Sabah güneşi, kına gecesinin coşkusunu arkasında bırakmış, yeni bir günün temiz ışığını taş evlerin üzerinden avluya seriyordu. Hava serindi, ama içimdeki heyecan her şeyi bastırıyordu. Dün geceki gözyaşlarım hâlâ yanaklarımda iz bırakmış gibiydi; bugünse yepyeni bir adım atmanın ağırlığı vardı üzerimde.
Cihan sözünde durmuştu. Öğleye doğru resmi nikâh için belediyeye gittik. Yanımızda aile büyükleri, şahitler vardı. Nikâh salonu sade ama ferah bir yerdi. Masanın önünde oturduğumda kalbim göğsümden çıkacak gibi atıyordu. Nikâh memurunun sesi yankılandıkça boğazım düğümlendi, ama cevap verirken sesim hiç olmadığı kadar netti:
“Evet.”
Cihan’ın gözlerime bakarak verdiği cevapsa sanki avlunun taşlarına, gökyüzünün mavisine kazındı:
“Evet.”
Alkışlar yükseldi, zılgıtlar yankılandı. Resmen artık yalnızca dini değil, hukuki olarak da onun eşiydim. Kalbimde hem güven hem de tarifsiz bir mahcubiyet vardı.
Nikâhtan sonra, öğle sıcağına doğru konağa döndük. Konağın kapısından içeri girdiğimde içerisi adeta bir hazırlık alanına dönüşmüştü. Avlunun bir köşesinde sandalyeler, aynalar kurulmuştu. Saç ve makyaj için gelen genç kadınlar çoktan yerlerini almıştı. Hepsi Cihan’ın ayarladığı insanlardı. Bu düşünceli hali beni hem şaşırtıyor hem de içten içe yumuşatıyordu.
“Şeyda Hanım, gelin lütfen.” dediler nazikçe.
Beni ortadaki büyük aynanın önüne oturttular. Saçlarımı elleriyle çözmeye başladıklarında kalbim yeniden hızlandı. Telleri tek tek ayırıp örüyor, sonra incilerle süslüyorlardı. Aynanın karşısında tanımadığım ama bana bakarken gözleri dolan bir kadını gördüm sanki.
Makyaj fırçaları yüzüme dokundukça içimdeki heyecan biraz daha artıyordu. Dudaklarımda kırmızıya çalan bir ton, gözlerimde incecik sürmeler… Yüzüm bir gelinin ışığıyla aydınlanıyordu. Arada aynadan bana bakan kızlar fısıldaşıyor, “Çok güzel oldu” diye mırıldanıyorlardı.
Sonunda gelinlik getirildi. Beyaz tüller, ince işlemeler… Kadınlar el birliğiyle gelinliği üzerime geçirdiler. Elbiseyi giydiğim an, içimde tarifsiz bir ürperti dolaştı. Sanki başka bir dünyaya adım atıyordum.
Tam o sırada kapı aralandı. Sarvan içeri girdi. Elinde kırmızı bir kuşak vardı. Herkes bir adım geri çekildi. Sessizlik çöktü. Sarvan ağır adımlarla yanıma yaklaştı. Yüzü ciddi ama gözlerinde derin bir şefkat vardı.
Kuşağı belime dolarken sesi alçak ama kararlıydı:
“Şeyda… ne zaman kendini kötü hissedersen, ne zaman nefesin daralırsa, bana gel. Bir abi gibi yanında olurum. Ne olursa olsun, arkanı dönüp baktığında beni göreceksin. Sen artık yalnız değilsin.”
O an gözlerim istemsizce doldu. Dudaklarım titredi, ama sadece başımı eğerek onay verdim. Kuşağı sıkıca bağladı, sonra bir adım geri çekildi. Bakışlarımız buluştuğunda kalbimin derinliklerinde tarifsiz bir minnettarlık yayıldı.
Arkasından Meryem içeri girdi. Gözleri ışıl ışıldı, bana bakarken sanki içindeki bütün duygular yanaklarına vurmuştu. Bir anda yanıma koşup bana sarıldı. “Ah Şeydam… çok güzel olmuşsun. Göz kamaştırıyorsun. Allah seni nazardan korusun.”
Onun kollarında kendimi daha güçlü hissettim. İçimden sessiz bir teşekkür duası yükseldi.
******
Akşamüstüne doğru konağın taş avlusu bir kez daha bambaşka bir şölene dönüştü. Renkli bayraklar, kandiller, dizilen minderler… Zurnanın ince sesi göğe yükseliyor, davulun tok gümbürtüsü kalpleri titretiyordu.
Erkek tarafı gelini almaya geliyordu. Daha kapının önünden başlayan zılgıtlar, çığlık çığlığa neşe, kadınların ellerini havaya kaldırarak çaldığı ritimler avluyu doldurdu. Kapının önünde davulcuların tok sesleri yükseldi; erkekler halay çekerek içeri girdi.
“Haydi haydi!” sesleri yankılandı. Davullar hızlandı, zurnalar inledi.
Kadınlar balkonlardan ve pencerelerden izliyordu. Zılgıtlar gökyüzüne karışıyor, Mardin’in taş sokaklarında yankılanıyordu. Gelenek neyse o yapılıyor, herkes bu düğünü konuşacak kadar coşkulu bir neşeye kapılıyordu.
Ben, gelinliğimle odanın kapısında dururken, dışarıdaki o uğultu kalbimin içinde çarpıyordu. “Şeyda buke!” diye bağıran sesler, beni geriyirdu.
Avluda yankılanan zılgıtlar, taş duvarlara çarparak geri dönüyor, kadınların coşkusu göğe karışıyordu. Ben, kırmızı tülüm başımda, ellerim kına lekeli ama temiz, Cihan’ın yanına doğru ağır ama kararlı adımlarla yürüdüm. Cihan, erkeklerin arasında dimdik duruyordu; gözleri bütün o kalabalığı silmiş, sadece beni görüyordu.
Yanına vardığımda, gözlerinin derinliğinde bir sıcaklık hissettim. Elini yavaşça aldı, avuçlarımız birleşti. “Hazırsın mı Şeyda?” dedi, sesi hem sakin hem de kararlıydı. Kalbim bir an duracak gibi oldu; başımı hafifçe salladım.
Cihan, alnına doğru eğildi, elleri nazikçe ellerimi bırakıp tülün altına uzandı. Dudakları alnımda hafif bir öpücük bıraktığında içimde tarifsiz bir huzur yayıldı. Bir an her şey durdu sanki; sadece biz vardık ve avlunun taşlarında yankılanan o neşeli sesler bize eşlik ediyordu.
“Haydi,” dedi Cihan, sesi hâlâ fısıltı gibi yumuşaktı, “artık zaman geldi.”
Elimi sıkıca tuttu, birlikte kapıya doğru yürüdük. Kadınlar ve erkekler etrafımızı sardı. Zılgıtlar yükseldi; öyle güçlü, öyle coşkulu ki taş avlunun duvarları sanki titriyordu. Biz yavaş yavaş avludan çıktık, konak önündeki taş sokak boyunca ilerlerken, bütün Mardin’in gözü bizim üzerimizdeydi. Çocuklar ellerinde renkli mendillerle bize el sallıyor, yaşlılar dua ediyor, gençler coşku içinde alkışlıyordu.
Düğün alanına vardığımızda, meydan adeta bir şenlik yerine dönüşmüştü. Büyükçe bir platform, taş zemini halılarla kaplanmış, etraf lambalar ve renkli bayraklarla süslenmişti. Davulun tok sesi meydanın dört bir yanına yayılıyor, zurna ince, acı bir ezgiyle birlikte ritmi tamamlıyordu. Erkekler halay çekiyor, kadınlar ellerini havaya kaldırarak ritme eşlik ediyor, zılgıtlar göğe karışıyordu.
Cihan, elimi bırakmadan beni meydanın ortasına doğru çekti. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu; gözlerimin önünde taşlar, lambalar, insanlar, kandiller… Hepsi bir arada, bizim için var olmuş gibiydi. “Dağdelen aşiretine yakışır bir düğün bu,” diye düşündüm; evet, hem görkemli hem de içten.
Kadınlar ve erkekler birbirine karışmış, ritim bir an bile kesilmeden devam ediyordu. Halaylar çekildi, maniler söylendi, çocuklar avlunun kenarında coşkuyla zıplıyor, yaşlılar dualarını eksik etmiyordu. Cihan, yanımda durdu, elleri hâlâ sıkıca avuçlarımdaydı.
Düğünün coşkusu gece boyunca sürdü. Ney ve zurna ezgileri, davulların tok sesiyle birleşiyor, taş meydanı adeta canlı bir müzikle dolduruyordu. Herkes eğleniyor, herkes bir ritmin parçası oluyordu. Cihan bana bakıyor, gözlerinin derinliğinde hem gurur hem sevgi vardı.
Gece ilerlediğinde, herkes yavaş yavaş odalarına çekildi. Cihan ve ben de konağa döndük. Odama girdiğimde, hâlâ kalbim hızla çarpıyor, ellerim titriyordu. Gelinliğin ağırlığı, kırmızı tülün verdiği his, tüm günün yorgunluğu… Hepsi birikmişti.
Cihan, odanın ortasında durdu, gözleri bana kilitlenmişti. “Şeyda…” dedi, sesi hâlâ aynı sakinlikte ama yumuşaktı. “Bu gece… illa olmak zorunda değil. Ne zaman istersen, o zamana kadar beklerim. Sen hazır olana kadar… ben hep beklerim.”
"Şey ailen sorun çıkarmaz mı yarın sabah çarşaf için gelirler" dedim tedirgin bir şekilde. Cihanın kaşları çatıldı derince.
"Böyle bir şeye asla izin vermem benim namusum benim odam kisme izinsiz içeri giremez de senden böyle bir şey isteyemez de" Cihana sımsıkı sarıldım. Hazır değildim bunu biliyordum ve Cihan da bana izin veriyordu.
"Ben teşekkür ederim"
Birkaç derin nefes aldım, başımı omzuna yasladım ve gözlerimi kapattım. Ellerim hâlâ titriyordu ama bu sefer korku değil, güven doluydu.
“Cihan…” dedim, sesim hâlâ titrek ama içten, “bana bu sabrı gösterdiğin için… bana bu güveni verdiğin için teşekkür ederim.”
O, alnımı hafifçe öperek karşılık verdi. “Asıl ben teşekkür ederim Şeyda. Hayatımda ilk kez bir şeyin bu kadar doğru olduğunu hissediyorum. Sen… bana doğru geliyorsun.”
Bir süre sessiz kaldık. Dışarıdan avlunun taşları boyunca hâlâ düğün müziği ve zılgıtlar geliyordu; ama odanın içinde yalnızca ikimiz vardık. Cihan elini omzumdan tutarak beni yavaşça koltuğa oturttu. Saçlarımı okşadı, gözlerime uzun uzun baktı. “Geç oldu artık uyuyalım. sen yatağa geç ben kanepede uyurum"
"Hayır buna gerek yok ben kanepede uyurum burası senin ondan rahatını bozma lütfen"
"Burası artık bizim odamız ve ben kanepede uyurum diyorsam uyurum kocanın sözünü dinle"
“Tamam…” dedim, sesim hâlâ titrek ama kararlı. “Ben o zaman yatağa geçiyorum.”
Gelinliğimi çıkarmam gerekiyordu ama öncesinde banyoya gitmem gerekti. Ağır adımlarla banyoya yöneldim, kalbim hâlâ hızlı atıyordu. Gelinliğin tülleri ve işlemeleriyle dolu bu ağır kıyafet… her bir dokunuşu bana o günün büyüsünü hatırlatıyor ama artık yavaş yavaş kendimi rahatlatmanın zamanı gelmişti.
Banyoya girdiğimde bir an duraksadım; gelinliğin arkasındaki ipleri kendi başıma çözemeyeceğimi fark ettim. Hafifçe Cihan’ı çağırdım:
“Cihan… yardım eder misin? Arkadaki ipleri açmam gerek.”
Cihan banyoya girdi ve ipleri açmaya başladı ipler açıldıkca rahatladığımı hissediyordum. ama sırtım da görünüyordu açıldıkça. Cihanın eli çıplak sırtıma dediğinde bedenim karıncalandı. Cihan ipleri açtıktan sonra koşarcasına banyodan çıktı.
Ben, hafifçe gülerek ipleri son kez kontrol ettim, gelinliği dikkatlice çıkardım ve yerine ince, hafif bir geçelik geçirdim. İçimde rahatlamanın verdiği huzur yayıldı.
Banyodan çıktığımda gözlerim odanın içinde tarandı ve Cihan’ı gördüm: artık üzerini değiştirmiş, kanepede sessizce uyuyordu. Yorgunluğu ve sabrı, tüm günün koşturmacasının ardından onu böyle görmek… içimi tarifsiz bir huzurla doldurdu.
Sessizce yatağıma yöneldim, geçeliğin hafifliği vücudumu sararken, gözlerimi kapattım. Ellerim yanımda, kalbim hâlâ yavaş yavaş ritmini buluyordu. O an, günün tüm telaşı, tüm heyecanı, tüm mutluluğu bir anda çözüldü.
Sadece ben, sadece uyku ve huzur vardı. Cihan’ın varlığı ve sabrı, odanın sessizliğiyle birleşince, kendimi ilk kez gerçekten güven içinde hissettim. Hafif bir nefes alarak yatağa uzandım ve gözlerimi kapattım; yavaşça uykuya daldım.