Pişman mı olacaktı? Ablası haklı mıydı? Mahir, âşık mı olmuştu?
Bitirdiği bölümü bile benimseyemeyen, ne işle meşgul olması gerektiğini bilmeyen bir adam âşık olabilir miydi?
Peki ama neden? Nasıl? Niye şimdi? Onca zamanın ardından ne olmuştu da Zeynep Kahraman aklında yer edinmişti?
Yıllar önce ondan etkilenmiş, onu görünce sarsılmış, uzaktan ama yoğun bir şekilde hissettirdiği alakanın muhatabı olmuş, ondan kaçmış ve onu kendinden uzaklaştırmıştı. Bunların hepsi mantığa uygundu. Olabilirdi. Olmuştu da. Böylece mesele kapanmıştı. Bitmişti. Zaman her şeyin üzerinden bir gölge gibi geçip gitmişti. Yapraklar sararmış, solmuş, çiçekler tekrar açmıştı. Günler gecelerle buluşup ayrılmıştı. Büyümüşlerdi. Farklı insanlar hâline gelmişlerdi. Değişim onları da kucaklayıp beslemişti. Ve şimdi… Neydi yani? Neden Zeynep aklına girmişti?
Yatağında bir sağa, bir sola dönerek günlerdir bunları düşünüp duruyordu. Kızı görme isteği Mahir’in zihnini öyle çepeçevre kuşatmıştı ki kendini çıldıracak gibi hissediyordu. Ama bunu yapmak için en ufak bir sebebi yahut bahanesi yoktu.
Hadi Zeynep’i gördüğümü varsayalım, ona ne söyleyebilirim?
Zeynep, Allah aşkına bana yardım et; galiba ben artık delirmeye başladım.
Aklımdan…
Bir an…
Olsun…
Çıkamaz mısın?
Lütfen, lütfen, lütfen.
Bana ne yaptın?
İnleyerek yatakta doğruldu. Dizlerini kendine çekip başını onların üzerine yerleştirdi. Zeynep’i görmek istiyordu. Elinde değildi. Düşünmemek için delice çabalamıştı. Her şeyi denemişti. Kendini ucu bucağı olmayan bir umutsuzluk denizine atıp ne kadar berbat bir hâlde olduğunu düşünmüştü, ailesiyle ilgilenmişti, Merve ile tanışıp sohbet etmeye çalışmıştı, Asaf ile dalga geçmişti, ders çalışmayı denemişti.
Yüzü buruşurken derin birkaç nefes aldı.
Hayatı boyunca böyle bir şey yaşamamıştı: Ders çalışmayı denemişti. Sadece bu kadardı, yapamamıştı. İçinde Yeşilçam filmlerini aratmayan nidalar duyuyordu artık: Ey Yüce Rabbim, ders bile çalışamıyorum!
Bunun vahameti ellerini titretiyor, tüylerini ürpertiyor, aklını kaçıracak gibi hissetmesine sebep oluyordu. Hoş, sonuncu iyi bir şey sayılabilirdi çünkü gibi olması bile mucizeydi. Besbelli Mahir delirmişti.
Yataktan kalkıp bilgisayarını açtı. Ablasının ona göre engin, kadına göre sıradan bilgilendirmesiyle birlikte sosyal medya denen illetle istemediği bir tanışma gerçekleştirmişti. Kendi eski, çağ dışı dünyasından ayrılmak zor olmuştu ama Zeynep’i görmesi gerekiyordu.
Gerekiyordu?
Alayla hâline güldü. Gereklilik, bir sebebe dayanırdı. Oysa Mahir’in bahanesi bile yoktu.
Ey Yüce Rabbim, diye inledi yine, tabii içinden. Aklıma mukayyet ol.
Zeynep’in sosyal medya hesabına girip kırmızı elbise giydiği fotoğrafı buldu. Öyle tuhaftı ki fotoğraflarına bakarken bile heyecanlanıyor, yüzünün kızardığını hissediyor ve içten içe bunu yapmaması gerektiğini düşünüyordu.
Ya sahiden ona âşıksam?
Bu, ahmaklığın hangi seviyesi olurdu?
Öyleyse onu kırmış, incitmiş, bekletmiş ve her şeyi mahvetmiş olacaktı. Bu ihtimal korkunçtu. Mahir kendini boğmak istiyordu.
Fakat daha kötüsü de vardı: Ya ona âşık değilsem ve saçmalıyorsam?
Yıllardır sadakatle bağlandığı, çocuklarının annesi olacak kadını aldatıyor muydu yani? Ne sebeple?
Bunu klişe, demode ve abartılı bulabilecek insanlar olduğunu biliyordu. Hatta belki müstakbel eşi bile böyle düşünürdü, emin değildi. Öyle olmamasını umuyordu. Ama Mahir, dedesi ve babaannesinin aşkını görerek büyümüştü. Aras Karaman, tüm sebebi geçmişte yaptıklarının hissettirdiği suçluluk olamayacak kadar özenle seviyordu eşini, biricik dedesi. O gözlerin yalnızca babaannesine has bir tebessümle kırıştığını fark etmemek için kör olmak lazımdı. Ve annesi ile babası… Bir kez olsun, yalnızca bir defacık olsun, birbirlerine saygısızlık ettiklerini görmemişti. Çevresinde şahit olmuştu, defalarca. Onların tartıştığını, birbirlerine kırıldığını ve hatta küstüğünü bile görmüştü. Ama o saf sevgi ve saygı? Mahir, bunun aksini hayal edemiyordu. Sonra arkadaşı vardı. Asaf aşka bakış açısını komple değiştirmişti. Mahir insanlara belli etmeyi sevmediği düşlere ve düşüncelere sahipti. Asaf ile dalga geçer, ona kızar ve hislerini gülüşlerin altına gizlerdi ama sorsaydı asla inkâr etmezdi. Asaf tanıdığı en dürüst ve kararlı adamdı. Daha lisedeyken bile öyle ciddi konuşurdu ki onunla arkadaş olmaktan gurur duyardı. Ve ablasına âşık olmuştu. Bu başta korkunçtu ve onunla arkadaşlığını bitirmek istemesine sebep olmuştu. Ablası ile Asaf çok farklıydı. Hem ablası asla dönüp Asaf’a bakmazdı, bunu çok iyi biliyordu. Ve Asaf, ona tüm düşüncelerinin yanlış olduğunu kanıtlamıştı. O zamanlar Mahir aşkın yalnızca bir aradayken gerçek olacağına inanıyordu. Uzaktayken ya da karşılıksızken yeterli olmayacağını düşünüyordu. Ama öyle değildi.
Bu yüzden lisedeyken biriyle tanışmayı aklına bile getirmemiş olan o genç ve toy Mahir, kararını vermişti: Evleneceği güne dek kimseyle ilgilenmeyecekti. Böyle yaparak gerçek aşkı bulabilir miydi, bilmiyordu ama buna karar vermişti. Ve Mahir kararlarına uyardı. Kendi kendini mahveder, yine de kararına sadık kalmak için uğraşırdı. Ve öyle de yapmıştı.
Ekrana tekrar bakarken korkuyla yutkundu.
Şu ana kadar, bunu yapmıştı.
Zeynep tekrar karşısına çıkana kadar yapmıştı.
Ve şimdi mahvolmuştu.
Aşkın ne olduğunu bilmiyordu. Zeynep’e karşı bir şey hissedip hissetmediğini bilmiyordu. İşi gücü olmadığı yetmiyormuş gibi kendine güveni de kalmamıştı. Şimdiyse iradesini yitiriyor, kararlarını yok sayarak bir kadının en sevmediği rengi giyerek nasıl da güzel görünebildiğini anlamaya çalışıyordu.
Ya ona âşıksam, diye düşündü. Zeynep’in kalbini nasıl kazanırım?
Ve umutsuzluk yüreğini tekrar sararken yutkundu, kuruyan dudaklarını diliyle ıslattı, ardından bir kez daha yutkundu.
Ya ona âşık değilsem? Kendimi nasıl affedeceğim?