O gece, herkesin uykuda olduğu o derin sessizlikte ben bir türlü gözlerimi kapatamadım. Konağın her köşesinden gelen o tanıdık çıtırtılar, rüzgârın tülleri hafifçe dalgalandırışı, nar ağacının dallarından gelen yaprak hışırtısı… her şey yerli yerindeydi ama içimde hiçbir şey yerinde değildi.
Cihan, karşımdaki koltukta uzanmıştı. Nefesi yavaş, derin… huzurlu gibiydi. Sanki benden çok, yaşadığımız her şeyden uzaklaşmak ister gibi. O kadar sessizdi ki, onun o dingin nefesini dinlemek bile kalbimi acıtıyordu.
Gözlerimi tavandan ayıramıyordum ama aklım hep onda kalıyordu. Bir yıl boyunca her gece onun sesini duymadan uyumadım ben. Rüyalarımda yüzünü gördüm, sabah uyanınca yastığımın ucunda bulamadım. Her gün biraz daha eksildim. Şimdi ise karşımdaydı. Uykudaydı belki ama buradaydı. Nefes alıyordu.
Bir süre daha dayandım ama sonra içimde bir dürtü, bir özlem öyle bastırdı ki… dayanamadım. Sessizce yataktan kalktım. Ayaklarım yere değdiğinde taş zeminin soğukluğu içime işledi ama umurumda değildi. Adımlarımı yavaş attım, kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki sessizliği bozacak sandım.
Cihan’ın yanına geldiğimde bir an durup onu seyrettim. Başını kolunun altına yaslamıştı, alnına düşen bir tutam saçı usulca nefes alışıyla kıpırdanıyordu. Yüzü huzurluydu, öyle tanıdıktı ki… bir yıl önce önceki sevdiğim o adam , sanki hiç değişmemişti. Ama bir fark vardı. Gözlerinin altında yorgunluk halkaları, yüzünde belli belirsiz çizgiler… hayatın ona neler yaptığını sessizce anlatıyordu.
Yavaşça dizlerimin üzerine çöktüm. Kalbim bir çocuğun kalbi gibi titriyordu. Elimi uzattım, parmaklarım hafifçe yanağına dokundu. Sıcak teni avuçlarımın altında… bir an gözlerim doldu.
Fısıltıyla konuştum, sesim neredeyse duyulmayacak kadar kısıktı:
“Çok özledim seni, Cihan…”
Bu söz, dudaklarımdan dökülürken içimde biriken her şey sanki dışarı taştı. Boğazımdaki düğüm, kalbimdeki sızı… hepsi o an bir olup bir nefese karıştı.
Elim hâlâ yanağındaydı. Oysa bir yıldır dokunamamıştım. Bu kadar yakın olup da bu kadar uzak kalmak, bir insanın kalbine nasıl sığar bilmiyorum.
Parmaklarım usulca saçlarına kaydı. O tanıdık yumuşaklığı hissederken içimde tarifsiz bir huzur yayıldı. Ama bir an parmaklarım bir şeye takıldı. Sert, derin bir çizgi gibi… Dikkatlice baktım. Saçlarının arasında, başının sağ tarafında küçük ama belirgin bir dikiş izi vardı.
Kalbim bir an durdu sanki.
Ne olmuştu ona?
Ne yaşamıştı benden uzaktayken?
Bir yıl boyunca sadece sessizliğin arkasına sakladığı şey bu muydu?
Elimi çekmedim ama gözlerim takılı kaldı o ize.
“Ne yaptın kendine, Cihan…” diye fısıldadım içimden.
Sormayacaktım şimdi. Uykusunu bölmeyecektim. Ama sabah, o izi gördüğümü unutmayacaktım.
Başımı biraz eğdim, saçlarını parmaklarımın arasına aldım. Dudaklarımı usulca dokundurdum.
“Bir yıl…” dedim kısık bir sesle. “Bir yıl beni sensiz bıraktın, Cihan. Ben o yoklukta nefes almayı bile unuttum.”
Sözlerim dudaklarımda titredi. O an Cihan hafifçe kıpırdadı. Göz kapakları titredi, nefesi değişti ama uyanmadı. Yalnızca başını azıcık yana çevirdi, sanki sesimi duymuş gibi.
Bir an nefesimi tuttum.
Kalbim deli gibi atıyordu.
Gözlerim doldu ama bir damla yaş bile düşmedi bu kez.
“Uyumaya devam et,” dedim sessizce. “Hiçbir şey olmamış gibi… ama ben buradayım, Cihan. Hâlâ buradayım.”
Bir süre daha öyle kaldım. Elimi yanağından çektim, dizlerim uyuşmuştu ama kalkamadım hemen. Onun yüzüne son bir kez daha baktım. Gözlerimin önüne eski günler geldi. Gülüşü, bana söylediği o ilk sözler, birlikte hayal ettiğimiz her şey… sonra hepsi bir sis gibi dağıldı.
Yavaşça doğruldum.
Sessiz adımlarla yatağa geri döndüm. Yorganı üzerime çekerken bir an dönüp ona baktım yine.Ay ışığı yüzüne vuruyordu. Sanki her şeyin üzerini örten o soğuk ışık, geçmişi bile susturuyordu.
“İyi geceler, Cihan,” dedim içimden.
“Belki bir gün her şeyi anlatırsın bana.”
Gözlerimi kapadım sonunda.Nefesim yavaşladı. Ama kalbim hâlâ onun yanında atıyordu. Uykuya dalmadan önce son duyduğum şey, Cihan’ın derin, huzurlu nefesiydi. o ses, bir yıl sonra ilk kez beni gerçekten sakinleştirdi.
******
Sabahın o solgun ışıkları tül perdeden süzülüp odaya dolarken, ben hâlâ gece gördüğüm o dikiş izini düşünüyordum. Uyumamıştım. Gözlerimi kapatmış olsam da, zihnim bir türlü susmamıştı.
Cihan sessizdi, sabah çok erken kalkmıştı. Yavaşça üzerini giyinirken bile nefesini duymuştum ama ben gözlerimi açmadım. Görmek istemedim. Hâlâ içimde bir kırgınlık vardı. Hâlâ o “bir yıl”ın hesabı verilmemişti.
Bir süre sonra kapı aralandı. Ayak sesleri ağırdı, sanki ne söyleyeceğini bilemiyordu.
“Şeyda,” dedi, yumuşak ama tedirgin bir sesle.
“Günaydın.”
Başımı çevirmedim. “Günaydın,” dedim kısa, kuru bir sesle.
Sessizlik oldu. Cihan birkaç adım attı, pencerenin önünde durdu. Güneşin ilk ışıkları yüzüne vuruyordu; o dikiş izi artık net bir şekilde görünüyordu. Kalbim sıkıştı. Artık susamayacaktım.
“Başında ne o?” dedim.
Cihan başını bana çevirdi. Bir an durdu, sonra elini hafifçe saçlarının arasına götürdü.
“Bir şey değil,” dedi kısaca. “Küçük bir kaza.”
Küçük bir kaza…
O kadar basit, o kadar umursamaz söylemişti ki, içimdeki sabır bir anda çatladı.
“Bir yıl boyunca ortadan kaybol, sonra geri dön ve bana ‘küçük bir kaza’ de, öyle mi?”
Sesim titredi, öfkem kırgınlığımdan güç alıyordu.
“Cihan, ben bir yıl boyunca her gece dua ettim, her sabah yokluğunu hissettim. Senin başına bir şey gelmiş olabileceğini düşündüm ama asla… asla dönüp de sormadım çünkü gururum izin vermedi. Şimdi bana böyle mi konuşacaksın?”
Cihan bir adım yaklaştı ama ben geri çekildim.
“Lütfen…” dedi sessizce. “Şeyda, zamanı gelince anlatırım.”
Bu cümle…
Zamanı gelince…
Bir insanın yüreğini en çok yakan cümleydi belki de.
“Zamanı gelince,” dedim kendi kendime fısıldar gibi. “Ama o zaman hiç gelmiyor, değil mi Cihan?”
Daha fazla konuşmadım. Üstümü giyindim, yüzümü yıkadım, kahvaltı sofrasına indim.
Konağın içinde herkesin sesi vardı, ama benim için her şey sanki uzak bir yankı gibiydi.
Masada herkes yerini almıştı.
Gülümser anne, “Hadi çocuklar, soğutmadan yiyin,” dedi neşeyle.
Ama sofrada tek bir kelime bile edemedim.
Cihan karşımdaydı, bazen bana bakıyor, gözlerimi yakalamaya çalışıyordu. Ama ben bakmıyordum.
Çünkü her baktığımda o dikiş izi gözümün önüne geliyor, içimde korkuyla karışık bir öfke büyüyordu.
Sofra sessiz geçti.
Sadece çatal bıçak sesleri, Esma’nın arada çıkan kıkırdamaları dolduruyordu havayı.
Bir ara Gülümser anne fark etti aramızdaki o soğukluğu ama hiçbir şey söylemedi. Belki anne yüreği anlamıştı, bazı konuşmaların zamanı geldiğinde kendiliğinden olacağını.
Kahvaltıdan sonra Cihan montunu aldı, annesine sarıldı, babasının elini öptü.
“Şirkete geçmem lazım,” dedi bana dönmeden.
Sadece başımı hafifçe salladım.
Arkasından bakmadım.
Kapı kapanınca içimde bir şey eksilmiş gibi hissettim.
Bir süre sonra odalar sessizleşti. Herkes kendi işiyle meşguldü.
Ben Cihan’ın bavulunu dolaba yerleştirmeye karar verdim. İçinde kıyafetleri dağınık duruyordu; sanki alelacele toplanmış gibiydi. Katlarken, gömleklerin arasında bir zarf ilişti gözüme.
Beyaz, sade bir zarf. Üzerinde sadece birkaç kelime vardı
“Sevdiğim kadın…”
Bir an nefesim kesildi. Ellerim titredi.
Zarfı yavaşça açtım. Kağıdın köşesi buruşmuştu, belli ki uzun süredir oradaydı.
Ve o an, kalbimin atışını kulaklarımda duydum.
Mektubu okumaya başladım:
“Sevdiğim kadın,
Eğer bu satırları okuyorsan, demek ki ben ameliyattan sağ çıkamadım. Bu cümleyi yazmak bile canımı yakıyor ama senden hiçbir şeyi gizlemek istemiyorum. Beynimin içinde beni yavaş yavaş tüketen bir tümör vardı. Doktorlar uzun süredir söylüyordu ama ben inanmak istemedim. Sana söyleyemedim çünkü senin gözlerinde korku görmek istemedim. Oysa her gün biraz daha azalıyordum, biraz daha kayboluyordum.
Bu mektubu ameliyata girmeden önce yazıyorum. Belki uyanırım, belki uyanmam. Ama ne olursa olsun, sen bil istedim. Sana kırgındım, evet. Ama seni bırakacak kadar asla aklımı kaybetmedim. Gitmek zorundaydım, çünkü kalırsam seni de o acıya ortak edecektim.
Hayatıma giren ilk ve tek kadın sen oldun, Şeyda. Beni ben yapan, kalbimin anlamını hatırlatan… Seni her şeyden çok sevdim. Eğer bu mektup ellerindeyse, bil ki seni son nefesime kadar da sevdim. Unut beni, olur mu?
Unut ve yaşa.
Benim yapamadığımı sen yap. Gül, nefes al, yaşa… benim için.
— Cihan”
Mektubun sonundaki imzaya kadar ellerim titriyordu. Gözlerimden yaşlar sessizce kâğıdın üzerine damladı, harfleri dağıttı. Cihan’ın sessizliğinin ardındaki o duvar bir anda yıkılmıştı. O bir yıl… Ben “beni terk etti” sanmıştım, oysa o ölmemek için savaşmıştı. Ben gururla sustum, o acıyla. Ve şimdi elimde tuttuğum o kâğıt, aramızdaki bütün o boşluğu anlatıyordu. Kalbim sıkıştı, sanki geç kalmıştım.
Bir yıl boyunca onu suçladım, kızdım, nefret ettim… ama o her saniyesini beni yaşatmaya adadığı bir savaştaymış. O an dizlerimin bağı çözüldü. Yatağın kenarına oturup mektubu göğsüme bastırdım. Gözlerimi kapadım. Bir yandan ağlıyordum, bir yandan fısıldıyordum: “Niye söylemedin, Cihan… niye?” O anda anladım… bazı sessizlikler ceza değil, korumaymış.
Bazı gidişler terk ediş değil, yaşam mücadelesiymiş. Ve bazı insanlar sevgilerini anlatmaz; yaşatır. Cihan, o sessiz kahraman, beni bir yıl boyunca sensiz bırakmamıştı aslında. Sadece hayatta kalmak için, bana yeniden dönebilmek için gitmişti. Ama bilmediğim tek şey şuydu: Şimdi o mektup geçmişin bir kalıntısı mıydı, yoksa hâlâ içimde yaşayan bir yarım kalış mı?.. Kâğıdı göğsüme bastırdım, usulca fısıldadım: “Ben seni affettim, Cihan… ama artık kendimi nasıl affederim, bilmiyorum.”
Sevdiğim adam ameliyat masasına yatmıştı ama bana bir şey söylememişti. Ya bir şey olsaydı ya geri gelmeseydi o zaman ne olacaktı. Ben onsuz nasıl yaşarım. Bana beni unut diyor ben onu nasıl unuturum....