Annesinin son nefesini verdiği o soğuk kış gecesi, Havin’in dünyası bir kez daha paramparça oldu. Babasını kaybedeli daha bir yıl bile olmamıştı ki, şimdi de annesi gidiyordu ardında. Hayatta kalan tek aile üyesi ise, annesinin ilk evliliğinden olan ve Havin’in yüreğinde kinle büyüttüğü üvey ablası Zehra’ydı.
Zehra, annesinin tabutunun başında bile soğuk ve mesafeli duruyordu. Siyah tülün ardından Havin’e bakan gözlerinde en ufak bir acıma, bir kardeş sevgisi yoktu. Varsa yoksa, genç ve güzel kız kardeşinin kendisi için bir yük, bir ayak bağı olacağı korkusu vardı.
Cenazeden sonraki gün, Zehra’nın kocası Azad Ağa geldi. Kasabanın en varlıklı, en sözü geçen adamıydı. Havin, onu ilk gördüğü anda, daha on altısında bir kızken içine düşmüştü. O güçlü, otoriter duruşu, çakmak çakmak bakan gözleri... Zehra ise, Havin’in hissettiklerini sezmiş olacak ki, onu Azad’dan olabildiğince uzak tutmuş, hatta onu gözden çıkarmak için elinden geleni yapmıştı. Sonunda da, Havin’in tutkulu bir aşkla bağlandığı erkeği, kendi kocası yapmayı başarmıştı.
Azad Ağa, konağın geniş salonunda ayakta duruyor, Havin’e bakıyordu. Havin, gözlerini yere dikmiş, ellerini önünde kavuşturmuştu. Yalnızlığın ve kaybın verdiği hüzünle titriyordu.
“Artık burada yalnız yaşayamazsın, Havin,” diye başladı Azad Ağa, sesi o gür ve tok baritonuyla odanın her köşesini doldururken. “Bizimle gelmek senin için en doğrusu olacak. Konağımızda yer fazlasıyla var.”
Havin’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Azad’ın evinde... Onunla aynı çatı altında... Ama Zehra...
“Hayır!” Zehra’nın keskin itirazı bir bıçak gibi saplandı. “Olur şey değil Azad. O artık yetişkin bir kız. Kendi hayatını kurmalı. Bizim sorumluluğumuz altına giremez.”
Azad, karısına döndü. Bakışları aniden sertleşmişti. “Sus, Zehra! Bu nasıl söz? Senin kız kardeşin, hem de öksüz kalmış. Onu bırakıp da nereye gidecek? Bu, bize düşen bir vazife. Ben buna izin vermem.”
Zehra, kocasının bu kesin tonu karşısında geri adım attı. Yüzü bembeyaz olmuş, dudakları ince bir çizgi halini almıştı. Azad’a isyan edemezdi. Ama Havin’e öfkeyle bakışı, “Gelsin de görsün gününü” diye haykırıyordu adeta.
Havin, başını kaldırdı. Gözleri doluydu ama bu sefer acıdan değil, fırsatın verdiği coşkudandı. İçinde, yıllardır beslediği intikam hırsı birden canlanıvermişti. Zehra onu hiç istememiş, hep aşağılamış, Azad’a olan hislerini küçümsemiş ve sevdiği adamı elinen almıştı. Şimdi sıra ondaydı.
Azad, Havin’e yöneldi. “Toplan güzelim. Eşyalarını hazırla. Bizimle geliyorsun.”
Havin, gözlerini Azad’ın çakmak çakmak gözlerine dikti. İçindeki zehir gibi nefreti ve yakıcı aşkı ustalıkla gizleyerek, kırılgan ve minnettar bir ifade takındı.
“Çok teşekkür ederim, Azad Ağa,” dedi sesi hafif bir titremeyle. “Siz olmasaydınız, ben ne yapardım bilmiyorum.”
Zehra, dişlerini gıcırdatarak pencereye döndü. Omuzları gergindi. Savaş çanları çalıyordu.
Ertesi gün, Havin, Azad’ın görkemli konağına taşındı. Kendisine verilen oda, ana yatak odasının hemen yanı başındaydı. Zehra’nın bilinçli bir tercihle onu en uzak köşeye koyma isteğine rağmen, Azad ısrarla bu odayı göstermişti.
Bir Ay Sonra...
Konağın içi, görkemli duvarlarının ardında, görünmez bir savaşın sahnesiydi. Bir aydır süren bu zorunlu birliktelik, her geçen gün Zehra’nın öfkesini ve Havin’in sabrını daha da zorluyordu. İncecik bir buz tabakası gibiydi zemin her an kırılmaya, her adımda çatırdamaya hazır.
Havin, kendisine ayrılan odada, pencereden dışarıyı seyrediyordu. Akşamın alacakaranlığı, bahçedeki çınar ağacının yapraklarını yaldızlıyor, uzaklardan gelen ezan sesiyle birlikte kasabaya dingin bir hüzün çöküyordu. Ama odanın içi, Havin’in içindeki fırtınayla tezat oluşturuyordu. Bir ay. Otuz gün. Zehra’nın zehirli bakışlarına, iğneleyici sözlerine, sürekli aşağılama çabalarına katlanmıştı. Ama o, her seferinde soğukkanlılığını korumayı, hatta bazen misilleme yapmayı başarmıştı. Onun silahı, Zehra’nın kıskançlığıydı. Ve Azad’ın ona gösterdiği, kardeşçe de olsa, ilgi.
Kapının sertçe açılmasıyla irkildi. Zehra, kapı eşiğinde, koltuğunun altında bir havlu, yüzünde ise buz gibi bir ifadeyle duruyordu. “Banyo saat altıdan sonra benim. Bir daha duş almak için bu saatleri bekleme. Suyu ve sıcaklığı da boş yere israf etme. Burası senin babanın mütevazı evi değil.”
Havin, arkasını dönmedi bile. Penceredeki yansımadan Zehra’yı izliyordu. “Banyo saatlerini belirleme hakkını sana kim verdi, abla?” diye sordu, ‘abla’ kelimesini hafifçe vurgulayarak. “Bu evin beyi Azad Ağa. Kuralları da o koyar. Sen değil.”
Zehra, içeri bir adım attı. Oda aniden daha da daralmış gibi oldu. “Ben bu evin hanımıyım! Sen ise bir lütuf olarak kaldığın bu evin fazlalığısın. Sakın unutma. Azad’ın sana acıdığı için verdiği parayı cebine koyup gez toz diye dolaşma hakkını kendinde bulma. Sen bir dilenciden farksızsın.”
Havin yavaşça döndü. Yüzünde tehlikeli bir gülümseme vardı. Üzerinde sadece havlusu vardı, duştan yeni çıkmıştı. Nemli teni, odanın loş ışığında parlıyordu. “Azad Ağa’nın bana verdiği parayı nasıl harcayacağımı sana mı soracağım? Yoksa sen... kıskanıyor musun? Kocanın bana, sana verdiğinden daha fazla ilgi göstermesini çekemiyor musun?”
Zehra’nın yüzü öfkeden kıpkırmızı oldu. Bir adım daha attı, elini kaldırmıştı ki...
“Ağam geliyor!” diye bir ses geldi aşağıdan. Azad’ın arabasının sesi ve onu karşılamak için koşuşturan hizmetkârların ayak sesleri duyuldu.
Zehra’nın yüzündeki öfke, anında yapay bir sakinliğe ve hüzünlü bir ifadeye büründü. Elini indirdi. “Allah senin gibilerin cezasını versin,” diye fısıldadı zehir gibi bir sesle. “Görüşürüz, kardeşim.”
Hızlı adımlarla koridora çıktı ve merdivenlerden aşağı, kocasını karşılamak için koşar adım gitti. Ses tonu anında değişmiş, yumuşacık, sevecen bir hale bürünmüştü. “Azad’ım! Hoş geldin canımın içi! Yorulmuşsundur. Hemen kahve getirteyim.”
Havin, kapı aralığından onları izledi. Zehra, Azad’ın paltosunu çıkarırken neredeyse bir hizmetkâr edasıyla hareket ediyor, yüzünde meleksi bir gülümsemeyle onu dinliyordu. Azad ise, her zamanki gibi vakur ve mesafeli, kısa cevaplar veriyordu. Havin’in içi gururla ve küçümsemeyle doldu. İkiyüzlü. Azad evde yokken bir canavar, o gelince evcilleşen bir kediydi. Azad ise ona gram sevgi vermiyordu, sırf atılan iftiralar nedeniyle evlenmişti ablasıyla bunu biliyordu.
Akşam yemeği her zamanki gibi gergin geçti. Uzun masanın bir başında Azad, diğer tarafında Zehra ve Havin karşılıklı oturuyorlardı. Zehra, kocasına yemek servisi yapmakla meşguldü, sürekli onun tabağına bir şeyler koyuyor, laf atıyor, gülümseyerek onay bekliyordu. Azad ise dalgın dalgın yiyor, ara sıra Havin’e dönüp “Yiyor musun kızım? Kendini ihmal etme,” gibi babacan şeyler söylüyordu. Bu ‘kızım’ hitabı Havin’in içindeki alevi daha da körüklüyordu. Ona bir çocuk, bir kardeş muamelesi yapması, onu deli ediyordu.
“Evet, Ağam. Teşekkür ederim,” diye yanıt verdi Havin, alçakgönüllü bir ifade takınarak. Sonra Zehra’ya baktı. “Ablam o kadar güzel yemekler yapmış ki, doymak bilmiyorum. Gerçekten çok şanslıyım. Siz olmasaydınız, kim bilir ne yapardım.”
Zehra’nın kaşığı tabağına hafifçe çarptı. Gözlerinde şimşekler çaktı ama sesi bal gibiydi. “Canım kardeşim, elbette. Sen bizim ailemizin bir parçasısın. Tabii ki yanımızdasın.” İçinden ise, “Cehennemde yan,” diye geçiriyordu.
Azad, bu ‘uyumlu’ manzaradan memnun, hafifçe gülümsedi. “Aferin. Aramızda sevgi ve saygı olursa, her zorluğun üstesinden geliriz.”
Yemek bittikten sonra Azad, her akşamki rutini üzere çalışma odasına çekildi. Zehra ise mutfağa gidip hizmetkârlara talimat vermeye başladı, sesi bir anda yeniden keskinleşmiş ve buyurgan bir hal almıştı.
Havin odasına çıktı. Kalbi hızla atıyordu. Planını uygulama vakti gelmişti. Azad’ın her akşam, yatmadan önce odasına uğrayıp cep harçlığı bırakacağı saatti. Bu, bir ay boyunca değişmemiş bir ritüeldi. Ve Havin, bu akşam onu asla unutamayacağı bir şekilde karşılamaya hazırdı.