Hiçbir şey iyileşmiyor, ilerlemiyordu bile ama Yade Karayel pes edecek bir insan değildi.
Görüşmesi planlanan dördüncü kişiyle Zümrüt İçel ile gittiği mekânda buluşmayı tercih etmişti. Zümrüt İçel’in burada olacağını, olsa dahi Mahir’in başka biriyle görüşmesini umursayacağını sanmıyordu. Ona soracak olursanız, kız aradığı kişiyi bulmuş ve şimdiye evlenmiş bile olabilirdi. Ne istediğini bilen insanlar için düşünceleri eyleme dönüştürmek her zaman kolaydı.
Mahir ise ondan sonra görüştüğü iki hanımefendiyle de yerinde saymayı sürdürmüştü.
İkinci görüşmede Gülnur Hanım’ın kuzeninin kızı Ceyda ile buluşmuştu. Ceyda ondan iki yaş küçüktü, Mahir neden evlenmek istediğini dahi bilmiyordu. Esmer, güler yüzlü, hoşsohbet bir kız olmasına rağmen birlikte geçirdikleri her dakika genç adama eziyet gibi gelmişti. Soracak bir soru bulsa da içinden konuşmak gelmiyor; kız karşısında neşeyle, uzun uzun konuşurken sürekli başını sallayarak sessizliğini koruyordu. Sonunda kız da aralarında bir şey olamayacağını anlamıştı elbette ama o vakte değin Mahir ter içinde kalmış, kendini en yakın parka atıp yarım saat boyunca kitap okumak dışında hiçbir şey yapamamıştı.
Asosyallik miydi bu yoksa sıkıntıya mı gelemiyordu bilmiyordu doğrusu. Tek yapabildiği her şeye rağmen sessizce durmayı başarmaktı herhâlde?
Üçüncü görüştüğü kişi de birilerinin uzaktan akrabası çıkmıştı. Eniştesi miydi, hatırlamıyordu bile. Gerçekten bu buluşma işlerinden usanmıştı. Her şeyi ablasına bırakmış, yalnızca onun pes ettiğini duymayı bekliyordu. O nereye git, kiminle görüş derse gidip görüşüyor ve artık nasıl geçtiğini bile söylemeden odasına kapanıyordu.
Dilek Hanım, diğer iki hanımın aksine, Mahir’in üzerinde bir etki bırakmıştı şüphesiz. Hayatı boyunca görebileceği en ilginç insanlardan biriydi. Mahir gibi işsiz, amaçsızdı lakin o, bu durumdan gerçekten hoşnut olduğunu söylemişti. Çalışmayı sevmiyorum, demişti gözlerinin içine baka baka. Yüzündeki küçük tebessüm yargılanma ihtimaline bir kalkan gibiydi ama besbelli dürüstlüğü yeğlemişti.
“Sorumluluk duygusu beni delirtiyor. Kendimi boğulacakmış gibi hissediyorum. Birkaç kez işe girdim, değişik yerlerde çalıştım ama anladım ki bana göre değilmiş. Hayalim, evlendikten sonra dünyayı keşfe çıkıp gezebildiğim kadar gezmek!”
En kısa tuttuğu, en kolay kurtulduğu görüşme bu olmuştu. Kendini açıkça düşüncelerinin uyuşmadığını, gezmekten hiç ama hiç hazzetmediğini söylerken bulmuştu. Nezaket gereği olmasa koşarak kaçması da muhtemeldi. Neyse ki Dilek Hanım, ona gülerek sorun olmadığını söylemiş ve teşekkür ederek kalkmayı teklif etmişti de Mahir kızı incitme fikriyle kendine eziyet etme yükünden kurtulmuştu.
Şimdiyse Meryem Hanım ile tanışmak için ayaklarını sürüye sürüye restorana girmekteydi. Henüz kızla tanışmamış olmasına rağmen şimdiden kaçıp gitmek istiyor, kalabalık sayılmasa da birkaç insanın yerleştiği masalara bakarken geriliyor ve neden ailesinin bu saçma fikrini kabullendiğini merak ediyordu.
Yine erken geldiği için gidip boş masalardan birine oturdu. Bu görüşmelerden öğrendiği bir şey varsa o da erken gitmenin hem ona iyi geldiği hem de kızların onu beklerken görmekten hoşlandığı gerçeğiydi. Ağırlıkta olan elbette sevgili gelin adayını beklerken kitap okumak için vakit kazanma isteğiydi.
Oturup arkasına yaslandı. Etrafına şöyle bir bakınıp sabah fotoğrafını gördüğü kız gelmiş mi diye kontrol etti ama kimseyi göremedi. Henüz buluşma saatlerine on beş dakika vardı, gelmemiş olması normaldi. Bu yüzden rahatlayıp kitabını çıkardı ve kaldığı yerden kısık bir sesle okumaya başladı. Bu kez elinde Yahya Kemal’in bir şiir kitabı vardı. Aslında şiirle pek arası yoktu ama yine de okumak Mahir’i rahatlatıyordu.
“Mâzî köyünde, hâtıralar gölgesinde kal!
Yaklaştığın tabiatı günlerce seyre dal!
Dağlar başında zevkini aidindi varlığın,
Bulsun bu zirvelerde huzur ihtiyarlığın.”[1]
Yanından geçen insanları bile fark etmeden kendini kaptırmış bir hâlde kitabını okurken aradan ne kadar süre geçmişti, bilmiyordu. Sonunda okuduğu sayfa bittiğinde kitabı kapatıp saatine baktı, yirmi dakika olmuştu ama Meryem Hanım hâlâ görünürde yoktu.
Mekân doğruydu, saat de öyle. O hâlde belki bir mucize olmuştu ve kız gelmekten vazgeçmişti yahut bir aksilik sebebiyle gecikmişti. Etrafına bir kez daha göz attı, derken tam karşısına yerleşen ikiliyi görerek bir anlığına durakladı. Bir anda Meryem Hanım aklından tamamen çıkmış, ağzı açık kalmıştı.
Bu, o kız mıydı? Zeynep Kahraman?
İnanamayarak, bunu yapmaması gerektiğini bilmesine rağmen gözlerini kızın üzerine sabitledi. Gülümseyerek menüyü eline alışını, tek eliyle önüne gelen saçlarını geriye itişini ve sonra bir şeyler mırıldanırken sayfaları çevirişini izledi.
Gerçekten o kızdı. Ama burada ne işi vardı? Karşısındaki adam kimdi? Neydi yani, burası görücü usulü buluşmalar yeri miydi? Hoş, adamla böyle buluştuğu elbette söylenemezdi ama yine de…
Birden tam önüne geçen kızın varlığı ve sesi, kendine gelmesine yetti.
“Mahir Bey?”
Başını kaldırıp tıpkı az evvel utanmadan gözlerini diktiği Zeynep Kahraman gibi kızıl, kıvırcık saçlara sahip olan Meryem Aynur ile göz göze geldiğinde derin bir nefes aldı. Bu oldukça çarpıcı bir benzerlikti. Tarif etseniz aynı kişi sanılabilirdi gördüğü suretler ama elbette ki farklıydı.
Yerinden hızla kalkıp kızın uzattığı çilli, bembeyaz, serin eli tuttu ve hafifçe gülümseyerek sıktı. “Hoş geldiniz.”
“Affedersiniz, sizi bekletmek istememiştim ama restoranı bir türlü bulamadım.”
“Sorun değil. Haberim olsaydı sizi almaya gelirdim.”
Meryem otururken kızın omzunun üzerinden arkasında duran ikiliye bir kez daha baktı. Hayatı boyunca bir kızın dikkatini dağıttığı ya da merakını cezbettiği olmamıştı ama şimdi bocalıyordu. Ne melun bir şeydi şu merak? Sanki Mahir’e neydi? Bilse ne olacaktı sahi? Onu ne ilgilendirirdi?
Ama bilmek istiyordu.
Anlamsız bir şekilde içini saran duyguların yoğunluğuna karşı kaşlarını çattı. Zeynep asla onun ilgisini çekecek biri olmamıştı, olamazdı da. Bu merak aptallıktan başka bir şey değildi. Kendini acilen toparlaması gerekiyordu.
“Mahir Bey?”
Meryem Hanım ona seslendiğinde tekrar kıza baktı. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama genç kızın büyüleyici bir güzelliği vardı. Ancak bu çarpıcı güzellik Mahir’e itici gelmişti. Öyle güzeldi ki ona bakmak rahatsız hissettiriyordu.
“İyi misiniz?”
“Evet,” dedi tekrar gülümsemeye çalışarak. “Önce bir şeyler yiyelim mi?”
“Olur.”
O menüyü eline aldığında bir kez daha dikkati Zeynep’e kaydı. Elinde değildi. Bu akıl almaz bir durumdu, Mahir normalde asla böyle davranmazdı. Hele de Zeynep’e karşı… Nasıl olmuştu da kız ilgisini çekmeyi başarmıştı? Neden ona bakıp duruyordu ki?
Gözleri o tanıdık surete değerken hatırladıklarının etkisiyle bir an nefesi kesilir gibi oldu. Şu bir gerçekti ki Mahir onu kendisini bile şaşırtan bir netlikle hatırlıyordu. O ilk karşılaştıkları günü, daha sonra etrafında nasıl da dolaştığını ve acınası bir şekilde bunu belli etmeden yapma çabasını, konuştukları ilk seferi… Her bir detayıyla hatırlıyordu neredeyse. Oysa bu anıların silinip gittiğini sanırdı. Bugüne dek bir kere bile aklına gelmemiş bir insan; nasıl olurdu da aniden karşılaştılar diye onu sarsabilirdi? Böyle bir şey mümkün müydü?
O kendi düşüncelerinde boğulurken Meryem birden menüyü sertçe kapattı.
“Ben bir kahve alacağım sanırım.”
“Aç değil misiniz?”
“Hayır.”
Meryem kaşlarını hafifçe çatarken Mahir bir saniye kadar beklediği ilgiyi alamadığı için mi böyle olduğunu düşündü. Sonunda umurunda olmadığını fark ederek başını salladı. “Ben de kahve alayım o hâlde.”
İkisi için Türk Kahvesi sipariş edip alıştığı konuşmaya başladı. Havalardan giriyor, yaşı sorarak haddini aşıyor, nihayetinde iki yıldır işsiz olduğu gerçeğinden ve hayata karşı hissettiği isteksizlikten kısaca bahsedip karşı tarafı ondan soğutmaya çalışıyordu. Böylesi onun için de kızlar için de en kolayıydı Mahir’e sorarsanız. Bugün de sorunsuz geçecek gibiydi, tabii Zeynep dikkatini dağıtmaya bir son verirse.
Tam bunu düşünürken birden Zeynep’in ortalığı inleten kahkahaları yüzünden irkildi ve bakışlarını, kaşları çatılı bir hâlde ona çevirdi. Belli ki Zeynep durumun ne kadar yanlış olduğunu fark etmiş gibi elini dudaklarına bastırıyor ama yine de gülüşünü bastıramıyordu. Ne demişti şu suratsız adam da çevresine böyle gürültü yaparak rahatsızlık veriyordu? Hoş, Zeynep onun gözünde daima bir rahatsızlık kaynağı olmamış mıydı?
[1]Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti, 1961.