6. BÖLÜM ŞÜPHE 4/1

1556 Words
6.BÖLÜM ŞÜPHE Kayıp ilanlarına bakıyordum. Samantha ve Anastasia birkaç adım ötemde konuşuyordu ama dudaklarının hareketinden ötesini algılayamıyordum. Sesleri bir sis perdesinin ardında kalmış gibiydi. Kulaklarım uğulduyordu. Rüzgar mıydı, yoksa kendi içimde yankılanan bir çığlık mı, ayırt edemiyordum. Ama ilanlar... İlanlar oradaydı. Duvarda asılıydılar; yıpranmış, yağmurla silikleşmiş kâğıt parçaları gibi değil, birer lanet gibi oradaydılar. Her biri bir insanın kayboluşu, bir ailenin sönmüş umudu ve bir kasabanın sessiz çöküşüydü. Adım adım yaklaştım. Ayaklarımın altındaki taşlar kuru görünüyordu ama bastığım yerden bir nem, bir soğukluk yükseliyordu sanki. Samantha ve Anastasia beni durdurabilecek fiziki güce sahip değillerdi; ama belki de durdurmaya yeltenmemişlerdi bile. Çünkü gözlerimdeki kararlılığı ya da çöküşü fark etmişlerdi. Ne fark ederdi... Her kaybı, sessizliğin içinde boğularak inceledim. Gözlerim, yüzlerden çok bakışlara takılıyordu. İlk ilan… Mavi gözlü, gülümseyen bir kız. Adı Jane Davidson’dı. Fotoğrafındaki gülümseme, gerçek hayattan değil, bir vedadan alınmış gibiydi. Altındaki yazılar ellerimin titremesine neden oldu. SON GÖRÜLDÜĞÜ YER: FROST ORMANI - KAMP ALANI. O an... Sanki biri ruhumun içine buzlu bir bıçak saplamıştı. Tüm vücudum, ormanın adını duymuş gibi tepki verdi. İçimdeki sıcaklık bir anda boşaldı. Frost Ormanı. Sara’nın kaybolduğu yer. Onun ayak izlerinin silindiği, sesinin kaybolduğu, yüzünün karanlık tarafından yutulduğu yer. Şimdi Jane de orada kaybolmuştu. Rüzgar, ilanların arasından geçip yüzüme çarptığında bir an Sara’nın adını fısıldadı sandım. Bu, zihnimin bana oynadığı bir oyun değildi. Bu, geçmişin yankısıydı. Gözlerim diğer ilanlara kaydı. Lauren Lee, Kevin Hardy, Ralph Russell, Maxine Littman... Hepsi genç, hepsi göz alıcı. Hepsi, kasabanın yutmaya başladığı yüzler. Kayboldukları yerler... Ormanın çevresi, terk edilmiş yollar, kasaba dışındaki sessiz sokaklar. Her birinin ardında birer boşluk vardı, anlatılamayan bir karanlık. Kayıp ilanı görmek bir zamanlar sadece "huzursuzluk" anlamına gelirdi. Hatta bazen kaybolan bir kedi ya da köpek olurdu. Ve genelde bulunurlardı – canlı, sağlıklı. Ama şimdi, bu ilanların ardındaki sessizlik başka bir şeydi. Bu kayboluşların ardında artık benim türüm vardı. Dişlerimi öfkeyle sıktım. Dudaklarımın arasından bir homurtu sızdı. Harry’nin sürüsü Frost’u kendi bölgesi ilan etmişti. Bu topraklara yüzyıllardır vampir adım atmamıştı. Kırılmış bir antlaşmanın kokusu sızıyordu havaya. Nasıl olur da bu gerçeği göz ardı etmiştim? Nasıl bu kadar kör olmuştum? Ama bu, düne kadar bile imkânsızdı. Bizi oyuna getiren bir yabancı wampirin varlığı... O yokmuş gibi davranmıştık. Tobias Cohen'i saymazsak tabii. Onunla ilgili mesele başkaydı. O, insanlarla değil, benimle besleniyordu. İlk kez kan ihtiyacını hayvanlardan giderdiğini söylediğinde gözlerim küçülmüş, ona iğrenerek bakmıştım. Tıpkı bir çocuğun brokoliyi görmesi gibi. O yüzden hayır, Tobias değildi bu kayıpların faili. Hem zaten bunu ona gücümü kullanarak hipnoz edip sorduğumda da aynı şeyi söylemişti. Hayır. Cevapları çelişmiyordu. Güvenilir değildi belki ama yalan da söylemiyordu. İçgüdülerim beni yanıltmazdı. Gözlerim hâlâ ilanlar arasında gezinirken, nihayet onu gördüm. Saralyn Fox. İlanın tam ortasındaydı. En dikkat çekici, en özenle hazırlanmış olanıydı bu. Kasabanın gazetelerinde, televizyon ekranlarında bile çıkan ilan. Gülümseyen bir yüz… ama bana bakan o gözler... O gözler, çocukken benimle paylaştığı sırlara, kahkahalara ve korkulara ait gözlerdi. Sara’nın gözleri. Yeşil. Anneminkilere, benimkilere benzeyen. Orada, karşımdaydı. Ama aynı zamanda binlerce kilometre uzakta. Zamandan kopmuş, hayatın dışına itilmiş bir hatıra gibiydi. Her şey bir anda sustu. Gerçek anlamda. Çevremdeki sesler silindi. Kalabalığın ayak sesleri, Samantha’nın konuşması, rüzgarın uğultusu... hepsi bıçak gibi kesildi. Sadece Sara’nın yüzü kaldı. Duvarda değil de kalbimin tam merkezine kazınmış gibiydi artık. O ilan, sadece bir kız kardeşin kayboluşu değildi. O ilan, kaybolan bir hayatın mezar taşıydı. Ben Sara’ya ulaşamıyordum. O bana bakıyordu, ama dokunamıyordum. Ve onunla birlikte kaybolan şey sadece bir beden değil, kasabanın bütün ışığıydı. Bütün her şey onun kaybıyla başlamıştı. İlanlara tekrar baktım. Onlar, sadece kayıp değil. Onlar birer anıt. Kasabanın yitik ruhlarına, kırık hatıralarına, bir zamanlar güvenli olanın şimdi nasıl ölüm koktuğuna dair birer anıt. Cesetleri bulunanlar olmuştu. Boyunları kırılmış, kanları çekilmiş, boş bakışlarla bırakılmış bedenler... Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Gözlerim yeniden Sara'nın fotoğrafına kilitlendiğinde, içimdeki öfke artık kontrol edilemez bir seviyeye ulaşmıştı. Ellerim titriyordu. Avuçlarımda, kan damarlarım patlayacakmış gibi geriliyordu. Tobias haklıydı. O anı düşündüğümde, yüzü yeniden gözlerimin önünde belirdi. Gölge gibi beliren ama sözleriyle gerçeği gün ışığına çıkaran o vampir. Sessiz ama keskin konuşmalarını, o anlaşılmaz dinginliğini ve içinde barındırdığı çelişkili masumiyeti... Haklıydı. Gerçekler ortadaydı, başından beri. Ben sadece görmek istememiştim. Her şeyi bastırmış, kulaklarımı tıkamış, kalbimi körleştirmiştim. Ama artık bunların bir anlamı kalmamıştı. Çünkü göz ardı ettiğim karanlık, şimdi önümde ete kemiğe bürünmüş bir şekilde duruyordu. Beni izliyor, içime sızıyor, kanıma işliyordu. Frost’ta bir şeyler yanlıştı. Çok uzun zamandır. Ve sonunda bunun nedenini biliyordum. Bu, yalnızca kötü tesadüfler zinciri değildi. Kayıplar, sessizlik, kasabanın üzerinden hiç eksilmeyen o ince gri pus... Hepsi aynı gerçeğe işaret ediyordu. Bir wampir ya da bir wampir klanı. Önemi yoktu. Artık ne oldukları, nasıl yaşadıkları ya da kurallarının ne olduğu umurumda değildi. Öleceklerdi. Her biri. Hepsini öldürebilirdim. Annem eğer sadece bir kez olsun beni tamamen olayların içine alsaydı. Eğer bildiklerini benden saklamasaydı. Eğer Sara’dan sonra gelen kayıplar için beni uzak tutmak yerine gerçeği paylaşmayı seçseydi... Belki her şey farklı olurdu. Belki birkaç çocuğun daha kanı toprağa akmazdı. Ama annem halledeceğiz diyerek beni yatıştırmayı, kenarda tutmayı tercih etmişti. Sanki hâlâ küçük bir çocukmuşum gibi. Bu nafile bir çabaydı. Ve şimdi o hatanın bedelini birileri ödüyordu. Daha önce hiç hissetmediğim bir soğukluk, damarlarımda ağır ağır ilerliyordu. Buz gibi. Zehir gibi. Öfkemle birleştiğinde ise içimde yanmayan ama içimi kavuran bir ateş oluşuyordu. Ellerim üşüyordu ama içim yanıyordu. Bu çelişki, beni benden daha çok ben yapan tek şeydi artık. O soğuklukla birlikte vicdanımın sesi de susmuştu. Etik değerler, annemin bana öğrettiği insani ahlak kuralları, bağışlama arzusu… Hepsi bu gölgenin içinde yitip gitmişti. İnsan kalmak artık bir öncelik olmamaya başlamıştı. Bu yaratıklar için yaşam değersizdi. İnsan sadece bir avdı. Bir tat, bir kan kaynağı. Onların gözünde hayat, sadece açlıkla anlam buluyordu. Ve bir zamanlar, evet, ben de onlardan biri gibiydim. Bir zamanlar ben de kanın çağrısına kulak verirdim. Ama sonra... değiştim. Acının içinden geçtim. Kaybın ne demek olduğunu öğrendim. O yüzden ben artık soğuk kalpli değildim. Çünkü gerçekten soğuk kalpli olmak, hissiz olmak demekti. Ben ise hissediyordum. Her şeyi. Kaybı, öfkeyi. Bunlar beni delirtiyordu. Samantha ve Anastasia’nın sesi, önce boğuk bir uğultu gibi kulaklarımda çınladı. Kalabalığın belirsiz fısıltılarını delip geçiyor, rüzgarın uğultusuna karışarak beni çağırıyordu. Net değildi; kelimeler sanki suyun altından gelen sesler gibi uzaktı. Ama çağırıldığımı biliyordum. Yavaşça kafamı çevirdim, bakışlarım bulanık duvarların ardından geçerek onlara ulaştı. Gözlerindeki endişeyi hemen okuyabildim. Tıpkı bir yangının başında bekleyen insanlar gibi bakıyorlardı. Kontrol edemedikleri ama bir şekilde durdurmak istedikleri bir şeye tanık oluyorlardı. Öfkeme. Onların korkusu gözle görülürdü. Ama bendeki... sadece öfkeydi. Kızlar yavaşça yaklaştılar. Ses çıkarmadan, dikkatlice. Sanki kırılgan bir şeye yaklaşıyorlardı — ya da uyanmak üzere olan bir yaratığa. Yüzlerinde zorla korudukları bir anlayış ifadesi vardı; ama gözlerinin derinliklerinde titreşen korku, bedenlerinden çok daha gerçekti. Samantha koluma usulca girdi. Dokunuşu tedirgin değil, nazikti. Elinin sıcaklığı, donmuş gibi hissettiğim derimin altına sızdı. O sıcaklık, fırtınanın ortasındaki tek güvenli kıvılcımdı. Onun bu küçük, sessiz teması... içimde kabaran öfkeyi bir anlığına da olsa bastırdı. Sanki göğsümde biriken dumanı dağıttı biraz. Omuzlarım fark etmeden düştü, göğsümden uzun zamandır tuttuğum o nefesi bıraktım. Sanki ciğerlerim, ilk kez yeniden hava alıyordu. Anastasia ise diğer yanımdaydı. Sessizdi. Göz ucuyla etrafı süzerek, her adımında bir felaketi önlemeye çalışır gibi ilerliyordu. Hareketleri, bir tiyatro sahnesinde yanlış yapmaktan korkan bir oyuncunun titizliğiyle ölçülüydü. Yüzü sakindi, ama içinde fırtınalar döndüğünü hissedebiliyordum. Varlıkları... her şeyin ağırlığını, her şeyin boğuculuğunu bir nebze hafifletmişti. Sadece birkaç adımlığına bile olsa yalnız olmadığımı hatırlamıştım. İçten içe, bu an için gerçekten minnettardım. “Mary,” dedi Anastasia, sesi çevredeki uğultuların arasından delip bana ulaştı. Kararlıydı ama yumuşak. “Burada daha fazla kalmayalım.” Sözleri, bir iç çekiş gibiydi. Ardından gelen cümlesi ise daha çok bir itiraf. “Her şey… çok yoğun, değil mi?” Gözleri, kayıp ilanlarına ve çevresine bırakılmış solgun çiçeklere kaydı. Kurumuş yaprakların rüzgarla birlikte dans ettiği o küçük alana… Sonra hemen yeniden bana döndü. Bakışlarıyla orada kalmamı istemediğini haykırıyordu. “Evet,” dedim. Sesim, dudaklarımdan neredeyse istemsizce çıktı. Boş, ruhsuz, yorgun. Sözcüklerim, Samantha’nın yanaklarındaki canlılığın tam tersi bir ağırlıktaydı. “Burası artık tanıdık gelmiyor.” Samantha, hâlâ koluma girmişti. Elini biraz daha sıktı. Bu kez yön verir gibi... nazik ama belirleyici bir kuvvetle. “O zaman ne bekliyoruz?” dedi, sesi neredeyse neşeli görünmeye çalışıyordu, ama altında gizlediği kırılganlık kolayca hissediliyordu. “Kahve içip, dersten önce biraz konuşabiliriz. Şu anda buna ihtiyacımız var.” Tam o an bir adım atmak üzereydim ki, kalabalık arasında bir kıpırdanma fark ettim. Hafif, ama dikkat çekici. Sessizce akan bir akarsu gibi, insanlar okulun giriş kapısına doğru akmaya başlamıştı. Nedensizce. Sanki görünmez bir şey, bir çağrı, onları o yöne sürüklüyordu. Gözlerimi o yöne çevirdiğimde... bir şeyler tanıdık geldi. Yüzler. Yüzlerce kez görüp unuttuğum, sonra yeniden görüp hatırlayamadığım yüzler. Gözlerimde yanıp sönen ışıklar gibi bir anlığına beliriyor, sonra kayboluyorlardı. Sanki rüyada görüp gerçek hayatta izini sürdüğün silüetler gibiydiler. Ve... birkaç kız, diğerlerinden farklıydı. Kalabalığın arasında duruyorlardı ama sanki ondan kopuktular. Bana bakıyorlardı. Sessizce. Hareket etmeden. Solgun tenleri, mum ışığında parlayan porselen bebekleri andırıyordu. Gözleri... boştu. Ya da fazlasıyla dolu. Ayırt edemeyecek kadar yorgundum. Ama o an... önemsemedim. Dalgalar halinde gelen bunalmanın ortasında, sadece gitmek istiyordum. “Sadece gidelim,” diye fısıldadım. Kendi sesim, başkasına ait gibiydi. Tanıyamadım. Benden çıkmış gibiydi ama bana ait değildi. Sanırım okula gelmeye hazır değildim. Samantha ve Anastasia bir şey demediler. Ama adımlarını hızlandırdılar. Yanağımdaki sıcaklık azaldı, kolum hafifçe yönlendirildi. Beni götürüyorlardı. Okul binasına doğru yürümeye başladık. Adımlarımız yankı gibi zemine vururken, arkamızdaki kalabalık geride kaldı. Ama fısıltılar... sanki hâlâ kulağımın dibindeydi. Arkamızdan yürüyen görünmez bir gölge gibi, ayaklarımızın altına yapışmıştı o sesler. Kaçamıyordum. Onlar benden, ben onlardan kurtulamıyordum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD