İzmir, artık Ekim'in son haftalarındaydı. Rüzgâr, yaprakları sertçe savuruyor, akşamlar biraz daha erken iniyordu şehrin üstüne. Dokuz Eylül Üniversitesi kampüsünde öğrenciler kalın montlarla dolaşıyor, sıcak kahveye ellerini sarıyordu.
Murat ve Leyla, tanıştıkları ilk günkü heyecandan sonra sık sık görüşmeye başlamışlardı. Başta sadece kampüs içinde rastlaşmalarla başlayan konuşmalar, artık ortak ders çalışma saatlerine, birlikte yenilen öğle yemeklerine, bazen de hafta sonu sinema planlarına dönüşmüştü. Kimseye “biz sevgiliyiz” dememişlerdi; çünkü henüz ikisi de bunu kendilerine bile açıkça söyleyememişti. Ama ikisinin de kalbi, bu dostluğun artık sadece “arkadaşlık” olmadığını fısıldıyordu.
O gün kampüs kütüphanesinin arka bahçesindeki küçük kafede oturuyorlardı. Leyla önündeki deftere birkaç satır not aldıktan sonra başını kaldırıp Murat’a baktı.
Leyla:
“Seninle vakit geçirmek çok garip… ama iyi garip.”
Murat gülümsedi.
Murat:
“Ben de aynı şeyi hissediyorum. Huzurlu… ama heyecanlı bir huzur gibi.”
Aralarında uzun bir bakışma oldu. Konuşmadılar ama o sessizlik, kelimelerden daha fazlasını anlattı.
Birbirlerine alışmaları kolay olmuştu çünkü ikisi de hayata aynı pencereden bakıyordu. Sessizliği severlerdi. Gereksiz kalabalıklardan kaçarlardı. Ve en önemlisi, karşılarındaki kişiyi değiştirmeye çalışmadan kabulleniyorlardı.
Zaman geçtikçe Leyla, Murat’ın dışarıdan ne kadar sakin görünse de içinde fırtınalar taşıdığını fark etmişti. Mimarlık onun için sadece bir bölüm değil, içindeki çatışmaları yatıştırma yoluydu. Her çizimde biraz annesini, biraz babasını, biraz da kendi özgürlüğünü çiziyordu.
Murat ise Leyla’da o güne kadar kimseye benzemeyen bir şey görmüştü: Denge. Ne fazla ne eksik. Onda hem bir sıcaklık hem bir mesafe vardı. Konuşurken düşündürüyor, sustuğunda da merak ettiriyordu.
---
Bir gün birlikte deniz kenarına yürüdüler. Konak sahilinde oturdukları bankta, ikisi de gözlerini karşı kıyıya dikmişti. Gökyüzü pembe-mor karışımı bir renge bürünmüştü. İnsanlar yavaş yavaş çekiliyor, sahil sessizleşiyordu.
Leyla:
“Hiç düşündün mü, bazı insanlar sadece geçer hayatımızdan… bazılarıysa iz bırakır.”
Murat:
“Sen geçtiğini mi düşünüyorsun, yoksa iz bıraktığını mı?”
Leyla sustu. Hafifçe başını Murat’ın omzuna yasladı. İlk kez. Sessizce. Alışkanlık değil, cesaretle.
O an Murat’ın kalbi sıkıştı. Ama bu sıkışma, acı veren değil; içinde uzun zamandır yer bulamamış bir sıcaklığın sızısıydı.
Murat:
“Bazen biri gelir… sessizce, ama gürültüyle dokunur ruhuna. Sen öyle geldin Leyla.”
Leyla gözlerini kapattı. Kalbinin o yavaş çırpınışı kulaklarına kadar ulaşmış gibiydi. Bu, “aşık oldum” demek değildi belki. Ama “oluyorum”du. Ve bu daha gerçekti.
---
Günler birbirini kovaladı. Kampüs yağmurlu günlerle buluştu. Onlar ise artık her sabah birbirine “günaydın” demeden güne başlayamaz hale gelmişti.
Birlikte kahvaltı etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Kütüphanede ders çalışırken birbirlerine kahve ısmarlıyor, bazen ders yerine sadece karşılıklı oturup sessizce müzik dinliyorlardı.
Ama hâlâ hiçbir itirafta bulunmamışlardı.
Belki biri korkuyordu. Belki ikisi de.
Bir akşamüstü, Murat elindeki not defterini kapatıp Leyla’ya döndü.
Murat:
“Biliyor musun Leyla, bazen düşünüyorum… Eğer seni tanımasaydım, eksik yaşardım.”
Leyla durdu. Başını çevirdi. Gözlerinin içi dolmuş gibiydi ama gülümsüyordu.
Leyla:
“Ben de. Eksik ama fark etmeden.”
Ve o gün, ilk defa el ele tutuştular.
Ne sarıldılar, ne birbirlerine “seni seviyorum” dediler. Ama o dokunuş, her cümlenin ötesindeydi.
Çünkü bazen aşk, önce sessizce gelir.
Bir bakışla.
Bir dokunuşla.
Bir susuşla.
Ve onlarınki, yavaş yavaş büyüyordu. Kök salan bir ağaç gibi. Derinden. Sağlam. Sessiz.