Cihan
Odayı arkamda bıraktığımda göğsümde kocaman bir ağırlık vardı. Kapıyı öyle bir hızla çarpıp çıktım ki, elim hâlâ kapı kolunun metal soğukluğunu hissediyordu. Koridor boyunca adımlarım yankılandı, ama içimdeki gürültü hepsini bastırıyordu. Kalbim patlayacak gibiydi. İçimdeki öfke, kırgınlık ve çaresizlik birbirine karışmış, boğazıma oturmuştu.
Merdivenleri inerken elim titriyordu. Bahçeye çıktım. Gecenin serin rüzgârı yüzüme çarptı ama içimdeki yangını söndürmeye yetmedi. Avludan çıktım, sokak lambalarının solgun ışığı altından yürüyerek arabaya bindim. Motoru çalıştırdım, direksiyona öyle bir asıldım ki sanki onu kırmak istiyordum. İçimdeki fırtına beni nereye sürüklerse oraya gidiyordum.
Farkında olmadan, yıllardır dertleştiğim tek dostumun mekânına sürdüm. Yiğit’in meyhanesi… Her zaman gittiğimde içimdeki yükü hafifleten yer. Arabayı park ettim, kapıyı hızla çarpıp indim. İçeri girer girmez göz göze geldik. Yiğit, masanın başında hesap defterine bakıyordu. Beni görünce kaşları çatıldı, yüzünde endişeyle karışık bir ifade belirdi.
“Cihan… hayırdır?” dedi, sesinde hem şaşkınlık hem de kaygı vardı.
Bir kelime bile etmedim. Doğruca boş masalardan birine geçtim. Sandalyeye oturdum, kollarımı masaya yasladım. Ellerin titremesini gizlemek için yumruk yaptım. Yiğit hemen yanıma geldi, karşıma oturdu. Gözlerime baktı, o bakışta yılların dostluğu, kardeşliği vardı.
“Ne oldu sana?” dedi kısık bir sesle. “Sen böyle değildin. Yüzün sapsarı. Ne var anlat bana.”
Derin bir nefes aldım ama boğazımdaki düğüm kelimeleri zor çıkardı. Dudaklarım titredi:
“Yiğit… bitti. İçimdeki bütün umut, bütün her şey… bugün öldü.”
Gözlerim doldu ama kendime yediremedim. Dişlerimi sıktım, öylece baktım masaya. O sessizliği Yiğit bozdu:
“Şeyda mı?” dedi. Sanki kalbimin tam ortasına dokunmuştu. Başımı eğdim, usulca onayladım.
“Ne oldu aranızda?”
Derin bir iç çekerek konuştum, kelimeler dudaklarımdan acıyla döküldü:
“Yıllardır seviyorum onu Yiğit. Beş yıldır içimde taşıdığım sevdadan bahsediyorum. Her gün dua ettim. Allah’a yalvardım, bir gün benim olur diye. Sonunda evlendik, dedim ki, ‘tamam Cihan, artık muradına erdin.’ Ama…”
Boğazımda düğümlenen kelimeyi zor çıkardım:
“Meğer gönlü başkasındaymış . Ama bana deseydi gönlüm başkasında yemin ederim elimden gelen her şeyi yapardım lan onun için”
Yiğit’in gözleri irileşti. “Ne diyorsun sen Cihan?”
“Doğruyu söylüyorum.” dedim, sesim titredi. “Ben ona sordum, yeminler ederek sordum. ‘Sevdiğin biri varsa söyle, gerekirse evlenmeyelim, yeter ki doğruyu söyle’ dedim. ‘Yok’ dedi. Ben de inandım. Umut ettim. Dedim ki bir gün sever beni. Ama gerçek… gerçek çok daha acıymış.”
Yiğit sustu, başını iki yana salladı. Benim acımı dinliyordu ama kelime bulamıyordu. Ben devam ettim, artık içimdeki her şey taşmıştı:
“Yiğit, ben onun gözlerinin içine bakıp ‘seviyorum’ deseydi başka birini, yemin ederim bırakırdım. Ne pahasına olursa olsun bırakırdım. Ağaların önünde dururdum, ‘bu kızın gönlü başkasında’ derdim. Ne derlerse desinler, karşıma kim çıkarsa çıksın umursamazdım. Onun mutsuz bir evliliğe sürüklenmesine izin vermezdim. Çünkü sevgi dediğin şey… fedakârlıktır, değil mi?”
Sesim titredi, boğazımdaki düğüm gözlerimden taşmak üzereydi. Yumruklarımı sıktım, masaya vurdum:
“Ben onun mutluluğu için kendi kalbimi söküp atardım Yiğit! İçimde yeşerttiğim umudu öldürür, yeter ki o mutlu olsun derdim. Ama o… o bana yalan söyledi. Bana umut verdi. Ve şimdi ben… ben paramparçayım.”
Gözlerimden yaşlar istemsizce süzüldü. İlk kez bir dostumun yanında ağladım. O gururlu, dimdik duran Cihan değil, kırılmış, darmadağın olmuş bir adamdım artık.
Yiğit uzun süre sustu. Sonra elini omzuma koydu, sıkıca bastırdı. “Cihan… senin sevdanın büyüklüğünü bilmeyen yoktu. Ama bak, senin kalbin tertemiz. O sana yalan söylediyse, bu onun seçimi, senin günahın değil. Sen elinden geleni yapmışsın. Bundan sonrası… Allah’ın takdiri.”
Ama onun sözleri teselli etmiyordu. İçimdeki yara o kadar derindi ki, hiçbir söz o acıyı dindiremiyordu.
Başımı iki elimin arasına aldım, hıçkırıklarla fısıldadım:
“Benim en büyük günahım… sevmekti Yiğit. Ama yanlış bir zamanda, yanlış bir şekilde. Şimdi kalbimdeki Cihan öldü. Geriye sadece boş bir adam kaldı.”
Meyhanenin loş ışıkları altında, dostumun yanında bile teselli bulamadım. Çünkü kalbimde tek bir gerçek vardı:
Ben, ömrümü adadığım kadının gözünde hiçbir zaman sevilmemiştim.
Masaya kapanmış halde titreyen ellerimi yumruk yaptım. İçimde öyle bir öfke vardı ki, hem bağırmak hem susmak istiyordum. Yiğit’in omzumdaki eli, bana destek olmaya çalışıyordu ama kalbimdeki ağırlığı hafifletmeye yetmiyordu. Başımı kaldırdım, boğuk bir sesle konuştum:
“Yiğit… bu gece masayı donat. Ne varsa çıkar. Rakıyı da getir. Ben bu gece içeceğim. İçip de belki susar bu kalbim. Belki de susmaz ama umurumda değil.”
Sesim çatallıydı, kelimeler boğazıma düğümlenmişti. Yiğit bir an tereddüt etti, gözlerimin içine baktı. Orada öyle bir yangın vardı ki, o da sustu. Başını usulca salladı.
“Tamam Cihan.” dedi. Ardından garsonu çağırdı. “Masayı donatın. Ne varsa çıkarın. Rakıyı da getirin, en iyisinden.”
Az sonra masanın üstü tabaklarla doldu. Beyaz peynirin keskin kokusu, yanına konan közlenmiş patlıcanın dumanıyla karıştı. Yeşillikler, domates, zeytinler, kavun dilimleri… hepsi gözümün önüne serildi ama ben hiçbirine bakmıyordum. Yalnızca önümdeki boş kadehe odaklandım.
Garson şişeyi açtı, rakıyı koydu. Bardak dolduğunda içimdeki yangın biraz daha büyüdü. Elimi uzattım, kadehi kavradım. İlk yudumu tek dikişte yuvarladım. Dilim yandı, boğazım kavruldu ama o acı, kalbimdekinin yanında bir hiçti. Dudaklarımın arasından sadece bir fısıltı döküldü:
“Yak be Yiğit… yak ki belki söner bu içimdeki yangın.”
O an meyhanede bir ses yükseldi. Sazın telleri titredi, hüzünlü bir ezgi mekânın loşluğuna yayıldı. O türkü, sanki benim için çalınıyordu. İlk dizeleri duyduğumda kalbim bir kez daha sızladı.
Başımı kaldırdım, gözlerim yaşla bulanıktı. Dudaklarım kımıldadı, önce bir fısıltı gibi… sonra boğazımdan kopan bir haykırış gibi yükseldi:
“Mevlam bir çok dert vermiş
Beraber derman vermiş
Mevlam bir çok dert vermiş
Beraber derman vermiş"
Türkü dilimden dökülürken, içimdeki her şey dışarı taşmaya başladı. Yiğit’in bakışlarını üzerimde hissettim ama göz göze gelmedim. Ben sadece söze, sazın tellerine ve kalbimdeki acıya tutunuyordum.
Her dizeyi söylerken sanki kalbimden bir parça daha kopuyordu. Sözler dudaklarımdan değil, yüreğimin en derininden çıkıyordu. Çevredeki herkes susmuştu; masalarda oturanlar bile kadehlerini ellerinde tutup bana bakıyordu. O gece, meyhanede yalnızca bir adamın kalbi ağlıyordu.
İkinci kadehi doldurdum. İçimden geçen tek şey, bu acıyı boğmaktı. Bardağı dudaklarıma götürdüm, derin bir yudum daha aldım. Rakı mideme inerken ciğerlerim sızladı ama ben aldırmadım.
Türküye devam ettim, boğuk bir sesle, titreyerek:
"Bu tükenmez derdime
Neden ilaç vermemiş
Diley diley diley yar
Diley diley diley yar
Diley diley yar
Bu tükenmez derdime
Neden ilaç vermemiş
Diley diley diley yar
Diley diley diley yar
Diley diley yar
Fanidir dünya fani
Alır da vermez yari
Fanidir dünya fani
Alır da vermez yari
Bu tükenmez derdimi
Tabipler de bilmedi
Diley diley diley yar
Diley diley diley yar
Diley diley yar
Bu tükenmez derdimi
Tabipler de bilmedi
Diley diley diley yar
Diley diley diley yar
Diley diley yar"
Saz sustuğunda meyhane ağır bir sessizliğe gömüldü. O sessizlikte sadece benim hıçkırıklarım, rakı kadehinin masaya çarpan sesi ve kalbimin kırık dökük nefesleri duyuluyordu.
******
Şeyda
Konağın duvarları her zamankinden daha sessiz, daha soğuktu sanki. Cihan’la konuştuğumuz o geceden sonra günler geçti, ama aramızdaki sessizlik hiç değişmedi. O, gözlerini benden kaçırıyor, yanımda olsa bile yokmuşum gibi davranıyordu. Ne bir selam, ne bir tebessüm… sadece sessizlik.
Benim için en ağır olan şey buydu. Cihan’ın sevgisini hissettiğimde yüreğim titrerdi, şimdi ise onun bakışlarında sadece soğuk bir duvar vardı. Her gün biraz daha kırılıyordum. Kalbim, kendi hatamın ağırlığı altında eziliyordu.
Aslında en kötüsü… artık fark etmiştim. Ona alışmıştım, hatta yavaş yavaş ona bağlanmaya başlamıştım. Yanımda olduğu zaman içim huzur buluyor, sesini duyduğumda yüreğim hızla çarpıyordu. Ama şimdi? O bana bakmıyordu bile. Geçmişte görmek istemediğim o saf sevgiyi, çok geç fark etmiştim.
akşamüstü, mutfaktan odaya geçtiğimde Gülümser anne beni perdeleri aralarken gördü. Sessizce yanıma geldi, elini omzuma koydu. O yumuşak, anaç ses tonuyla sordu:
“Şeyda kızım… bir sorun mu var aranızda? Cihan son günlerde çok sessiz. Senin yüzün de hiç gülmüyor.”
Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. O an gözlerim dolacaktı neredeyse ama kendimi tuttum. Başımı hafifçe eğip zorla gülümsedim:
“Yok anne… sadece Cihan biraz yorgun son günlerde. İşleri çok. O yüzden böyle davranıyor. Bir şey yok aramızda, merak etmeyin.”
Gülümser anne gözlerimin içine baktı. Bir şeyleri sezmiş gibiydi ama üstelemedi. Elini başıma koydu, şefkatle okşadı. O anda içimdeki pişmanlık daha da büyüdü. Çünkü onun bana gösterdiği bu sevgiye rağmen, oğlunun kalbini ben kırmıştım.
gece odama çekildiğimde Esma kapıyı tıklattı. Yüzünde merak ve endişeyle içeri girdi. Elinde küçük bir tepsi vardı, iki fincan çay koymuştu. Gülümseyerek yanıma yaklaştı.
“Yenge, seninle biraz konuşabilir miyim?” dedi sessizce.
“Tabii Esma, gel otur.” dedim, ama sesim titriyordu.
Yanıma oturdu, fincanlardan birini bana uzattı. Sonra gözlerini kısıp dikkatle yüzüme baktı.
“Yenge… sorun ne? Abim günlerdir konuşmuyor, bakışları buz gibi. Senin de gözlerin hep dolu. İkiniz arasında bir şey var, ama kimseye söylemiyorsun. Bana anlatmazsan çatlayacağım.”
O an elimdeki fincanı zar zor masaya bıraktım. Gözlerim doldu, boğazım düğümlendi. Başımı sağa sola çevirdim, odada kimsenin olmadığından emin olduktan sonra dudaklarım titreyerek konuştum:
“Esma… bilmen gereken bir şey var. Ama ne olur kimseye söyleme.”
Esma hemen elimi tuttu, gözleri ciddiyetle parladı:
“Yemin ederim kimseye söylemem. Anlat yenge.”
Nefesim hızlandı, dudaklarımda kelimeler titreyerek döküldü:
“Ben… Cihan’a yalan söyledim. Onun sevgisini hiçe saydım. Başta gönlüm Gökhan’daydı. Ama Cihan bana evlenmeden önce sordu, ‘sevdiğin varsa söyle’ dedi. Ben de sustum, korktum. Yalan söyledim, ‘yok’ dedim. Çünkü Gökhan Azeyle evlenmeyi kabul etmişti. Ama sonra… sonra anladım ki, Cihan beni yıllardır sevmiş. Benim için göze alamayacağı hiçbir şey yokmuş. Ben bunu çok geç fark ettim Esma… çok geç.”
Gözyaşlarım sel oldu, yanaklarımdan süzüldü. Esma’nın ellerine sımsıkı sarıldım.
“Şimdi bana bakmıyor bile. Yemin ederim pişmanım. Cihan’a bağlandım, onun sevgisini hissettikçe ben de ona âşık oldum. Ama artık çok geç. Onun kalbini kırdım. İçindeki Cihan’ı öldürdüm. Affetmiyor beni…”
Sözlerim hıçkırıklarla bölünüyordu. Esma’nın gözleri dolmuştu, ama o güçlü kalmaya çalışıyordu. Elimi daha sıkı tuttu, yanaklarımdan süzülen yaşları silmeye çalıştı.
“Yenge… abimi bilirim. Çok inatçıdır, gururludur. Ama kalbi pamuk gibidir. Belki şimdi kızgın, öfkeli… ama zamanla yumuşar. Sen yeter ki vazgeçme ondan. Gerçekten seviyorsan, elinden geleni yap. Çünkü abim sana yıllardır değer verdi. Belki kırıldı ama… sevgi kolay kolay bitmez.”
Onun bu sözleri kalbimde küçük bir umut ışığı yaktı. Ama aynı zamanda korkumu da büyüttü. Çünkü ya gerçekten çok geçse? Ya Cihan, kalbini bana sonsuza dek kapattıysa?
Gözyaşlarım arasından fısıldadım:
“Esma… ben onun sevgisini hak etmedim. Ne yaparsam yapayım, o bana bir daha öyle bakmayacak. Biliyorum…”
Esma sarıldı bana, saçlarımı okşadı. Fısıltıyla, sanki sırlarımızı duyan olmasın istercesine:
“Yenge… ben senin gözlerindeki pişmanlığı görüyorum. Abim de bir gün görecek. Belki zor olacak ama bırakma. Çünkü sevgi, en inatçı kalpleri bile eritir.”
Onun sözleriyle biraz olsun teselli buldum ama yüreğimdeki yük ağırdı. Cihan bana bakmadıkça, konuşmadıkça, her geçen gün biraz daha yanıyordum. Ne kadar pişmanlık duysam da, Cihan’ı yeniden kazanmak için sabredecektim. Onu kaybetmemek için mücadele edecektim. Çünkü artık kalbim, ondan başkasına ait değildi.
Esma kapıdan çıkıp koridora doğru ağır adımlarla yürürken, ardında bıraktığı sessizlik daha da derinleşti. Kapı kapandığında odanın içi boşluk gibi oldu; yalnızca eski duvar saati tık tık attı, ama o tıkırtı bile şimdi bir zamanlar paylaştığımız ritmin yerine geçemiyordu. Soluk lambanın altında otururken bir türlü duramayan düşüncelerim yankılanıyordu: “Gökhan… Cihan… ben…” Hepsi bir düğüm olmuş, içimde bir yangına dönüşmüştü. Esma’nın bana sarılıp onu kaybetmemem gerektiğini söylemesi, hem umut hem de utanç getirmişti; umut ki hâlâ bir çıkış olabilirdi, utanç ki buna layık olmadığımı biliyordum.
Henüz tam toparlanamamışken kapı gıcırdayıp açıldı. Cihan içeri girdi ama bana bakmadı; bakışlarını bilinçli olarak başka yöne çevirdi, sanki varlığımla temas kurmaktan kaçınıyordu. Üzerindeki gömleğin düğmeleri gevşemişti, yüzünde gece boyunca biriktirdiği soğukluk vardı. Sessizce banyoya yöneldi; ayak sesleri sanki kendi cılız kalp atışlarımla yarışıyordu. Kapı kapandı. İçimden bir umut kıvılcımı belirdi: belki— belki konuşmak ister, belki affeder. Ama o kısa anlık umut, su gibi söndü; banyo kapısından çıkan Cihan, gözlerimi görmezden gelerek koltuğa doğru uzandı ve her zamanki şekilde kıvrılıp yatmaya başladı. Hareketleri otomatikti, yorgunluğun verdiği bir ritüeldi sanki. O uyumaya başlamadan önce yüzüme bakmadı bile.
Kalbim çarpıyordu; ayağa kalktım, yanına doğru yürüdüm. Her adımda içimde bir savaş: gitme cesareti, kalma isteği, söyleme korkusu. Dizlerim titredi; onu gözlerinin içine bakarak görmek, bir daha asla o sıcak bakışı göremeyeceğim düşüncesiyle acıyordu. Yine de susturamadım kendimi; sesi incecikti, nefesimi zar zor düzenleyerek fısıldadım: “Cihan… lütfen… ben—”
Başını hafifçe çevirdi ama gözlerimi görmedi. Sanki duyduğu tek şey, göğsündeki derin nefesti. Tek kelime etti, sesi donuk ama kesin: “Konuşmak istemiyorum, Şeyda.” Bir an için dünyam dondu; o iki kelime, içimdeki tüm umutları ezer gibi oldu.
Israrla yaklaştım, kelimelerim boğazımda düğümlendi: “Ben… seni incitmek istemedim. Biliyorum yanlış yaptım ama—” diye başladım.
“Şeyda,” dedi yine. Sesi bu kez daha zor, ama içindeki kırılganlığı saklamaya çalışıyordu. “Konuşursan… seni kırarım. Bu hayatta istemediğim tek şey seni kırmak. O yüzden… yapma. Hayde, git uyu.” Sözleri tıpkı ağrılı bir ilmek gibi boğazıma düğümlendi; “konuşursam seni kırarım” cümlesi kulağımda çınladı. O, beni kırmaktan korktuğunu söyleyerek, kendi kırıklığını bana yüklemeye çalışıyordu ama ben biliyordum: gerçekte beni uzaklaştırıyordu. Kendi gururuyla, suskunluğu ile beni cezalandırıyordu.
Gözlerimden geçen sıcak yaşları saklamaya çalıştım. Onun yüzündeki katılığı, buzdolabı gibi soğuyan bakışı, artık bana ait olmayan o adamı seyretmek acı veriyordu. Bir an dokunmak istedim; ellerim uzandı, ama bedenim geri çekildi. Parmak uçlarım koltuğun kenarına değdi, sonra istemsizce ellerimi dizlerime koydum. Yanında kalmak mı, sessizce gitmek mi daha doğru olurdu? Eğer tekrar konuşursam, onu daha derinden yaralama ihtimali vardı; eğer gitmezsem, belki kendi onurunu kırmaya devam edecektim. Onun söylediği söz kulağımda yankılanırken, içimde yeni bir kararlılık belirdi: bu suskunluğun öylece çürümesine izin veremeyeceğim. Ama hemen, yıldırım hızında: bugün değil. Bugün onun dediği gibi davranmalı, ona nefes alacak alan bırakmalıydım. İçimdeki pişmanlık ve aşk birbirine karışırken, bir süre daha onu izledim.
Cihan derin bir nefes aldı, gözleri kapandı. Nefesleri yavaşladı, kaşları gevşedi; sonunda uykuya teslim oldu. O an, onu yakından izlemek istedim — her zamanki uyku duruşunu, alnındaki çizgiyi, uyurken dudaklarının nasıl biraz aralandığını; böyle küçük detaylar yıllarca içimde saklanacak hatıralardı. Parmağım istemsizce koltuğun kenarına kondu, sonra sanki orada durmam doğru değilmiş gibi geri çekildi. Onun huzurla uyumasını sağlamak istedim, ama aynı zamanda onun geri dönmesi, gözlerimin yine sevgiyle dolması için yanıp tutuşuyordum.
Beni affet Cihan. Affet ki seni nasıl sevdiğimi kanıtlayayım.