26

1556 Words
Nefes al, nefes al, nefes al! Kendiyle yaptığı amansız mücadele nihayet sonlandığında Zeynep evinin kapısını ancak açabilmiş ve sonunda yenilerek olduğu yere çöküp ağlamaya başlamıştı. Ağlaması şu an kaçınılmazdı. Öyle çok duygu ve düşünce içine yayılmıştı ki sakinleşebilmesi, düşünme yetisini geri kazanabilmesi için ağlamak zorundaydı. Aksi hâlde boğulacaktı. Belki bayılacak yahut daha kötüsüyle karşı karşıya kalacaktı. Mahir ne yapıyordu Allah aşkına? Neden karşısına çıkıp duruyordu? Neden onu bulmak istemişti? Neden onu bulmayı ummuştu? Titreyen elleriyle dizlerine sarıldı. Sessiz gözyaşları yanaklarından süzülürken çılgınlığı biraz olsun yatışmaya başlamıştı. Dakikalar geçip de aklını başına toplayabildiğinde yerden kalkıp odasına doğru yürüdü. İyi ki Nurgül burada değildi. Onu bu hâlde görse Mahir’in canını yakmadan gitmesine izin vermezdi. Elinde sıkıca tutmakta olduğu torbayı usulca komodininin üzerine bıraktı. Öylesine aptaldı ki sırf Mahir verdi diye torbaya bile değer biçiyor, buruşturmaya çekiniyordu. Alt tarafı bir kâğıt parçasıydı! Ama değildi işte! Böyle aptalsanız, hiçbir şey sanıldığı gibi önemsiz olmuyordu. Yatağına uzanıp onu gördüğü anı düşündü. Hiçbir şey değişmemiş gibi nasıl da heyecanlandığını, öylece durup onu izlemek için hissettiği şiddetli arzuyu ve tüm bunları aklından geçirdiğini fark ettiğinde kendine karşı nasıl da öfkeyle dolduğunu hatırladı. Mahir, nasıl olduğunu bile bilmediği bir şekilde, onun mahallesine gelmiş, onun her gün geçtiği parka girmiş, daha önce defalarca oturduğu bankın üzerine oturmuş; kitap okuyordu. Üzerinde beyaz bir gömlek ve altında siyah bir pantolon vardı. Omuzlarını kamburlaştırmış, kitabı hep yaptığı gibi iki eliyle birden kavramış, tüm dikkatini sayfaların arasındaki sihre odaklamış şekilde öylece duruyordu. Sanki aradan yıllar geçmemiş, ikisi de hiç değişmemiş gibi… Kalbi öyle çok sızlıyordu ki sağ elini göğsüne bastırıp gözlerini sıkıca kapattı. Değişmemişti işte. Hiçbir şeyin değişmediği öyle göz önündeydi ki kendine ne söylerse söylesin, işe yaramıyordu. Unuttuğunu sanmıştı, artık acı çekmemeyi ummuştu ama yine bu hâle düşmüştü. Mahir Karaman hiçbir şey yapmasa bile üzerinde böyle bir etkisi oluyordu. Haksızlıktı bu! Zeynep onca hisle savaşıp kendini kontrol etmek için çırpınırken adam oturup rahat rahat kitap okuyabiliyordu. Bunu nasıl yapardı? Çekip gitmeliydi. Onu görmemiş gibi yapmalıydı. Kendine yalvarmıştı. Gerçekten gitmek isteseydi, bunu yapabilirdi ama Mahir oradaydı. Öyle yakınında duruyordu ki aptal kalbine laf anlatmanın bir yolu yoktu. Zeynep ona koşmak istemişti. Hep hayal ettiği gibi boynuna sarılmak, Mahir’in onu sıkıca tuttuğunu hissetmek, artık ona güvenebileceğini bilmek istemişti ama en azından bu konuda kendini tutabilmişti. Aklından geçirmeden duramadığı istekleri vardı lakin en azından bunları eyleme dökmüyordu. Bu da bir gelişme sayılırdı. “Torbayı açmayalım, tamam mı Zeynep?” diye mırıldandı. Kendini ikna etmek için zihninde umutsuzca bahaneler sıralıyordu. Açmazsa fikrini değiştirme ihtimali ortadan kalkardı. Açmazsa Mahir’i düşünmek ve görmek için bir sebebi olmazdı. Kalbi daha fazla kırılmaz, canı acımaz, gözyaşları böyle akıp durmazdı. Belki kendini zorladıkça yine unutmaya başlar, göz görmeyince gönül katlanırdı. Birkaç dakika böyle söyleyip durduysa da hain elleri torbayı alıp yatağa dökerken iç çekmek dışında tepki veremedi. Bir sürü zarfın üst üste durduğu desteye bakarken nefesi kesildi. Mektupları eline alıp özenle incelerken beyaz zarfların dışına birer rakam dışında bir şey yazılmadığını ama içlerinin dolu olduğunu fark etti. Bir de desensiz bir ambalajla sarılmış bir kitap çıkmıştı torbadan. Zeynep heyecanla ama kâğıda zarar vermeden hediyesini açıp farkında olmadan sakinleşmeye başladı. Peyami Safa’nın Cânân kitabıydı, hem de çok eski bir edisyonuydu. Sarı kapağı, sararmış ve yıpranmış sayfalarıyla kitap öyle narin ve çekici duruyordu ki gözyaşları durulmuş, yüzü kocaman bir tebessümle aydınlanmıştı bile. Kitabın kapağını açıp içinde yazanları ve katlanmış küçük kâğıt parçasını gördüğünde kaşlarını şaşkınlıkla kaldırdı. Hoş, yazan not belli ki kitabın eski sahibinden hatıra kalmıştı. “Yolculuğunun güzel geçmesi için dua edeceğim. Seni şimdiden özledim. İzmir – İstanbul. 2000, K.” Yazıyı parmağının ucuyla okşayarak takip ettikten sonra katlanmış kâğıdı açtı. “Ne kadar uzun sürerse sürsün bekliyor olacağım. Tek yapman gereken beni çağırmak yahut bu hediyeyi aldığın yere, haftanın aynı günü ve saatinde gitmek. Mahir Karaman.” Adının altında telefon numarası, onun altında da tarih yazıyordu. Nefesi kesilirken notu tekrar katlayıp komodinin üstüne bıraktı. Mahir Karaman, Allah aşkına benden ne istiyorsun? *** Arkadaşını kendi sorunlarıyla rahatsız etmek ya da üzmek istemiyordu ama bu kez gerçekten dayanamamış, kalbi yatıştığında Nurgül’ü aramış ve olanları anlatmıştı. Keşke yanında olabilseydi, ona sıkıca sarılıp ağlamak her şeyden daha iyi gelirdi ama Nurgül henüz İstanbul’a dönmemişti, eşiyle tatildeydi. “Mektupları falan sakın okuma Zeynep.” “Ama...” “Söz verdi demedin mi? Fikrini değiştirmediğin sürece karşına çıkmayacak.” “Ama...” “Zeynep, Allah aşkına yeter ya! Bıktım Mahir Karaman’dan. Gördüğüm yerde boğazına yapışacağım. Bırak artık şu bencil herifi.” Yaklaşık iki saat boyunca böyle konuşmuş, hiçbir şeyi çözüme kavuşturamamış ve birbirlerini ikna edememişlerdi ama rahatlamıştı. Eğer Mete arayıp durmasaydı daha da konuşurlardı fakat Nurgül kimin aradığını öğrenince Mahir’i boş verip Mete’yle buluşmasını tembihlemiş ve akşam arayacağını söyleyerek telefonu kapatmıştı. Elinde telefonuyla öylece kaldığında Mete’den gelen mesajı fark etti. Derin birkaç nefes aldıktan sonra mesajı açtı. Adam İstanbul’a döndüğünü anlamış olmalıydı ve Zeynep ona, döndüğünde konuşacaklarına dair söz vermişti. “Zeynep, hoş geldin. Arayarak seni rahatsız etmedim umarım? Bugün görüşebilir miyiz?” Başka birisi olsaydı, gözüne ısrarcı olduğu kadar itici görünürdü ama Mete gerçekten nazik bir adamdı. Onu bunaltmayı isteyecek son kişi bile değildi. Adı gibi biliyordu ki bu sabırsızlığı onu görmeyi deli gibi istemesindendi. Oysa Zeynep düşünmek için izin istediği zamanın ardından da kalbinde ona karşı bir yakınlık hissetmeye başlamamıştı. Yine, bunu düşünürken bile canı acısa da, onu reddetmek zorunda kalacaktı. Kimseyi incitmek istemiyordu ama bunu yapmak zorundaydı. Mete onun üniversiteden, arkadaşları aracılığıyla tanıştığı biriydi. Zeynep görüşmek istememişti ama Nurgül onu öyle bunaltmıştı ki adamla iki kez buluşmuş, onu tanımaya yaklaşmıştı. Kibar, sakin, hoşsohbet biriydi. Zeynep’ten gerçekten hoşlandığı öyle barizdi ki bakışlarını hissettiği her seferinde ne zaman onu görüp de âşık olmaya başladığını düşünmeden edememişti. Birisi size böyle anlamlı bakıyorsa bu öylesine bir buluşmayla olamazdı herhâlde. Değil mi? Uzun boyluydu, vücudu düzenli spor yaptığını belli edecek kadar yapılıydı. Ela gözleri, kısacık kesilmiş bal rengi saçları, gülümsediğinde kısılan gözleri ve gerçekten hoş bir görüntüsü vardı. Zeynep onu istemsizce çekici bulmuştu. Konuştukça da ondan hoşlanmaya başlamıştı ama ikinci buluşmanın sonunda fark etmişti ki bu yalnızca arkadaşça bir hoşlanmaydı. Onunla yemek yiyebilir, sohbet edebilir, film izleyebilirdi lakin ona âşık olamazdı. Bunu adama da anlatmak istemişti ama Mete henüz bir karar vermesi için çok erken olduğunu, tatilden sonra birkaç kez daha görüşüp ona öyle cevap vermesini söylemişti. Böyle nazik bir insana hayır demek kolay değildi. Zeynep de ona bir şans vermeye karar vermişti. Onu daha iyi tanımaya çalışacak ve kesin kararını adil bir şekilde verecekti. Birilerinin ona göstermediği nezaketi, o Mete’ye gösterecekti. Ama şimdi? Bunu nasıl yapacaktı? Mahir kafasını allak bullak etmişken Mete’ye bir şans vermesi nasıl mümkün olacaktı? Gözlerini ovarak geçirdiği birkaç saniyenin ardından mesaja cevap verdi. “Hoş buldum, teşekkür ederim. Akşama doğru buluşabiliriz.” “Tamam, yedide kapının önünde olacağım.” Aslında onu almasına gerek yoktu ama reddetme hakkını bununla harcamak istemedi. Adamı bir yerden yaralamak yeterince kötü olacaktı, fazlasının lüzumu yoktu. Telefonu elinden bırakıp mektupları eline aldı. Beş taneydi. Okumaya kalksa bitirmesi herhâlde yarım saat bile sürmezdi ama bunu yapmaya dayanabilir miydi? Gerçekten okumasa en doğrusu olmaz mıydı? Mahir bir daha karşısına çıkmaz, Zeynep ağlar ağlar onu tekrar unutur ve yoluna devam ederdi. Yoksa edemez miydi? Bir süre mektupları yok saymaya çalıştı. Evini temizleyerek, yemek hazırlayarak, valizini boşaltıp gardırobunu düzenleyerek oyalandı. Vücudu yorgunlukla titrerken bir duş alıp bornozuna sarındı ve en nihayetinde başından beri bildiği sonucu gözleri yaşlı bir hâlde kucakladı. Birinci zarfı dikkatle, özenle, titreyen parmaklarla açıp içindeki tek kâğıdı dışarı çıkardı. Katları açıp hitaba baktığında gözleri dolmuş, kalbi bastırdığı hislerin ağırlığı altında sızlamaya başlamıştı. “Zeynep Kahraman...” diye sesli okudu. Öylesine resmî ve soğuk bir hitaptı ki daha okumadan evvel kalan sağlam bir parçası kaldıysa bile bu mektubun onları da kıracağını anlamıştı. Sessizce, o çok sevdiği adamın, çok sevdiği ellerinden çıkmış hain kelimeleri bir kez okudu. Yazısı da yüzü kadar kusursuz ve düzenliydi. Özenli, dikkatli ve keskin... Her harf, her hece, her kelime öyle düzgün bir şekilde kâğıda dizilmişti ki bunu fark etmek ağlamaya başlamasına yetti. Çünkü aynı adam kelime seçimlerine bu denli özenmiyor, onu aynı yerden tekrar tekrar yaralayıp duruyordu. “Bu yaz seni gördüğüm güne değin aklıma dahi gelmemiştin. Sadece birkaç çağrışım anında belki, katiyen bilinçli bir şekilde değil. Ve nahoş bir anı olarak yalnızca…” Nahoş bir anı... Olup olabileceği tek şey belki de buydu. Mahir Karaman, onun asla kapanmayan yarası ve vazgeçemediği zaafıydı lakin adamın ona dair tek düşüncesi nahoş bir anı oluşuydu. Hıçkırarak ağlarken kâğıdı ıslattığını fark etti. Başını geriye atıp kâğıdı korumaya çalışırken kendini küçülmüş hissediyordu. Belki hiç büyüyememiş. Tekrar mektuba bakacak cesareti bulduğunda yutkundu. “Çünkü hiçbir zaman seni önemsemedim.” Nasıl da dürüsttü. Hep olduğu gibi… “Seni incitip defalarca karşına çıkacak, aklını karıştıracak, sana eskiyi hatırlatıp kalbini kıracak biri olmak istemiyorum. Öyle biri miyim Zeynep?” Ağlayarak kâğıtla konuşmaya başladı. “Öyle birisin Mahir. Beni defalarca incitip karşıma çıktın. Bana eskiyi hatırlatıp kalbimi tekrar kırdın. Bunları yazıp her şeyi bir kez daha hatırlamama sebep oldun. Sen korkunç, acımasız birisin.” “Eğer öyle biri olduğumu anlarsam bu mektubu sana asla vermem. Bir daha asla seni görmeye çalışmam. Asla ama asla sana geçmişi hatırlatmam. Söz veriyorum.” O hâlde Mahir neden karşısına çıkmıştı? Nasıl öyle biri olmadığına karar verebilmişti de bu mektupları ona getirmişti? Mektubu birkaç kez daha okuduktan sonra katlayıp zarfa yerleştirdi. Biliyordu böyle olacağını. İkinciyi okuyacak gücü bile kalmamıştı artık. En iyisi hazırlanıp Mete’nin gelmesini beklemekti. Belki bir mucize olurdu, Zeynep onu görür görmez kalbi değişir ve birden adama vurulurdu. Mahir’i ve mektupları boş verir, yoluna devam ederdi. Öyle olsa her şey çok kolay bir şekilde düzelmez miydi?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD