7. BÖLÜM BAY SİNCLAİR 4/4

1947 Words
Riley’nin sesindeki samimiyet, beni şaşırtmıştı. Ama bu, onun bir anda güvenilir hale geldiği anlamına gelmiyordu. Yine de bu sözler, kalkanımı biraz olsun indirmeme neden oldu. “Elbette,” dedim yavaşça, “Canavar olup, olmamak bir seçenek.” Bir an sessizlik oldu. Sadece birbirimizin gözlerine bakıyorduk. Söylenecek başka bir şey kalmamış gibiydi. Ama sonra Riley, sessizliği bozdu. “Fikrini değiştirdin mi?” “Hayır.” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Ve annem gelmeden git.” Riley alaycı bir şekilde güldü. “ Bana emir veremezsiniz ve kaba olmayı bırakın Bayan Fox." Cevabı, istemsiz bir şekilde beni güldürdü. İçimde yükselen gerginliği bastırmaya çalışarak başımı sinirle salladım. “Sürüyü üzerine salabilirim. Seninle seve seve ilgilenirler.” Riley başını eğdi, gözlerinde hafif bir meydan okuma ifadesi belirdi. “Bundan şüphem yok.” dedi ve bir an arkama baktı ve sonra yeniden gözlerini kızgın bakan gözlerime çevirdi. “Ama masum birini öldüreceklerini sanmıyorum.” Nefes alıp vermemizi bile duyabileceğiniz bir sessizlik hüküm sürdü. Masumiyet kelimesi, ne kadar saf görünse de, onun ağzından döküldüğünde tehditkâr bir yankı bırakıyordu. Gözleri, sanki ruhumun derinliklerine bakıyordu. Huzursuzlandım, ama bunu ona belli etmedim. Bölgemdeydi. Bir wampir değildi ya da kurt adam... Cadı soyundan mi geliyordu? “Masum birini mi?” dedim, alaycı bir tonla. “Bu kelimenin ne anlama geldiğini düşündüğünden emin misiniz, Bay Sinclair? Çünkü bizim dünyamda masumiyet sadece bir maske.” Riley’nin kaşları çatıldı, ama öfke yerine sakin bir kararlılık vardı yüzünde. “Sizin dünyanız benim dünyam değil. Ben hiçbir masumu öldürmedim. Hüküm verilmeden kimseyi cezalandırmadım.” İleriye bir adım daha attı, bu kez aramızdaki mesafe tehlikeli derecede azalmıştı. Karanlık gözleri, bir girdap gibi beni içine çekmeye çalışıyordu. Fakat ben de kolay lokma değildim. “Yani Sancta Custos, ne emrettiyse itaat ettiniz.” diye mırıldandım, soğuk bir gülümsemeyle. “Gurur duyulası.” Riley, sözlerimden etkilenmiş gibi görünüyordu ama bunu belli etmedi. Bunun yerine bakışları daha da sertleşti, sesi ise bir fısıltı kadar yumuşaktı. “Adalet yerini bulduğunda gurur duyuyorum. Kayıp kız kardeşiniz Sara içinde adalet istersiniz değil mi?” Bu sözleri duyduğumda, kalbimde soğuk bir çarpıntı hissettim. Ama hemen toparlandım. Ona zaafımı göstermeyecektim. “Bunu sağlayacağım,” dedim, biraz sert bir tonla. “Tek başıma.” Riley, hafifçe gülümsedi, ama bu gülümseme dostça değildi. Daha çok bir meydan okuma gibiydi. “Ayrı yollarda ilerlemekte kararlıyız.” Bir an sessiz kaldık, ancak bu sessizlik bile iki dünyayı birbirine yakınlaştırıyordu. Bu karşılaşma, ne kadar tehlikeli olursa olsun, bizim birbirimize doğru adım atmamıza neden oluyordu. Kimse kimseye güvenmiyordu, ama yine de bir anlamda, belki de ortak bir düşmanı paylaşıyor gibiydik. O adaleti sağlamak isterken, ben intikam almak istiyordum. “Fikrini değiştirmeyeceğine emin misin?” diye sordu Riley, bu kez daha yumuşak bir tonla. Gözlerindeki o keskin bakış, sabırla yeniden yumuşadı. “Kesinlikle Bay Sinclair,” dedim, “Tek başınasınız. İş birliği yapmaya niyetli değilim. Dava da yolunuza taş koymam ama yoluma çıkmamanızı konusunda sizi uyarabilirim.” Riley bir an durakladı, sanki doğru kelimeleri seçmeye çalışıyormuş gibi. “Baş şüphelim siz olacaksınız galiba,” dedi sonunda. “Kural dışısınız. İsyankar ve belki de hilekâr.” “Öyle düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.” diyerek hızla yanıtladım. “Elbette bu iddialarınızı kanıtlamaya çalışabilirsiniz.” Riley’nin bakışları, bir an için bir kırılma noktası yaşadı. Şüphe, merak ve biraz da saygı vardı. Ama bu, hâlâ birbirimize güvenebileceğimiz anlamına gelmiyordu. “Kırılması zor bir irade,” dedi sonunda, sesinde hala o meydan okuyucu tonla ama biraz daha derin bir anlam taşıyan bir yumuşama vardı, “Sizi manipüle etmek, oldukça zor. Ama araştırmaya elbette ki, zincirin ilk halkasından başlayacağım.” “Bu bensem, Bay Sinclair,” dedim, daha sakin bir sesle. “Masumiyetimi ispatlamak için uğraş vermek sizi zorlamayacaksa deneyin.” Riley bir süre sessiz kaldı, bakışları hâlâ beni izliyordu. Ardından, yüzünde daha fazla alaycı bir gülümseme belirdi ve yavaşça, fakat kararlı bir şekilde geri adım attı. “Bu seferlik görmezden geleceğim,” dedi, “Aslında sizi tutuklamam için bana bir çok sebep verdiniz. Ama dediğim gibi; görmezden geleceğim.” “Beni bu seferlik bağışladığınız için ölümsüz hayatımın her günü minnettar olacağım.” dedim, sahte bir minnetle. “Mary!” dedi annem, sesi sakin görünse de altında buz gibi bir tehdit titreşiyordu. O tanıdık sesin ağırlığıyla istemsizce arkamı döndüm. Vanessa Isolde Cassian – soğukkanlı, ölçülü ama her zaman ne yaptığını bilen o kadın – arabasının camından bana seslenmişti. Şık SUV’ı polis aracının tam karşısına, neredeyse meydan okurcasına park etmişti. Ardından vakur adımlarla inmiş, yürürken topuk sesleri sessizliği kesmişti. “Misafirle yeterince oynamış gibisin, tatlım.” Riley’nin ifadesi, yüzüne yerleşmiş o dikkatli maskeden hiç sapmadı. Ama gülümsemesi – o ince, ölçülü çizgi – yavaşça silinmişti. “Bayan Fox,” dedi saygılı ama mesafeli bir tonla. “Kızınızla gayet hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Nazik bir sorgu gibiydi.” Sözleri kibardı, ama içinde yankılanan ince alay, beni sinir etmişti. Annem başını hafifçe eğerek selam verdi. “Sancta Custos’tan bu kadar erken döneceğini beklemiyordum,” dedi, sesi buz gibi bir açıklık taşıyordu. Ardından bakışları üzerime saplandı – bu, sorgulayan bir bakış değildi. Artık her şeyi anlamış olduğumu bilen bir annenin, o anlayışı sessizce onaylayan sert ve üzgün bakışıydı. “Böyle öğrenmeni istemezdim.” Elini sırtıma koyduğunda, hareketi nazikti ama içinde hâlâ bir denetim vardı – sanki beni sakinleştirmekten çok, yerimde tutmak ister gibiydi. “Sana anlatacaktım. Ama zamanım olmadı. Üzgünüm—” “Hayır,” dedim aniden, sesimdeki öfkeyi bastırmakta zorlanarak. “Üzgün değilsin.” Annemin kaşları hafifçe çatıldı. “Mary, lütfen,” dedi, sesi hâlâ kontrol altında ama içinde gizli bir baskı taşıyordu. “Şu an anlamaya çalış. Zamanlamam kusurlu olabilir ama kararlar alırken her zaman sana danışamam.” Gözlerimi ondan ayırmadım. İçimde fokurdayan öfkeyi bastırmak için derin bir nefes aldım, ama bu bile yetersizdi. “Bu konuda danışmalıydın,” dedim, kelimelerim buz gibi ve keskin çıktı. Riley Sinclair’ı parmağımla işaret ettim. “O ve onun gibiler yalnızca kendi çıkarlarını düşünür. Hata ediyorsun, anne.” O anda annemin gözlerinde, kısa bir an için gerçek bir suçluluk parladı. Sesi yumuşadı, ama gözlerindeki yorgunluk da apaçıktı. “Başka çarem kalmadı. Seni de korumam gerekiyor,” dedi. “Sancta Custos ile yaşadıkların zor olabilir, ama benim için biraz sabır gösteremez misin?” Riley bir adım geri çekilmişti. Gölgede kalmış yüzü, bir izleyici gibi sessizdi – varlığı neredeyse silik ama yine de ağırlığını hissettiriyordu. Benim için o anda orada değildi bile. Gözlerim yalnızca anneme kilitlenmişti. “Hiç kimse, bu sen olsan bile anne, böyle bir şeyi benden isteyemez,” dedim. Sesim titrememeliydi, ama içimdeki çatlaklar, kelimelerimi zorluyordu. “Ne yaşadığımı biliyorsun.” Annem bir adım yaklaşmak ister gibi oldu ama tereddüt etti. “Mary...” dedi sadece. Ardından dudakları kapandı. Parmaklarını yumruk yaptı, tırnakları avucuna battı. O sessizlik… kelimelerden çok daha ağırdı. Gözlerindeki pişmanlık, titreyen kirpiklerinin arasında saklanan suçluluk, bana her şeyden daha fazla şey söylüyordu. O an, annemin de kırık olduğunu fark ettim. Tıpkı benim gibi. Ama bu farkındalık, öfkemin ateşini söndürmeye yetmedi. Geri çekildim. “Vanessa Isolde Cassian,” dedim, tam adını telaffuz ederken, sesimde soğuk bir kararlılık vardı. Anemin gözlerinde aniden beliriveren o yeşil parıltı – o büyülü ışık – bir anlığına gecenin karanlığını deldi. “Beni kenara itip kararlar alman... bana olan güvenini yitirdiğini gösteriyor. Senin kararların, benim inancımı zedeliyor.” Annem gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı – göğsü zar zor hareket etti. Ardından gözlerini yeniden bana çevirdi, artık içinde yalnızca kırılganlık değil, açık bir acı da vardı. “Bunu baş başa konuşalım Mary,” dedi, sesi biraz daha kısık ama duygularla yüklüydü. “Şimdi bir konuğumuz varken, sırası değil.” Riley’nin sessizliği, hissettiğim bu karmaşanın içinde beni daha da huzursuz ediyordu. O, bizim dünyamızda yabancıydı, dışarıdan bir gözlemci gibiydi. Ama bu kez, gözlerini annemden ayırmadan, daha da belirginleşen o sert bakışları bana doğru çevirdi. İçimdeki nefreti hissetmiş gibi bakıyordu. “Sen Sancta Custos köpeği,” dedim, ona doğru adım atarken. “Şafağa kadar Frost’dan defol. Yoksa seni avlarım.” O an, Riley’nin yüzündeki soğuk ifade hafifçe değişti. Ama yine de bir şey söylemedi. Sadece adım attıkça, gözleriyle adımlarımı takip etti. Sanki tüm bu olayı daha da derinlemesine anlamaya çalışıyordu. Annem bir adım geri çekildi. “Maryinn sakinleş” dedi, sesinde biraz da çaresizlik vardı. Bay Sinclair’ın yakasına yapıştığımda, annem, “Mary!” dedi çığlıkla karışık bir sesle. “Çok ileri gidiyorsun.” Yumruğumu sıkıp Riley’nin yakasına yapıştım, ellerim titriyordu ama öfkem her şeyi yönetiyordu. Gözlerim, adeta bir yılan gibi Riley’nin üzerine odaklanmıştı. O kadar yakın olmasına rağmen, hala onun gözlerinde bir değişim olmadığını fark ettim. Soğukkanlı, tepkisiz. Sanki sadece bir taş parçası gibiydi. Bunu daha da sinir bozucu buluyordum. Korkan gözlerini görmek, paha biçilemez olabilirdi. “Ne yapıyorsun, Mary?” Annemin sesi daha da çaresizleşmişti. “Bırak onu, lütfen.” Riley’nin gözlerine son bir kez bakarak, ellerimi gevşettim ama içimdeki öfke geçmemişti. Yavaşça adımlarımı geri attım. Riley’nin durumu hiç değişmedi. Sadece beni izliyordu. Gözlerindeki soğukluk beni daha da tahrik ediyordu. Annem, derin bir nefes alarak, “Üzgünüm,” dedi sadece benim adıma. Sesinde hâlâ bir yorgunluk vardı. “Şimdi,” dedim, sert bir şekilde. “Arabana bin ve buradan tek parça olarak git Bay Sinclair.” Riley’nin bir adım attığını fark ettim. O an, gözlerimdeki yansıma onu izledi. Yavaşça yerinden kıpırdadı, ama bir yandan da çevresine dikkatle bakıyordu. Kendini savunma pozisyonu almıştı. Ne yapmak istediğini çözmek için biraz daha dikkatle izledim. Kafasında bir plan olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Ama o anneme başıyla selam verip, “Daha uygun bir zamanda konuşmak için benimle lütfen iletişime geçin Bayan Fox.” dedi, cüzdanından çıkardığı kartı anneme uzatırken, elinden ben aldım. Dişlerimi sıkarken, “Defol.” dedim. “Mary, sakin ol,” dedi annem, bu sefer sesindeki tedirginlik daha da belirgindi. “Özür dilerim. Lütfen sakinleş.” “Bu hallerini istemiyorum, anne,” dedim, dudaklarım neredeyse kanamış gibi hissediliyordu. “Sadece bana güvenmeni istiyorum. Sana bu kadarını verdim, ama sen hala… hala başkalarını tercih ediyorsun.” Annemin gözlerinde, artık keskin bir acı vardı. “Hayır, Mary. Sana güveniyorum. Ama... benimde başka bir yolum kalmadı.” Yavaşça, içimdeki öfkenin dinmesini bekledim. Kalbim hala çırpınıyordu, ama bu kez kendimi biraz daha sakinleştirmeyi başardım. Başımı sallayarak, “Bunu seninle konuşmak istemiyorum,” dedim. Riley, sessizce hareketini tamamladı. Şimdi tam önümde duruyordu, ama bakışları hala soğuk ve hesaplayıcıydı. Geçip gitmesi için bir adım geri çekildim. Başı dik bir şekilde yürüdü ve polis aracına binerken, gözleri üzerimdeydi. “Gidiyorsun şimdi,” dedim, ona doğru dönerek. “Defol!” Riley Sinclair, şapkasını başına yeniden yerleştirdikten sonra, direksiyona döndü ve motoru çalıştırdı. Aracın gürültüsüz vınlaması, içimizdeki sessizliğe ters düşüyordu. Son bir kez başını çevirip bize baktı—gözlerinde ne bir pişmanlık ne de acele vardı, sadece olması gerekeni yapmış bir adamın dinginliği. Hafifçe başını eğerek selam verdi ve ardından, çakıl taşlarının üzerinde ağır ağır ilerleyerek uzaklaştı. Gidişini izledim. Gözden kaybolana dek, hâlâ dönüp bakacak mı diye umut ederek, hiç kıpırdamadan izledim. Annem yanıma bir adım atmak istedi, ama ben refleksle geri çekildim. Aramızdaki mesafe, fiziksel bir uzaklıktan çok daha fazlasını temsil ediyordu artık. Gözlerinde kararsız bir bulanıklık vardı—ne diyeceğini, ne yapacağını kestiremeyen bir anneydi şimdi. Uzun bir sessizlik içinde göz göze geldik. Söylenmemiş cümleler dudaklarının kıyısında asılıydı ama onları dile dökmedi. Ben de ondan bir kelime duymak istemedim zaten. İçimde o an neyi hissettiğimi tam olarak anlayamıyordum, ama bir şeyin sona ermediğini biliyordum. Bu tartışma—ya da bu hesaplaşma—henüz bitmemişti. Henüz başlamamış bile olabilirdi belki. Yavaşça adımlarımı geriye doğru attım. Her adımda, kalbimde bir şeyler daha eksiliyordu. “Yalnız kalmaya ihtiyacım var,” diye mırıldandım. Sesim, istemsizce kısıktı ama o kadar netti ki annem duyduğunu biliyordum. Onu ardımda bırakarak döndüm, sessizliğe karıştım. Dışarıda hava, önceki kadar soğuktu, belki daha da fazla... Ama içimdeki boşluk—o tarifsiz, içten içe çökerten boşluk—soğuktan çok daha keskin, çok daha gerçekti. Göğsümün tam ortasında bir şey sıkışmış gibiydi. Soluklarım buhar olup havaya karışırken, ben kendi içimde yok oluyordum. Hayatta en çok sevdiğiniz insanın size güvenemiyor olması kötü hissettiriyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD