7. BÖLÜM BAY SİNCLAİR 4/1

2314 Words
7.BÖLÜM BAY SİNCLAİR Okulun içini dolduran o karanlık hava, artık sıradan bir kasvetten çok daha fazlasıydı. Tavan arasından sarkan paslı borular, gri duvarlara sinmiş nem kokusu ve rüzgarın camlara vurdukça çıkardığı inilti gibi sesler... Hepsi birleşerek içimi kemiren sessizliğe gömüyordu beni. Her şey, bu soğuk taş binanın içinde sinsice ilerleyen bir uğursuzluğun yankısı gibiydi. Koridorda fısıltılar sürüyordu. Kayıplarla ilgili üretilen teoriler, içten içe herkesi tüketen bir hastalığın belirtisi gibi yayılıyordu. Kimi, gizlice kaçtıklarını; kimi, öğretmenlerden birinin işin içinde olduğunu söylüyordu. Ama hiçbir söylenti, gerçeklerin sivri ucunu gösteremiyordu. Hepsi yarım yamalak, korkuyla yoğrulmuş hikâyelerdi. Sınıfın camlarına vuran rüzgar uğuldamaya başlamıştı. Dışarısı pusluydu, sanki sis bile sınıfa sızmak istiyormuş gibi cama yapışıyordu. Soğuk, metalik bir ıslık gibi süzülüyor, tahta sıraların arasından geçerek enseme kadar ulaşıyordu. Ancak içeride kimse bunu umursamıyor gibiydi. Herkes başını test kitapçıklarına gömmüş, Bay Reed’in verdiği fizik testine odaklanmıştı. Sessizliği yalnızca arada bir çıkan kalem sesleri ve mırıldanan nefesler bozuyordu. Gerçeklik, neredeyse bu kâğıtların içine gizlenmiş gibiydi. Benim içinse test kâğıdındaki sorular, yalnızca şekiller ve sayılardan ibaretti. Zihnimdeki sorular ise çok daha karanlık ve çok daha ölümcüldü. Beni en çok zorlayan, dış dünya değil; içimde yankılanan çığlıklardı. Sam, yarım yamalak dokuzuncu soruya göz gezdirdikten sonra başını sıraya yaslamıştı. Göz kapakları ağır, nefesi düzenliydi. Öğle arasında Anastasia ile birlikte çok yemişti; tabağındaki her şeyi silip süpürmüştü. Şimdi ise gözleri zar zor açık duruyordu. Onun için bu soruların hiçbiri anlam ifade etmiyor gibiydi. Şekerleme yapmasına karışmamıştım. Bu sessiz yorgunluk hâli, belki de tek kaçış yoluydu bu kasvetin içinden. Bense kaçamıyordum. Gözlerim açık, içimdeki karanlığı izliyordum. Tobias’tan sonra olanları düşündüm. Görünmemişti. Ve evet, bu bir nebze rahattı. Ama yokluğu bile huzur vermiyordu. Tehlike onun varlığında değil, etrafımda yoğunlaşan sisin içinde gizliydi. Sanki Tobias yalnızca sisin içinden çıkan bir gölgeydi. “Bize bir şans ver, tatlı Mary’m,” demişti. İçimde yankılandı bu cümle. Boş bir odada yankılanan çekiç darbesi gibi. Ben ise hayatta kalmayı öğrenmiş biriydim. Ihtiyaç duymamıştım kimseye. İhtiyaç duyduğumda yaratmış, sonra o bağı kendi ellerimle yıkmıştım. Güven, bana göre bir lükstü. Ve Tobias… onun yanında o lüks ölümcül bir zaafa dönüşüyordu. Sara. İsmini içimden geçirdim ama yankısı ciğerimi dağladı. Onun kayboluşu, sanki içimde bir duvarı yıkmış, geride dipsiz bir boşluk bırakmıştı. Eskiden kasaba benim için güvenli bir sığınaktı. Şimdi ise pusuda bekleyen bir tuzak, nefes aldığım her saniyede beni içine çekmeye çalışan bir bataklık olmuştu. Belirsizlik, etrafımı sarıyordu. Her wampir yeni bir tehdit demekti. Sadakatleri belirsiz, çıkarları karmaşıktı. Bugün dost görünen, yarın düşmanın kanını içebilirdi. Bu dünya çizgilerden değil, gölgelerden oluşuyordu. Sınırlar belirsizdi. Sadakat kırılgandı. Gözlerimi kapattım. Nefes aldım, ama nefesim bile yutuldu sınıftaki ağır havada. Arkamda biri boğuk bir şekilde öksürdü. Önümde, Sam’in başı bir kez daha düşmüştü. Kalem sesleri, düşen tozların sesinden farksızdı. Bütün bu sıradanlık, içimdeki kaosla grotesk bir tezat oluşturuyordu. Dünya ikiye bölünmüş gibiydi. Biri yüzeydeydi — testler, öğretmenler, yemek molaları. Diğeri ise... görünmeyen, ama her şeyi zehirleyen o derin gerçeklikti. Tobias neden bu kadar ısrarcıydı? Onu düşündüm. Söylediklerini. Tavırlarını. Gözlerini. Belki de sadece bir piyon arıyordu. Belki de yalnız kalmak istemiyordu. Ama ben... ne boyun eğebilirdim ne de körü körüne güvenebilirdim. Bakışlarımı test kâğıdına indirdim. Her soruyu çözmüştüm zaten. Beynim hızlı ve sistematikti. Mantık, duygularımı bastırmak için kullandığım tek silahtı. Ama kâğıt üzerindeki formüller, bu gerçekliğin cehennemine cevap olamıyordu. Bay Reed’in bakışlarını hissediyordum. Sanki düşüncelerimi okurmuş gibi, beni gözlemliyordu. Sara’nın da dersine giriyordu. Belki benimle konuşmak ister, bir danışmana yönlendirmeyi teklif ederdi. Ama şimdi onun ilgisini istemiyordum. Sessiz kalmak, görünmemek, en güvenli seçimdi. Testi bir kez daha elime aldım. Kalemimi oynatıyormuş gibi yaptım. Dikkat çekmek istemiyordum. Arka sıradaki fısıldaşmalar dikkatimi dağıttı. Fısıltılar, tavan arasından sızan rüzgâr gibi ince ama keskin bir şekilde kulaklarımda yankılanıyordu. Birkaç öğrenci, kaybolan insanlar hakkında teoriler üretmekle meşguldü; gözbebeklerinde o rahatsız edici, bastırılamayan bir merak parıltısı vardı. “Bence bu kasabaya musallat olan bir şey ya da biri,” dedi bir çocuk. Sesinde gerçeğe yaklaşmanın verdiği tuhaf bir heyecan vardı. Yanında oturan kız korkakça fısıldadı. “Hayır, hayır... Kesinlikle bir insan yapıyor bunu. Seri katil olduğu söyleniyor.” “Ted Bundy gibi mi?” diye sordu içlerinden biri, yüzündeki ifadede yarım yamalak bir bilgiçlik vardı. Bir diğeri, ciddiyetle konuştu: “O da yıllarca yakalanmamıştı. Bu... korkutucu.” Başımı yavaşça çevirip onlara baktım. Yüzleri heyecanla aydınlanmıştı, sanki gerçek bir trajedinin içindeymiş gibi değil de bir gerilim dizisinin yeni bölümünü tartışıyorlardı. Gözlerindeki o ışık—farkında olmadan karanlıkla oynayan çocukların aptalca ışıltısıydı. Gerçek tehlikenin büyüklüğünü, bu kasabanın altını oyan görünmez çürümeyi, henüz anlamıyorlardı. Onlar için bu sadece bir gizem, eğlenceli bir hikâyeydi. Ama ben biliyordum. Biliyordum ki bu kasaba olağanüstü, sessiz ama ölümcül bir tehlikenin tam ortasındaydı. Kafamdaki karmaşaya rağmen, bir şey beni onların konuşmalarına odaklanmaya itti. Belki de o çocuksu saflık, her şeyin mantıklı bir açıklaması olabileceğine dair inançları... Hüzün verici bir rahatlıktı. Eğer onların yerinde olsaydım, ben de her şeyin yalnızca bir insan işi olduğuna inanmak isterdim. Tekinsiz bir yabancıya, karanlıkta pusu kuran bir sapığa... Oysa gerçek, bundan çok daha derindeydi. Sara’nın kayboluşu bu zincirin ilk halkasıydı—ilk çatlak, ilk titreşim. “Ted Bundy yakalanmıştı. Belki de Zodiac gibi biridir. Hiç yakalanamayabilir,” diyen çocuk, ses tonunu düşürmüş ama etkisini ikiye katlamıştı. “Son üç ayda biri hâlâ kayıp ve üzerine altı cinayet işlendi…” Tüylerim diken diken oldu. İçimdeki ürperti, sadece söylediklerinden değil, nasıl söylediğindendi. Soğuk ve hesaplı bir ifadeyle konuşmuştu. İstemeden de olsa irkildim. Dışarıdan sakin görünmeye çalışarak başımı test kâğıdına çevirdim. Sorular birbirine bulanmıştı, harfler dans ediyor gibiydi. Ama zihnim hâlâ onlardaydı. Sara burada olsaydı... belki bu teorilere gülerdi. Kırmızı dudaklarının kenarında belli belirsiz bir alaycılıkla. Ama şimdi, onun sessizliği, söylediği her kelimeden daha ağır yankılanıyordu içimde. Yokluğu bile ses çıkarıyordu. Kalemimi yavaşça bıraktım. Derin bir nefes aldım. Sınıfın havası giderek daha yoğun, daha ağır, sanki görünmeyen bir sisle sarılıyordu. Havadaki oksijen bile garip bir şekilde azalmış gibiydi. İçimde bir şey kıpırdandı—tanıdık bir huzursuzluk, ve onunla kol kola yürüyen karanlık bir kararlılık. Tobias’ın sözleri kulaklarımda hâlâ canlıyd. “Bize bir şans ver, tatlı Mary’m. Bizimle aynı tarafta olmak o kadar da kötü değil. Sonuçta… sen de yarı bir wampirsin.” Gerçekten mi? Taraf seçmek zorunda kalsaydım… onlarınki mi olurdu? Yoksa tamamen yalnız mı kalmalıydım? Yalnızlık, bazen hayatta kalmanın tek yoluydu. Ama Tobias’ın gözlerinde gördüğüm şey—belirsiz ama keskin bir aidiyet—aklımı kurcalıyordu. Arka sıradaki bir çocuk tekrar konuştu. Bu kez sesi daha da düşüktü ama tınısı içime buz gibi işledi. “Babam diyor ki... belki de bu bir insan değil.” Kelimeleri ağzından dökülürken boğuk bir tını taşıyordu. “Büyükler konuşurken böyle şeyler ima ediyorlar. Efsaneleri anlatıyorlar.” “Saçmalama,” dedi bir başkası, aceleyle. Gülmeye çalıştı ama sesi çatallandı. “Bu tür şeyler gerçek değil. Vampirler ya da zombiler mi? Belki de Alice Harikalar Diyarıdır ha?” Ama bu fikrin bıraktığı iz, kolayca silinmedi. Sınıfın içinde, görünmeyen bir gölge gibi kaldı. Korkunun kısa ama net gölgeleri çocukların yüzlerinden geçip gitti. Ve ben… ben bunun o kadar da saçma olmadığını biliyordum. Çünkü bu kasabada gerçekten bir şey vardı. Tobias’ın sayesinde bir şeylerin perdesi aralanmıştı. Neyse ki bizim gibilere inananların sayısı çok azdı. Gerçek bazen öyle büyük olurdu ki, insanlar gözlerinin önünde olsa bile görmemeyi tercih ederdi. Tam o anda, dışarıdan gelen rüzgârın sesi sınıfın sessizliğine karıştı. Camın önünden bir şey uçup geçti—bir kağıt parçası. Dalgalanarak savruldu. Göz ucuyla gördüm. Bir kayıp ilanıydı. Köşesi yırtılmış, rüzgârla kirlenmiş bir yüz. “Bayan Fox?” Sesle irkildim. Kalbim göğsümde ani bir darbe gibi atladı. Başımı çevirdim. Bay Reed sıramın önünde durmuş, gözlerini bana dikmişti. Yüzünde her zamanki ciddi ama bu kez biraz daha yorgun bir ifade vardı. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşmişti. Elindeki test kağıtlarını masanın kenarına bıraktı. “İyi misiniz?” diye sordu yavaşça. Annemi az çok tanıyordu. Bunu sorması doğaldı. İçimden bir bahane uydurup rahatlatıcı bir şey söylemek geçti ama kelimeler boğazımda düğümlendi. “Evet, iyiyim Bay Reed,” dedim, sesimden pek de inandırıcı olmayan bir tınıyla. Bay Reed başını salladı ama pek de ikna olmuş görünmüyordu. “Eğer bir şey olursa, rehber öğretmene danışabilirsin. Buna ihtiyacın. Varsa çekinme,” dedi ve dersine geri döndü. Elbette bunu diyeceğini biliyordum. Kısa bir an tüm gözler bana dönmüştü ama umursamaz davranmayı seçmiştim. Ders bitiminde öğrenciler sandalyelerini gıcırdatarak sıralarından kalktı. Ayak sesleri, mırıldanan sesler, açılan çanta fermuarları arasında bir uğultu yükseliyordu. Bu uğultunun içinde ben hâlâ hareketsizdim. Parmak uçlarım masa kenarını sıvazlıyordu; sert ve soğuktu. Sonunda ağır adımlarla yerimden kalktım. Hareketlerim gecikmeli, sanki vücudum bir şeyleri geride bırakmak istemiyormuş gibi yavaştı. Yanımda başı kolunun üzerinde uyuyan Sam’i hafifçe dürttüm. Omzu titredi ve irkilerek doğruldu. Göz kapaklarını güçlükle aralayarak çevresine baktı. “Tanrım,” dedi. Sonra gözleri bana iliştiğinde, içten bir rahatlamayla gülümsedi. Yüzünde uykunun silinmemiş izleri vardı ama tanıdık sıcaklığı taşıyordu. “Ders bitti mi?” Başımı sakince salladım. Cevabımın yalınlığı, içimdeki ağırlığın gölgesinde kaldı. Etrafımızdaki öğrenciler dalga dalga sınıftan taşarken, onların enerjisi bir perde gibi önümden geçip gidiyordu. Sanki ben başka bir ritimde, başka bir gerçeklikte yürüyordum. Koridora çıktığımızda o tanıdık karmaşa hemen üzerimize çullandı. Sesler, itiş kakış, gülüşmeler… Her şey olması gerektiği gibiydi ama bana ait değildi. O gürültünün içine karışmak istemedim. Ayaklarım okulun çıkışına doğru ağır ağır ilerlerken, etrafımda akan kalabalık beni sarmalayan bir nehir gibi hızla geçip gidiyordu. Yol üzerindeki uzun pencere kenarına yaklaştığımda başımı çevirip dışarı baktım. Gökyüzü, kasvetli bir griyle örtülmüş, güneş sanki tamamen unutulmuştu. Rüzgâr, okulun hemen yanındaki ağaçları sertçe savuruyordu; ince dallar kırılacakmış gibi esniyor, yapraklar savrularak dökülüyordu. Sanki doğanın kendisi de tedirgindi. O gün havadaki her detay, olağan olmayan bir şeylerin kokusunu taşıyordu. Ama gözümün takıldığı tek ayrıntı, park yerinde sessizce titreşen tepe lambaları oldu. İki polis aracı okulun yan tarafında durmuştu; kırmızı ve mavi ışıklar, gri havayı acımasızca kesiyor, çevreye yapay bir tehdit hissi yayıyordu. Araçlar çalışır durumdaydı ama motorlarının sesi bile bastırılmış gibiydi—sanki her şey gerilimle sessiz kalmaya zorlanıyordu. Okulun kapısından çıkarken yüzüme çarpan soğuk hava bir tokat gibiydi. Sert, keskin ve ayıltıcı. Sanki tüm kasabanın üzerinde gezen görünmez bir el, şimdi yüzümden içime sızmıştı. İçimdeki huzursuzluk, artık adı konmamış bir paniğe dönüşüyordu. Polisler, okul binasının çevresine yayılmıştı. Kalabalığı dikkatle izliyorlardı, yüz ifadeleri taş gibi donuktu. Radyo cızırtıları arada bir sessizliği bölüyor, sonra tekrar boğuluyordu. Öğrencilerse, her zaman olduğu gibi olan biteni kaçırmamak için kümelenmişti. Merak ve korku, yüzlerinde aynı anda var oluyordu. Bazıları cep telefonlarına sarılmış, gizlice fotoğraf çekiyordu. Diğerleri ise başlarını yana eğmiş, kulaktan kulağa haber taşıyordu. Yanımda yürüyen Samantha da yavaşladı. Gözleri, polis arabalarının tepe lambalarında asılı kalmış gibiydi. Dudaklarını kıpırdattığında sesi fısıltıdan farksızdı: “Yine mi polisler? Ne oluyor burada?” Sesinde açık bir endişe vardı. Ama o endişenin içinde bastırmaya çalıştığı bir merak da gizliydi. Cevap veremedim. Boğazıma bir düğüm oturmuş gibiydi. Tek düşünebildiğim, Sara'nın kayboluşuyla başlayan o karanlık zincirin hâlâ devam ettiğiydi. Belki bu kez biri daha eksilmişti. Belki de bir şey, birilerini daha almıştı. Park alanındaki polislerden biri aniden megafona uzandı. Cızırtılı ses, rüzgârın uğultusuna karışarak yankılandı. “Herkes sakin olsun ve okuldan çıkarken dikkatli davransın. Şu anda bir soruşturma yürütüyoruz. Lütfen alanı terk edin.” Ses, kalabalığın üzerinden geçip gitti ama beklendiği gibi bir etki yaratmadı. Öğrencilerin çoğu hâlâ yerlerinde oyalanıyor, kalabalıktan ayrılmamak için direnircesine hareket ediyordu. Merak, korkunun önüne geçmişti. Sanki gerçeği öğrenmek, bilinmezliğin içinde kaybolmaktan daha güvenli geliyordu onlara. Ama ben, bu inatla oyalanan bakışların ardında gizlenen endişeyi görebiliyordum. Okulun girişindeki polislerin yüzleri, meraklı bakışlara karşı taş gibi sertti. Bu bir rutin kontrol değildi. O kadar barizdi ki, anlamamak için kör olmak gerekirdi. Kaşları çatılmış, çeneleri kilitlenmişti. Telsizlerinden gelen boğuk sesler arada bir duyuluyor, sonra hızla susturuluyordu. Bir polis, başını hafifçe yana çevirerek telsize alçak bir sesle konuşuyor, diğeri ise kalabalığın üzerine bıçak gibi keskin bir bakış atıyordu. Her hareketi izliyorlardı. Gözleri, öğrenci grubunun içinden geçip olası bir tehdit arıyordu. Hiçbiri tanıdık değildi; bu, yerel polis memurlarının aksine dışarıdan gelen, daha ciddi birimlerden gelen kişilere benziyorlardı. Park alanındaki polis araçlarının tepe lambaları hâlâ dönüyor, kırmızı ve mavi ışıklar gri gökyüzüne çakılıp duruyordu. Gökyüzü... tek bir renk gibiydi. Kirli, tekdüze bir gri. Işıkla karanlığın arasında sıkışmış ama hiçbirine ait olmayan o rahatsız edici ton. Tüm bu sahne, donmuş bir an gibi hissediliyordu—sanki kasabanın kalbi burada atıyor, ama attığı her nabız, bir şeylerin daha da kötüleştiğini haber veriyordu. Çevreye dağılmış olan polis memurları rastgele konumlanmış gibi görünseler de aralarındaki mesafeler, bedenlerinin duruşları ve gözlerinin yönü… belirgin bir düzeni işaret ediyordu. Her biri sanki görünmeyen bir sınır çizgisini koruyormuş gibiydi. Gözleri durmadan tarıyor, şüpheli bir gölge arıyorlardı. Belki de biri kaçmıştı. Belki de biri hâlâ buradaydı. Gözüm, otoparkın kenarından ilerleyen bir figüre takıldı. Elindeki telefona eğilmiş, başparmağı ekran üzerinde hızla hareket ediyordu. Yüzünü seçemiyordum ama adımlarının kararlılığı, o kişinin buradan geçip gitmediğini, bir yere—belki de birine—ulaşmaya çalıştığını hissettiriyordu. Bu... tesadüfi bir durum gibi gelmedi. İçimde yankılanan o tanıdık dürtü, tehlikenin adını fısıldamaya başlamıştı bile. Havadaki gerilim—görünmeyen ama her adımda teninize değen o ağır baskı—yoğunlaşıyordu. Bir şeyler oluyordu. Ve çok yakındaydı. Dışarıdaki hava sertleşmişti. Rüzgâr, okulun ön cephesini yalayarak geçiyor, ağaçların dallarını kıracakmışçasına eğip büküyordu. Dallar birbirine sürtünüyor, çatırdıyor, yapraklar döne döne yerdeki çamur birikintilerine sürükleniyordu. Rüzgâr uğuldamıyor, neredeyse homurdanıyor gibiydi—sabırsız ve öfkeli. Öğrenciler dağılmaya çalışıyordu ama bu sadece görüntüdeydi. Gerçekte herkes birbirine sokulmuş, alçak sesle fısıldaşıyordu. Bazı köşelerde hâlâ gruplar halinde dikilenler vardı. Cesaretlerini toplayıp polislerin yakınlarına kadar sokulan birkaç kişi, belki biraz daha bilgi kapabilir miyim düşüncesiyle kulak kabartıyorlardı. Tam o sırada, okulun girişine asılmış kayıp ilanları gözümden kaçmadı. Rüzgârla uçuşan kâğıtlar, ıslanmış kenarlarından kıvrılmıştı. Ama Sara’nın yüzü… hâlâ oradaydı. Donuk, gri, neredeyse solmuş bir ifadeyle bana bakıyordu. Fotoğrafındaki gözler, bir yerlerden beni tanıyormuş gibi... ya da sessizce bir yardım çağrısı yapıyormuş gibi hissettirdi. Göz göze gelmiş gibiydik. Göğsümde ağır bir baskı hissettim. Boğazıma oturan o bilindik yumru yeniden yükseldi. Sara’nın kayboluşu sadece bir olay değildi. Bu, kasabanın kalbine saplanmış bir bıçak gibiydi. Her gün biraz daha derine ilerliyor, her gün biraz daha fazla parçayı kesip alıyordu. Felaket artık sadece uzak bir ihtimal değil, merkezdi. Ve biz, onun etrafında dönüp duran çaresiz uydulara dönüşüyorduk. Polislerin telaşlı ama kontrollü tavırları, benim içimdeki korkuyu yankı gibi doğruluyordu. Kasabada bir şeyler çok yanlıştı. Hem de tahmin edebileceğimden çok daha da çok.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD