğümler çözülüyor, ruhumun parçaları yavaş yavaş birbirine kenetleniyordu. İşte burasıydı. Sessizlik ve gölgelerin sarıp sarmaladığı bu derinlik, benim gerçek yerimdi. Yalnız kaldığımda kendimle yüzleşebilirdim. Eski benden geriye ne kaldıysa. Ve bu yere... kimse—annem bile—dokunamazdı. Belki yanımdaydı. Benimleydi. Ama beni bir kez olsun görmüş müydü? Görmek istemiş miydi? Bir açıklığa vardım. Ay ışığı, gökyüzünü saran dalların arasından süzülerek yere bir gümüş halı gibi serilmişti. Durdum, gözlerimi kapatıp içime çektiğim soğuk havayla sakinleşmeye çalıştım. Ama zihnim, annemin söyledikleriyle doluydu. ”Sana güveniyorum.” Güven mi? Eğer bana gerçekten güvenseydi, Sancta Custos’la iş birliği yapmazdı. Hele o Riley Sinclair denen adamla. O adamın gözlerinde gördüğüm şey... boşluktu. İnsan ya da başka bir şey, ne olursa olsun, bir şeyler hissetmesi gerekirdi. Ama o… o sadece izliyordu. Hesaplı, duygusuz, ve korkutucu bir şekilde tarafsız. “Beni asla ikna edemezsin,” demiştim ona. Ve doğruydu. Hiçbir güç, o adama güvenmemi sağlayamazdı. İçimde, onun bir tehdit olduğunu haykıran bir içgüdü vardı. Etrafımdaki sessizliğin derinliğini fark ettim. Tüm dünya bir an için durmuş gibiydi. Kendi nefesimden başka hiçbir şey duymuyordum. Ama sonra, kulaklarımı dolduran bir çıtırtı. Bir an için donup kaldım. Gözlerim açıklığın ötesindeki karanlığa dikildi. Ormandaki doğal seslerin arasında olmayan bir şeydi bu. Bir insan ya da yaratık... ya da her neyse. Ayağa kalktım ve çevreme bakındım. Karanlığın içindeki hareketi takip etmek için duyularımı sonuna kadar açtım. O anda, sol tarafımda, ağaçların arasından bana doğru yaklaşan bir gölge fark ettim. “Lanet!” diye haykırdım, sesim buz gibi bir kararlılıkla yankılandı. “Lanet olsun!” Hiçbir cevap gelmedi. Gölgeler sessizdi, ama bir şeyin beni izlediğini hissediyordum. Kanım tekrar hızlandı, ama bu kez öfkeyle değil, tetikte olmanın getirdiği adrenalinle. Gölgelerden bir adım attı. Uzun boylu, karanlığa karışmış bir figür. Yabancı değildi, tersine tanıdık soğuklukla doluydu. Daha doğrusu tanıdık sinir edici gülme sesi ile. “Oyun istemiyorum,” dedim, yaklaşıp yaklaşmayacağımı hesaplayarak. “Ne saklambaç ne de yakalamaç her zaman kaybediyorsun.” Gölge durdu, ama hala cevap vermiyordu. Sesindeki tehditkâr kararlılıkla onunla konuşmaya devam ettim. “Oyun yok Tobias.” Bir adım daha attı. Yüzü ay ışığına çıktı, ama yüzü... Görmeye alışık olduğum Tobias’a ait değildi. İçgüdülerim hemen tepki verdi. Tobias rüzgardan dağılmış saçlarını başının arkasına yatırdı. Hızla toparlanarak karşımda duran adama bir kez daha dikkatle baktım. Ay ışığı karanlığın içinde tanıdık hatları aydınlatıyordu. Tobias’ın yüzü ay ışığıyla aydınlandığında, daha önce gördüğümden farklı bir ifade taşıdığını fark ettim. Gözleri, normalde çayırlık gibi sakinken, şimdi bir fırtınanın ortasındaki orman kadar kaotikti. Göz bebekleri, etrafını saran altın sarısı bir halka ile belirginleşmişti ve bakışları hem tehditkar hem de meraklı. Yüz hatları, gecenin yarattığı loşlukta daha da belirginleşmişti; sanki karanlığın içinden çıkmış bir heykel gibi duruyordu. Gölgeler, elmacık kemiklerini daha da keskinleştiriyor, çenesinin hattını sert bir kararlılıkla çerçeveliyordu. Ay ışığı, yüzünün bir yanına vurduğunda, o beyaz ten üzerinde neredeyse maviye çalan bir parıltı oluşturdu. Dudakları ince bir çizgiye dönüşmüştü, ama kenarlarında incecik bir kıvrım vardı—belirsiz, neredeyse fark edilemeyecek kadar küçük ama rahatsız edici biçimde anlamlı. Alaycı mıydı? Yoksa sadece duygularını ustalıkla gizleyen bir maskenin çöküntüsü müydü bu? Bilmiyordum. Belki de bana acıyordu. Belki de sadece öyle bakıyordu. Ama acınacak son kişi bile değildim. Rüzgâr yeniden esmeye başladığında, saçları karanlığın içindeki suda savrulan dumanlar gibi dağıldı. Simsiyah teller, yüzüne ve alnına vurdu, sonra savrularak tekrar gözlerinin çevresine döndü. O an, onun etrafındaki karanlığın bir uzantısı gibi görünüyordu—doğanın bir parçası değil, onunla özdeşleşmiş bir varlık gibiydi. Boynu ve omuzları, bir panterin kaslı ama zarif gövdesini andırıyordu. Gerilmiş, tetikte ama bir o kadar da kendinden emindi. Her hareketi, doğuştan gelen bir hakimiyet duygusunu taşıyordu. Üzerindeki koyu renkli kıyafetler, hem sade hem de dikkat çekici bir ağırlık taşıyordu. Kumaşın mat dokusu ışığı emiyor, onu çevreleyen ormanın gölgeleriyle bütünleşmesine izin veriyordu. Ama onun ne giydiği değildi asıl etkileyici olan—nasıl durduğu, nasıl baktığı, nasıl beklediğiydi. Bir avcı gibiydi. Sabırlı, sessiz, ama içindeki harekete geçme dürtüsü her an patlamaya hazır. Sonra hiçbir uyarı olmadan, harekete geçti. Göz açıp kapayıncaya dek aradaki mesafeyi yok etti. Gövdesi, neredeyse rüzgârın içinde eriyerek bana ulaştı. Kolları etrafıma dolandı, ansızın, karanlığın içinden fırlayan bir dalga gibi. Nefesim kesildi. Göğsüne bastırıldığımda, kalbinin atışını duyamadım -duyamazdım da- ama kendi kalbim, onun tenine çarpan bir davul gibi çarpıyordu. Sarılışı boğucuydu. Korku, güven, tehdit ve tutku, hepsi bir aradaydı. Ama bende olan tek his gerginlikti. Gerilim tüm vücuduma akım akım yayılıyordu. “Tobias...” diye fısıldadım ama devamını getiremedim. Tobias’ın sarılışı hem beklenmedikti, hem de ürkütücüydü. Beni sıkıca kollarının arasına alırken, soğukluk ya da rahatlık hissetmek yerine, tüylerimi diken diken eden bir gerginlik fark ettim. Vücudu demirden bir kafes gibiydi; kaçmamı imkânsız kılan bir güçle tutuyordu. Yakınlığımızda, nefes alışverişimizin senkronize hale gelmesi dışında hiçbir ses yoktu. “Tobias,” diye tekrar ettim, bu kez daha ama sesim yumuşaktı. Yüzünü boynumun yakınında tutarak bir an bile konuşmadı ve burnunu boyun girintime gömdü. Sonunda fısıldar gibi konuştu. Sesinde hem yorgunluk hem de karanlık bir alay vardı. “Tatlı melezim.” dedi, sesi derin ve yankılıydı. “Yoksa tanıdığını düşündüğün Tobias mıyım, emin değil misin? Neredeyse bana saldıracağını düşündüm Bana çok düşmanca bakıyordun..” Beni saran kollarına, mücadelede etmeden kendimi bıraktım. Bu bir yabancının soğukluğu değildi. Tobias her zaman zor biriydi; mantıksız kararları ve bitmek bilmeyen oyunlarıyla beni defalarca çileden çıkarmıştı. Ama şimdi... bir şey farklıydı. İçimde bastırılmış bir öfke, hayal kırıklığı ve... bir şeyler söylemek isteyip söyleyememenin acısı. Buna rağmen Tobias’ın göğsüne yüzümü gömerek, soluklanabiliyordum. “Sen,” dedim, sesimdeki şaşkınlık öfkemin yerini aldı. “Neden buradasın, Tobias?” Ama o hemen cevap vermedi. Derin, kontrolsüz bir nefes aldı. Beni kendinden ayırıp, gözleriyle beni baştan aşağı süzerken, bir an için tereddüt ettiğini hissettim. Sonra bana yeniden sarıldı. Ayaklarım yerden kesilmişti. “Rüzgar kokunu ormana dağıtmış... Seni izlemem gerektiğini düşündüm,” dedi sonunda. Sesi her zamanki gibi sakindi ama altında bir gerginlik hissediliyordu. “Ne yaptığını görmem gerekti. Varlığını hissettim.” Kaşlarımı çattım, dudaklarımı sıktım ardından söylendim., “Sadece uzaklaşmam gerekti.” “Hayır,” dedi, ama kelime havada asılı kaldı. Ardından ekledi, “En azından böyle düşünmeni istemem. Ama... işler kontrolünden çıkıyor gibi görünüyordu. Seni durdurmam gerekiyordu.” Gözlerimi kapattım. “Teşekkür bekleme.” Tobias, beni yere bıraktı ve yaklaştı, ama dikkatliydi. Sanki fazla yakınlaşırsa beni daha da tahrik edeceğinden korkuyordu. “Haklı ya da haksız olmak umurumda değil. Sadece peşinden geldim. Ve sen ne yapacaktın, kim bilir.” “Tobias...” diye mırıldandım. Sesim yorgun ve bitkindi. “Hiçbir şey yapmaya niyetli değildim.” “Aptallık yapmayacak olsan da,” dedi Tobias, keskin bir sesle. “Senin kendi öfkenle baş başa bırakacak kadar kötü değilim.” Onun o sakin ama alaycı sesi… Tüylerimi diken diken eden bir tanıdıklık vardı o seste. Soğukkanlılıkla söylenen her kelime, altına gizlenmiş bir tehdit gibi yankılanıyordu kulaklarımda. Bu her zamanki Tobias’tı — sinsiliği bir sanat gibi icra eden, alaycılığı ise zarif bir zehir gibi kullanan Tobias. Her şeyi biliyor gibiydi. Sanki her konuşmanın arasında, gözlerinin içine bakarak söylemediğin şeyleri de okuyan, gölgelerde gezinirken dahi seni izleyen biriydi. Ve bu beni delirtmenin eşiğine getiriyordu. Yine yapmıştı. Yeteneğini kullanarak ortadan kaybolmuştu. Ne bir ayak sesi, ne bir gölge, ne de bir nefes… Hiçbir iz bırakmamıştı arkasında. Tobias da diğerleri gibi özeldi. Ama onun yeteneği sıradışılığın ötesindeydi. O kendini sadece gizlemiyor, adeta gerçeklikten siliyordu. Varlığını fark ettirmek istemediğinde, en usta takipçilerin bile burnunun ucunda olsa onu göremezdi. Kokusunu yok edebiliyor ve çevresinde hiçbir titreşim bırakmadan hareket edebiliyordu. Fiziksel anlamda olmasa da peşinde bıraktığı izler görünmez oluyordu. Ben bile onu okulda gördüğüm ilk zamanlar insan sanıyordum. Ta ki kendini bana belli edene kadar. Kurtlar bile fark edemiyordu onu — ki bu neredeyse imkânsız sayılırdı. Doğuştan gelen keskin sezgileriyle gölgelerin içinde saklanan her şeyi hissedebilen kurtlar, onun çevresinde körleşiyordu sanki. Bu yüzden ilk başlarda Tobias’ın kasabada ve özellikle de okulda olması beni fazlasıyla huzursuz etmişti. Yalnızca ben değil, Evan ya da diğerleri bile —ki o burnunun ucundaki en ufak tehlikeyi hissederdi— onun varlığını algılayamamıştı. Bu, açıkça, olağanüstü bir yetenekti. Korkutucu, ama aynı zamanda etkileyici. Yine de Tobias’ın en tehlikeli yanı bu görünmezlik yeteneği değildi. Asıl sorun, özel alan kavramına olan körlüğüydü. Sınırları sezmekten acizdi ya da daha kötüsü, onları bilerek hiçe sayıyordu. Soğuk bir gülümseme ile kişisel alanına süzülür, dudaklarının kıyısında beliren o küçümseyici ifadeyle seni sabrının sınırlarında gezdirirdi. Tıpkı şimdi yaptığı gibi. “Başımın çaresine bakabilirdim.” dedim, dişlerimi sıkarak. “Ve sana uzak durmanı söylemiştim.” “Gelen sendin.” dedi, bir an duraksayarak. Gözleri kısılmıştı, sanki doğru kelimeleri seçmek istiyordu. “Benim bölgemdesin bebeğim. Bana gelen sendin.” Bu kelimeler, üzerime bir taş gibi düştü. İçimdeki öfke aniden durakladı, yerini bir tür şaşkınlığa ve… belki de hafif bir sarsıntıya bıraktı. Kaç kilometre koşmuştum? Gözlerimi Tobias’a diktim, sözlerinin arkasındaki duyguyu anlamaya çalışıyordum. Alay etmiyordu. “Eve geri döneceğim,” diye fısıldadım. Sesim rüzgâra karıştı, ama Tobias duymuştu. Kesinlikle duymuştu. Bir anlık sessizlik oldu. Rüzgâr, üstümüzdeki dalları hışırdatırken gecenin serinliği tenime işliyordu. Ay bulutların arkasına gizlenmişti, ormanın içi griye çalan bir karanlığa bürünmüştü. “Hemen mi gidiyorsun, Mary?” dedi Tobias. Sesi, neredeyse dokunulabilir kadar yumuşaktı; kadife gibi, ama içinde gizli dikenler taşıyordu. Ses tonundaki düşüş, beni hazırlıksız yakaladı. Bir teselli, ya da kandırıcı bir merhamet gibiydi. Ardından koluma dokundu — parmakları soğuk ama ölçülüydü. Nazikçe kavradı, baskı yapmadan, ama varlığını hissettirecek kadar kararlı. Avuç içi, bileğime kadar süzüldü. “Yardımcı olabilirim,” dedi. Sanki ormanın sessizliği bile bu cümleyi dinlemek için duraklamıştı. Yutkundum. İçimdeki gerginlik, sesime çatlaklar düşürmüştü. O çatlakları gizlemeye çalışarak sordum: “Nasıl?” Nefesim göğsümde daraldı. “Nasıl yardım edeceksin, Tobias?” Tobias cevap vermedi hemen. Sadece baktı bana. O bakışta yargı yoktu, acıma da değildi. Belki bir tür tanıma... belki eski bir hatıraya duyulan özlem. Gözleri loş ışıkta bile parlıyordu; gri mi, mavi mi, anlayamıyordum — ama bildiğim tek şey, o bakışın içimi delip geçtiğiydi. Bir süre sonra derin bir nefes aldı. Ardından yavaşça bir adım geri çekildi ama elimi hâlâ bırakmamıştı. Parmaklarının arasındaki sıcaklık, ormanın soğuğuna karşı koyan tek şey gibiydi. Gözleri üzerimdeydi hâlâ; gitmeme izin verse bile, gözleriyle izlemekten vazgeçmeyecekti. Sonunda eliyle ağaçların arasından zar zor seçilen patikayı işaret etti. Gölgelerin içinde neredeyse görünmezdi ama Tobias’ın işaretiyle bir anlığına şekil kazandı. “Elini bırakabilirim,” dedi alçak bir sesle. Bu kez tonu, içini dökmeye hazır bir sır taşıyordu. “Ama seni bu ormanda yalnız bırakacağımı sanma.” Beni biraz daha dikkatle süzdü, sanki kararımı anlamaya çalışıyordu. Ardından, ağaçların arasında belirsizce uzanan, karanlık gölgelerle çevrili patikayı eliyle yeniden işaret etti. Parmaklarının hareketi, dikkatlice seçilmiş yolu gösteriyordu. Gözlerimi onun işaret ettiği patikaya çevirdim. Ağaçlar sıklaşmıştı, dallar gökyüzünü tamamen örtüyordu ve aradan süzülen cılız ay ışığı zemini zar zor aydınlatıyordu. Patikanın nereye gittiğini göremiyordum; sanki dünya burada sona ermiş, yerini bir bilinmeze bırakmış gibiydi. Yutkundum, cidden epey bir uzağa gelmiştim. Elimi bıraktığında parmaklarının soğukluğu bir anda kayboldu. Kendi sıcaklığımla baş başa kalmak, ürpertici bir şekilde yalnız hissettirdi. Ama Tobias’ın sessiz varlığı hâlâ oradaydı, kararlılığı ve o tanıdık soğukluğu havada asılı duruyordu. “Eğer korkuyorsan...” diye ekledi, kelimeleri kışkırtıcı bir şekilde havada süzüldü. Alaycı gülüşü dudaklarının köşesinde belirdi. “Dönebilirsin. Ama bunu yapacağını pek sanmıyorum.” Bir adım daha geri çekildi ve gölgelerin içinde kaybolmaya başlamış gibi göründü. Ama durup başını çevirerek bana tekrar baktı. “Hadi, Mary,” dedi, sesi karanlığın içinde yankılanıyordu. “Sana evimi göstermek için sabırsızlanıyorum.” Tobias’ın gözlerimin önünde kaybolan silueti, gölgelerle birleşerek neredeyse bir hayalet gibi eridi. Adımlarımı hafifçe atarak, onun işaret ettiği patikaya yöneldim. Karşıma çıkan her ağaç, her dal, geceyi daha da derinleştiriyor, yavaşça bir bilinmezin içinde kayboluyormuşum gibi hissettiriyordu. Patika daralmıştı, her iki tarafımda ağaç kökleri yükseliyor, ay ışığı daldan dala süzülen ince ışıklar gibi yer yer zayıf bir iz bırakıyordu. Zemin kaygan ve karışıktı, çamur ve kuru yapraklar arasında ilerlemek zor oluyordu. Havanın soğukluğu, vücudumu sararken, Tobias’ın sesi hala kafamda yankılanıyordu. Evinin yerini mi gösterecekti, diye düşündüm. Her şey karışıktı ki, geride bırakmaya çalıştığım öfke yerini bir tür meraka bırakmıştı. Eve geri dönmeye niyetli değildim. En azından bu gece. Dalların arasından süzülen ışık giderek daha zayıflamıştı, patikanın sonuna yaklaşıyordum. Neyse ki gözlerim karanlıkta da kusursuz görürdü. Soluduğum hava, ormanın keskin kokusuyla karışmıştı—nemli toprak, kalım gövdeli ağaçlar, ve bir de derin, hafif yağmur kokusu. Her şey bir arada, ormanın kalbinde kayboluyordu. Tobias’ın geride bıraktığı sessizlik, etrafımdaki her adımı daha belirgin hale getiriyordu. Kokusunun izini takip ediyordum. Birden, önümü göremediğim kadar karanlıkla çevrilmiş bir boşluk fark ettim. Patikanın sonu, hiç beklemediğim bir şekilde açılıyordu. Ağaçların arasındaki dar geçit birden genişlemiş, bana geniş bir açıklık sunmuştu. Önümde, devasa bir taş yapı belirdi. Burası seçilmiş özel bir yer gibi duruyordu. Evin ne kadar eski olduğunu tam olarak kestiremiyordum. Ev, doğayla bütünleşmiş bir şekilde, yosunlarla kaplı taş duvarlarıyla dikkat çekiyordu. Çatısı, eski tarzda kırmızı kiremitlerle örtülmüş ve hafifçe eğilmiş, yılların izlerini taşıyor. Evin etrafında, çevreye huzur veren ağaçlar ve yemyeşil çimenler yer alıyor, bir yandan da ormanın derin sessizliği içinde bir bütündür. Pencereler ahşap çerçeveli, hafifçe kararmış camlarla kaplanmıştı. Bir zamanlar canlı olan, ancak şimdi huzurlu ve terkedilmiş bir izlenim bırakan, sıcak bir atmosfer yaratıyordu. Yanında küçük bir taş yol, ağaçların arasına kaybolarak ilerliyordu. Duvarlarında yosunlar ve sararmış yapraklar arasında bazı yerler sanki unutulmuş gibiydi. Ancak, her ne kadar terkedilmiş bir yer gibi görünse de, etrafındaki hava oldukça yoğun ve ağırdı. Ev, derin ormanın kalbinde, yapraklarla kaplanmış taşlardan yapılmış gibi duruyordu. Frost’da buna benzer ormanın içinde bir sürü orman evi vardı. Ama bu ev neredeyse Frost’a bir saatlik uzaktaydı. Kurtların bölgesinde de değildi. İyi seçilmiş bir yerdeydi. Burası Tobias’ın evi miydi? Tobias, evin yanında bekliyordu. Beni fark ettiğinde bir adım daha ileriye atarak, başını hafifçe eğdi. Yüzünde tanıdık, alaycı ama aynı zamanda olağan bir ifade vardı. Karşısına varınca, nefesimi tutarak onun gözlerine baktım. Gözlerinde yine o tanıdık bakış vardı. Gözleri, bu geceyi biraz daha tuhaf hale getiren bir heyecan taşıyordu. “Tobias...” dedim, sesimde hala bir şaşkınlık vardı. “Bu gerçekten senin evin mi?”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD