İzmir, o sabah griliğini bırakmamıştı. Hava, kışa yaklaştıkça daha da içine kapanıyor, insanın yüreğine çöken bir ağırlık bırakıyordu geride. Murat, kampüste bir dersi bitirmiş, çantasını omzuna atmış şekilde hızlı adımlarla çıkışa yürüyordu. O gün biraz huzursuzdu, sebebini bilmiyordu ama içi daralıyordu. Telefonu cebinde titredi. Ekranda babasının adı yazıyordu: “Baba”
Nadiren arardı. Hele bu saatlerde hiç.
Telefonu açtığında babasının sesi biraz yorgun ama ciddi geliyordu.
Cemal:
“Oğlum, akşam eve gel. Konuşmamız gereken bir şey var. Önemli.”
Murat’ın içi daha da sıkıştı. Ne olmuştu?
Murat:
> “Kötü bir şey mi oldu?”
Cemal:
“Akşam gel, anlatacağım.”
---
Aynı saatlerde Leyla, yurtta odasının penceresinden dışarı bakıyordu. Artvin’den gelen çam kokulu bir paket masasında duruyordu. Annesi her ay gönderirdi: taze tereyağı, ev yapımı erişte, kurutulmuş elma kabukları, bir de el yazısıyla yazılmış bir not.
“Kızım Leyla’m,
Bu ay havalar erken soğudu.Kendine dikkat et seni çok seviyoruz.”
Leyla notu okurken gözleri doldu. Ailesinden uzakta olmak bazen acıtıyordu. Annesinin yorgun elleriyle yaptığı her şey, ona bir kök gibi geliyordu. O kökü koparıp da başka topraklara dikilmiş bir çiçek gibiydi.
Artvin’in dağ köylerinden birinde doğmuştu Leyla. Tek çocuktu. Babası çay tarlalarında çalışır, annesi ev işleriyle ilgilenirdi. Evde her şey sade ama samimiydi. Televizyon bile çoğu zaman sessizdi ama muhabbet hiç eksik olmazdı.
Üniversiteyi kazanmak kolay olmamıştı. Ne maddi ne de duygusal açıdan. Ama başarmıştı. Ailesi gurur duymuştu, hatta gözyaşlarıyla uğurlamışlardı onu tren garında. Babası vedalaşırken sadece bir cümle söylemişti:
“Sen bizim gururumuzsun Leyla, ne olursa olsun dik yürü.”
---
O akşam Murat eve geldiğinde annesi kapıyı sessizce açtı. Babası, oturma odasında pencere kenarında durmuş, dışarıyı izliyordu. Murat içeri girdiğinde annesinin gözleri hafif kızarmıştı. Kalbinin sesi, Murat’a bir şeylerin yolunda olmadığını haykırıyordu.
Murat:
> “Baba... Ne oldu?”
Cemal yavaşça oturdu. Ellerini dizlerinin üzerine koydu. Her zaman dimdik duran adam, bu akşam biraz daha çökmüş gibiydi.
Cemal:
> “Murat... birkaç haftadır rahatsızdım. Başta önemsemedim. Ama annen ısrar etti. Gittik... testler yapıldı.”
Bir duraksama oldu. Murat’ın gözleri babasının gözlerine kilitlendi. Ses çıkarmıyordu. Sadece yutkundu.
Cemal:
> “Akciğer kanseri... Başlangıç evresi ama ilerleyebilir. Tedaviye hemen başlanacak.”
Murat’ın içi buz kesti. O an kelimeler yok oldu. Nefesi daraldı.
Babası, onun çocukluğunda sırtını yasladığı dağ gibiydi. Ve şimdi o dağ, yavaş yavaş çöküyordu sanki.
Murat:
> “Ne... ne zaman öğrendiniz?”
Cemal:
> “Geçen hafta. Ama emin olmadan söylemek istemedim.”
Sessizlik oldu. Sadece saatin tik takları duyuluyordu.
Cemal:
> “Bu süreçte senden bir şey isteyebilirim. Henüz zamanı değil ama... konuşacağız.”
Murat gözlerini babasından kaçırdı. İçinde tarifsiz bir boşluk büyümeye başladı. Aklı Leyla’daydı. Onun yanında olmak istiyordu. Ona sarılmak. Ama bu acıyı, onun huzurlu dünyasına taşımak istemiyordu.
---
Gece geç saatlerde Leyla’nın telefonu çaldı. Ekranda “Murat” yazıyordu. Sesindeki kırılganlık, Leyla’nın içine işledi.
Murat:
> “Biraz yürüyelim mi? Sessiz bir yere gidelim.”
Bir saat sonra, ikisi sahilde yürüyordu. Konuşmadan. Yan yana. Murat’ın elleri cebinde, gözleri yerdeydi. Leyla sessizdi, ama bekliyordu.
Murat:
> “Babam hasta. Kansermiş. Bugün öğrendim.”
Leyla, gözlerini kocaman açtı. Şaşırdı ama onu hemen sarıp sarmaladı.
Hiçbir şey söylemedi. Çünkü o an, “geçmiş olsun” ya da “iyileşecek” gibi cümleler yetersizdi.
Sadece sımsıkı tuttu Murat’ı.
O gece, ikisi de sustu. Ama kalpleri ilk kez bu kadar yüksek sesle atıyordu.