3

1301 Words
Üç gün boyunca pişmanlık, kırgınlık, öfke ve bir parça da kendine yönelik nefretle odasına kapanmıştı. Yalnızca öğretici eserler okuyor, bunu da sesli bir şekilde yapıyordu ki ne dışarıdan bir ses ne de iç sesi ona ulaşabilsin. Mahir daima böyle huysuz biri değildi, bunu biliyordu. Şimdiyse huysuz olmamak elinden gelmiyordu. Aslında bu huysuzluktan çok bıkkınlıktı. İçinden hiç kimseyi görmek, kimseyle konuşmak, hiçbir eylemi gerçekleştirmek gelmiyordu. Bazen nefes almak bile düşündürüyordu onu. Şüphesiz bu istemsiz yapıldığı için şükretmeyi gerektiren bir işti. Sorumluluk Mahir’de olsaydı şayet, nefes almayı isteyip istemediğini düşünene kadar elindekini kaybederdi. Safa Aras’ın onu hapsolduğu dehlizde boğmaya yönelik sözlerinin ertesinde, bunun Asaf’ın fikri olduğundan adı gibi emindi, annesi onunla konuşmak için odasına gelmişti. Mahir kapıyı açmak zorunda kalmış, dünyada en sevdiği insan konuşurken kaşlarını çatmamak adına iradesini zorlamıştı. Her şey olsun madem, diye düşünmüştü onu dinlerken. Tüm varlığına yabancı yaşamaya da razıydı, yeter ki anne ve babasını üzecek bir şey yapmaktan kaçınabilsin. Şükürler olsun ki bu kez de onları hayal kırıklığına uğrattığını hissettirecek en ufak bir şey olmamıştı. Annesi olan biteni öğrendiğinden ve Safa Aras ile konuşacağından bahsetmişti. Mahir bunu istemiyordu. Bu ne onun öfkesiyle olmalıydı ne de birilerinin zorlamasıyla. Kendini insanlardan soyutlamamayı kabul ediyordu yalnız tek şartı, bu problemi kendi aralarında çözmelerine izin vermeleriydi. Bir şey çözmeye niyeti olduğundan değildi ama bunu henüz kimse bilmiyordu. Böylece sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başlamışlardı. Sabah kalkıyor, kahvaltı masasında sessizce oturuyor, ona yönelik bir merak ortaya çıkarsa sohbetlere kısa cümlelerle eşlik ediyor ve ders çalışma bahanesiyle odasına dönüyordu. Öğle ve akşam yemekleri için de bu düzen devam ediyordu. İçinden çalışma isteği gelmemesine ve aslında hangi derse yönelik bir çalışma yaptığının dahi farkında olmamasına rağmen Mahir çalışmaya devam ediyordu. Hayatı tam bir komediydi. Rezil bir trajedi de olabilirdi tabii. Derin bir nefes alıp yine neresinde kaldığını unuttuğu paragrafa dikkatle baktı. Sonra nefesini bırakıp o sakin sesiyle okumaya devam etti. “Onun temel meselelerinden biri de zaman olmuştur. Zaman konusunda sık sık bahsettiği ân, öznenin oluşa ve oluşun başlangıcına katıldığı bir zaman birimidir. Bununla beraber ondaki bir geçmiş zaman özlemi değildir. Eski günleri, yitirilmiş cennetleri aramamaktadır; aradığı, yaşadığı ânın zaman yüklü olmasıdır; “yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışını” yakalamaktır.”[1] Tıklanan ve daha izin vermemiş olmasına rağmen açılan kapıya aldırmadan okumayı sürdürdü. Neden Tanpınar üzerine bir makale okuduğunu, bu yazının çıktısını ne zaman aldığını bile hatırlamıyordu. “Onun eserlerinde dikkat çeken bir diğer unsur ise rüyadır. Bunda kaynağının Valery olduğunu belirten Tanpınar, bu meselenin kendisini Freud’a ve diğer psikanalistlere götürdüğünü söyler.” “Mahir?” Odaya giren Asaf ve Yade’ye baktı paragraf sona erdiğinde. “Evet?” “Girebilir miyiz?” “Girdiniz bile.” Gözlerini devirmek istiyordu ama buna cesaret edemedi. Ablası da ona bağırıp çağırırsa ne yapardı bilmiyordu. Şu anki hâlinden daha kötü bir ruh hâline bürünmeyi hayal bile edemiyor, etmek de istemiyordu. “Mahir…” Ablası hüzünlü bir sesle adını söylediğinde elindeki kâğıtları yatağın üstündeki karman çorman arkadaşlarının yanına yerleştirdi. “Gelin.” “Seninle konuşmak istiyoruz ama odan çok havasız, bahçeye çıkmak ister misin?” Yade neşeli hâline geri dönerken gülümseyerek başını salladı. Odanın pencerelerini açıp peşlerine düştü. Ablası içecek bir şeyler hazırlamak için mutfağa geçerken arkadaşıyla birlikte bahçeye çıkıp birkaç gün önce yerleştirilen sandalyelerden birine oturdu. Gözlerini kararan göğe, onun her zamanki hâliyle içini yatıştıran görüntüsüne çevirdi. Düzen ne büyük bir sakinleştiriciydi böyle? Başkaları için nizam ne ifade ediyordu emin değildi ama ona iyi geliyordu. Belki de en çok bu yüzden, eski hâline dönebilmesi için bir düzene ihtiyaç duyuyordu. “İyi misin Mahir?” “İyiyim.” “Keşke öyle görünsen…” “Öyleyim. Sağlığım yerinde. Birçok insanın aksine ailemle, huzur içinde yaşıyorum. Niçin kötü olayım?” Asaf onca yıl biriken dostluğun etkisiyle onun hüznüne hemen uyum sağlamıştı. “Ne çok acı var[2], değil mi?” diye sorarken sesindeki anlayışı ve samimiyeti hissedebiliyordu. İç çekerek sessiz kalmayı seçti. Şayet Mahir ağlayabilen biri olsaydı, iki yılın çoğunda gözlerinde yaş olurdu. Yahut Mahir dünyaya karşı sahiden umursamaz olsaydı, belki derbeder olurdu. Oysa acısının ve karmaşasının çoğu insanın derdiyle yarışamayacak kadar ufak kaldığını biliyordu. Bu meseleyle baş edebileceğini de düşünüyordu. Yine de yapamıyordu. İsteksizlik onu ele geçirmiş gibiydi. “Yakında şiir yazmaya başlamandan çekiniyorum.” Asaf omzuyla onu dürterken istemeden de olsa güldü. “Beceremem ki...” “Keşke âşık olsan…” Ablası da tam bu anı bulmuş gibi “Geldim!” diye cıvıldayarak bahçeye çıktı. Mahir gözlerini devirip Asaf’a az evvel onun yaptığı gibi hafif bir dokunuşla karşılık verdi. “Sonra senin gibi sersem olayım, değil mi?” “Hayır, Mahir.” Can dostu şimdi hararetle başını iki yana sallıyordu. “Ciddiyim ben.” Mahir ablasının önlerine koyduğu dilimlenmiş karpuzlara bakarak konuyu değiştirmeye çalıştı. “Bunları nasıl içeceğiz abla?” Yade dudak bükerken Asaf kızın sağ elini tutup yanına yerleşmesine yardım etti. Onlara bakarken kendini film izliyor gibi hissediyordu. Birileri tarafından gitmeye zorlandığı, romantik bir film… Asaf kızın elini öperken inleyerek başını masaya vurdu. “Eline sağlık canım.” “Midemi bulandırıyorsunuz.” Yade, eşine “Afiyet olsun,” derken Mahir’in isyanı görmezden gelinmişti. Asaf’a sevgiyle gülümsedikten sonra “Mahir düzgün otur da karpuz ye. Dolaptaki en soğuk şey karpuzdu ve çok tatlıydı, bu yüzden içecekten vazgeçtim. Ne olmuş?” diyerek kaşlarını çattı. Mahir sahte bir tebessüm eşliğinde çatalını bir karpuza batırdı. Bir süre sessizce atıştırdılar. Ablasının hakkını yiyemezdi, bu sıcakta böylesine soğuk ve tatlı bir karpuz yemek bir hayli iyi gelmişti. Ardından Asaf konuyu değiştirme çabasını fark etmiş olacak ki az evvel yüzüne yerleşen ciddiyet tekrar nüksetti. “Bana yıllar önce bir şey söylemiştin, hatırlıyor musun?” Mahir koca bir dilim karpuzu ağzına atıp homurdanmakla yetindi. “Ben Yade’den vazgeçip Ankara’ya gitmek ile Yade’yi affedip İstanbul’da kalmak arasında bocalıyordum. Cevap gözümün önündeydi ama bir türlü göremiyordum. Seninle konuşmuştuk, aslında o an benimle dalga geçmek için öyle söylemiştin ama beni kendime getiren de o söylediğin şey olmuştu.” Ablası sanki adam bir masal anlatıyormuş gibi Asaf’ı dinlerken Mahir “Ne demiştim?” diye sordu. Bir zamanlar insanlara işe yarar şeyler söyleyebildiğine inanmak şimdi ne kadar da zordu? “Aklını başına devşir, demiştin.” Mahir onun ne söylemek istediğini anlamayarak dostuna baktı. Asaf ile sessiz iletişim konusunda çoğu zaman sıkıntı çekmezlerdi fakat şimdi dürüstçe hiçbir şey anlamadığını söyleyebilirdi. “Bunu söylediğin zaman ne istediğimi fark ettim ve bir şekilde bu, benim kendimi daha büyük sorumluluklar almak istediğim bir karara yönlendirdi. Ablanı gerçekten sevdiğimi, onunla evlenmek istediğimi ve kızgınlığımın bunu değiştiremeyeceğini fark ettim. Bu her şeyi kolaylaştırdı Mahir. Bu yüzden birini sevmeni canı gönülden istiyor, bunun için dua ediyorum. Eğer gerçekten seversen onun için kendini toplayacağını düşünüyorum. Üstelik zoraki bir şekilde de değil. Aklın başına gelecek ve aniden ne yapmak istediğini bulacaksın. Çünkü sevdiğin kişiyle olabilmen ve onu da mutlu edebilmen için bu şart. Anlıyor musun?” Ablası “Asaf…” diye iç çekerken Mahir şaşkın bir şekilde arkadaşına bakıyordu. Asaf yalan söylemez, insanlara yok yere umut vermez ve çoğunlukla haklı olurdu. Tıpkı eski benliği gibi… Akıllı bir adamdı, buna rağmen duygularını da yok saymaz ve orta yolu bulurdu. Bu yüzden o ciddiyetle konuşurken kahkahalar atmak yerine meseleye kafa yormaya başlamıştı. Gerçekten sevdiği biri olursa bu isteksizlikten kurtulabilir miydi? Ailesini de çok seviyordu ama bir şey değişmiyordu. Bir kıza âşık olmak onu nasıl değiştirebilirdi ki? Asaf, ablasını kollarıyla sımsıkı sarıp yüzünü ona çevirdiğinde bir yanı dalga geçmek istese de mutluluklarının bulaşıcı olduğunu hissedebiliyordu. Onların gülümseyen, içten hallerine bakıp uzun süre alay etmek de mümkün değildi. “Hiç utanmıyorsunuz da karşımda böyle durmaya.” Yade gözlerini devirirken Asaf sırıttı. “Sarılıyoruz yalnızca.” Ablası ondan büyük oluşunu hiç de belli etmeyen hâliyle dil çıkarırken gözlerini bir kez daha devirdi. Kalan son karpuz dilimini alıp bir parça ısırdı. “Aslında bu aşk meselesi açılmışken…” [1]BALCI Yusuf, “Bir Sanatkârın Bilim Adamı Olarak Portresi: Ahmet Hamdi Tanpınar”, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 4 /1-I, Winter 2009 [2]Cahit Zarifoğlu, Yaşamak, 1980.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD