5

1784 Words
Oturduğu yerde rahatsız bir şekilde kıpırdandı. Yaklaşık on dakikadır bu hâldeydi ve sorun elbette görüşeceği genç hanımın onu bekletmesi değildi. Mahir her şeyin bu kadar çabuk olacağını düşünmemişti ama belli ki ablası onunla aynı fikirde değildi. Sanki her şeyi hazırlamıştı da bir tek Mahir’e haber etmesi kalmıştı. Herkesi ikna etmiş, bu fikrin akla yatkın olduğunu düşünmelerini sağlamış, evlenme arzusu hissedebilecek kızları dahi belirlemişti. Mahir’e sorsanız Karaman ailesinin çok sayıda akrabası yoktu. Çok fazla tanıdıklarının olduğunu da düşünmüyordu lakin durum böyle değildi. Yade’nin, halasının, Asaf’ın annesinin ve akrabalarının tanıdıkları derken liste öyle bir genişliyordu ki kendini sokağa çıktığında insanların parmakla göstereceği şekilde ifşa edilmiş gibi hissediyordu. Mahir Karaman, 24 yaşında, üniversite mezunu ama işsiz, evlenmek istiyor. Bunun biraz trajik olduğunu biliyordu ama hissettiği tam olarak buydu, ne eksik ne de fazla. Sorun gerçekten yöntem değildi. Mesele Mahir’in bunalımı, bu buhranla değişen benliği ve kafasında dönüp duran yararsızlık fikriydi. İçini saran boşluk öyle genişlemişti ki ailesiyle olan bağının bile zayıfladığını düşünüyordu. Nasıl olurdu da bu hâldeyken birinin hayatına girmeye cüret ederdi? Ona ne gibi bir katkısı olabilirdi ki? Kendine hayrı yoktu! İç çekti; uzun uzun, sesli bir şekilde iç çekti. Hemen evlenmeyeceksin, diye hatırlattı kendine. Bu yalnızca aileni memnun etmek için attığın bir adım. Güzel, zarif bir genç kızla oturup seviyeli bir şekilde sohbet edeceksin. Tanışmak için Mahir, yalnızca tanışmak için. Artık bunu yeni mottosu olarak görüyordu. Kendine sürekli olarak bu gerçekleri hatırlatıyor ve sakinleşmeye çalışıyordu. Belki sandığı kadar kötü bir durum bile değildi. Sadece sevgili gelin adayı hanımefendinin, Zümrüt İçel’in gelmesi ve Mahir’in de onunla konuşması yetecekti. Belki Mahir hemen sakinleşip kendini toparlayabilecekti. Neden olmasın? Tabii, neden olmasın? Neredeyse kendi düşüncesine göz devirecekti. Bir kez daha derin bir nefes aldı, ardından masanın üzerine yerleştirdiği kitabı eline alıp kısa bir an şık restoranın içine bakındı. Henüz gelen giden yoktu. Zaten Mahir belirlenen saatten yirmi dakika evvel gelmişti. Beklemek iyi olabilir, diye düşünmüştü. Yahut Zümrüt Hanım erken gelirse onu bekletmek istememişti. Masaların arasında insanların onu işitebileceği kadar kısa bir mesafe olduğu için yüksek sesle okuyamasa da fısıltıyla kitabını okumaya başladı. Bu engelleyebileceği bir dürtü değildi. Ne zaman gergin olsa bir şeyler okumak istiyordu ve sesli okuduğu zaman sakinleşiyordu. Bu yüzden Zümrüt Hanım’ı beklerken biraz kitap okumanın ona iyi geleceğini düşünüyordu. “Muharririni tanıdıktan sonra Muallâ bu kitabı günlerce okuyamadı; birkaç sahifesini karıştırdıktan sonra elinden bırakıyordu. Satırlara göz gezdirdikçe, kitapla kendisi arasına giren yeni meselenin uyandırdığı hayaller, okuduğunu anlamasına hep mâni oldu. Şimdi bu eserin kahramanları arasında kendisini de görüyor ve beyaz esvaplı bir genç kız hayaleti kitabın bütün vakalarına karışıyordu. Raif’in evi. Muharrir. Göz kamaştırıcı ve tahammül derecesini aşan parlak ışıklar arasında müphem bakışlardan birbirine geçen mânalara karışan bir takım merasim kalabalıkları.”[1] Mahir derin bir nefes almak için durduğu kısa aralıkta, bu anı bekliyormuş gibi ona hitaben konuşan sesi işitti. “Merhaba, böldüğüm için özür dilerim ama siz Mahir Karaman olmalısınız.” Onun kadar şaşkın ve buna ilaveten utangaç görünen, adını yansıtır gibi zümrüt rengi gözleriyle onu izleyen kıza bakıp birkaç saniye sessiz kaldı. Aklı başına gelirken kitabı kapatıp ayağa kalktı ve kendini konuşmaya zorladı. “Evet, benim. Affedersiniz, biraz erken gelmiştim ve…” Gözlerini kaçırıp sustu. Kimse böylesi bir hâlden hoşlanmayacaktı, bunu biliyordu. Kendini tutamadığı için hayıflanmak istese de yüzüne bir tebessüm kondurmaya çalıştı. “Önemli değil. Ben de Zümrüt İçel.” Kızın uzattığı eli hafifçe sıkıp elini geri çekti ve oturması için tam karşısındaki sandalyeyi kibarca işaret etti. Tanımadığı biriyle konuşmak sorun değildi. Şüphesiz mesele tanımadığı biriyle, ne konuşacağını dahi bilmediği bir anda, olabilecek en önemli meselelerden biri adına konuşmak için karşılıklı oturma fikriydi. Aşka dair kişisel düşünceleri katı olduğundan, onun gibi deneyimi de olmayan biri için, elbette bunu yapmak daha da zordu. Mahir evlenme düşüncesi içinden geçene kadar kimseyle arkadaş olmaya bile gerek görmemişti. Sonuçta çalışması gerekiyordu, hedefleri öncelikliydi ve sosyal olmanın nesi güzeldi ki? Mahir kalabalıklarda sıkıntıdan nefes alamayacak hâle gelirdi. Şimdiyse evlilik fikri aklında hâlâ yer etmemişse de karşısındaki güzel ve bir o kadar iyi görünen kıza duygularını belli etmemek boynunun borcuydu. Mahir’in sorunları vardı, şu sıralar kimse onu anlamıyordu ama Zümrüt İçel’in suçu neydi? O her şeyden bihaber, ablasının seçtiği kurbanlardan yalnızca biriydi. Bu düşünce yüzünden neredeyse yüzünü buruşturacaktı fakat kendini tutmayı başardı. “Önce bir şeyler sipariş edelim mi?” diye sordu, ardından boğazını temizleyip kızın yüzüne baktı. Üzerindeki yarım kollu beyaz gömleği, hafif makyajı ve omuzlarına dökülen sapsarı saçlarıyla belki bugüne kadar gördüğü, pek de dikkat etmediği onca kız arasından en güzeli olabilirdi Zümrüt Hanım. Sahiden hoş görünüyordu. “Sakın kıza hanım diye seslenme, seni öldürürüm!” Ablasının evden çıkarken dile getirdikleri aklına gelince kendi hâline gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. Zihninde bile resmiyeti kesemiyorken nasıl ona ismiyle hitap edecekti, bilmiyordu. Ya rahatsız olursa? Ya Mahir’i laubali bulursa? Ya bunu, Mahir’in onunla ilgilenmesine yorarsa? Ya Mahir kızı incitecek bir şey yaparsa? Öyle çok ihtimal vardı ki Zümrüt konuşmasa Mahir kendine gelemezdi. “Olur. Aç değilim ama bir tatlıya hayır demem sanırım.” O gülümserken dudakları ona eşlik etti. Yüzündeki kırmızılık makyaj eseri olamayacak kadar doğal duruyordu ve Mahir, bundan hoşlandığını hissedebiliyordu, doğallığı severdi. Ancak kızdan hoşlanmış mıydı, işte bu tam bir muammaydı. “Ne isteyelim? Lütfen siz seçin, yeni tatlara açığım,” diyerek menüyü ondan tarafa doğru itti. Kaşlarını hafifçe kaldırıp menüye göz atmaya başlaması üzerine başını arkaya atıp derin bir nefes aldı. İnsanlar ilk kez tanıştığında ne yapardı? Mahir gibi davranmazlardı, bundan emindi lakin ne yaparlardı? “Hava çok sıcak olduğu için dondurmalı tatlıdan yanayım ben. Sizin için de uygun mu?” “Tabii.” O kadar ani cevap vermişti ki Zümrüt başını tekrar menüye eğerken gülümsüyordu. Bundan duyduğu rahatsızlık içinde kitabına göz attı. Kitap okuyor olmayı böylesine güzel biriyle tanışma fikrine tercih etmesi aptallık mıydı? Zümrüt tatlıyı seçtiğinde garsonu çağırıp siparişlerini verdi. Bunun ardından bir konuşma başlatması gerektiğini bilerek çaresizlik içinde etrafına göz attı. İçerisi boştu, insanlar terasa çıkmış olmalıydı çünkü hava çok sıcaktı. Klimaların çalıştığı belliydi fakat Mahir’i basan sıcağa bakılacak olursa yeterince etkili değildi. İşte, kurtarıcı konu aklına gelmişti. Toplumlarının asla eskimeyen başlangıç sözleri! “Bugün hava çok sıcak, değil mi?” “Evet.” “Gelirken zorlandınız mı? Bu saatlerde dışarıda olmak insanı bunaltıyor.” En azından Mahir’i bunaltıyordu. Zümrüt gülümseyerek başını iki yana salladı. “Hayır, arabamla geldiğim için sorun olmadı. Ama haklısınız, öğle saati insan biraz bunalıyor.” Demek ehliyeti vardı. Mahir yine onu içine çeken boşluğun varlığını hissederek masanın üzerindeki bardağa uzandı. Az evvel buz gibi olmasına rağmen suyu şimdiden ılımıştı ama zaten onun amacı aklından geçenleri unutabilmek için hareket etmekti, susamış falan değildi. Belki toplumun kalıplaştırdığı erkek modeline en uymayan kişi Mahir olabilirdi. İşsiz oluşu ve buna karşı herhangi bir çabaya yanaşmayışı bir yana, ehliyet için vermesi gereken sınavı da boşlamıştı. Gidecek bir yeri yoktu, neden tekrar sınava çalışmalıydı ki? Ablası yıllar önce bunu sürekli dile getirse de son iki yıldır o da görmezden gelmeye başlamıştı. Acaba Zümrüt Hanım araba bile kullanmayı bilmeyen bu adamla evlenmek ister miydi? “Evet, tabii,” dedi suyunu bıraktıktan sonra. “Sanırım bu sorulmaması gerekenler listesinde ama merakımı mazur görün, kaç yaşındasınız acaba?” Ablasının bundan bahsetmiş olma ihtimali vardı tabii lakin Mahir onu dikkatli dinlememişti. Ön yargılı biri olmak, tanışmadığı biri hakkında bir şeyler düşünmek istememişti. Eğer birbirlerini tanıyacaklarsa bu zamanla olmalıydı. “Önemli değil. Sizinle yaşıtım, yirmi dört yaşındayım.” Demek Zümrüt İçel onunla hemfikir değildi. Buraya gelirken ödevine çalışmıştı. “Ne güzel,” dedi usulca, sırf konuşmuş olmak için. “Çalışıyor musunuz?” “Evet. Babamın tekstil şirketi var, birlikte işletiyoruz.” Bu soruları aslında kendini eleştirmek adına sorduğunu ondan başka kimse fark etmezdi ama Mahir ikisini kıyaslayarak kendini ezmeye başladığını hissedebiliyordu. Aynı yaştaydılar fakat Zümrüt İçel kendine güvenen biriydi. Onun aksine sahip olduğu arabayı kullanabiliyor ve sevdiği işi yapıyordu. Bunları söylerken sesinde bıkkınlık yoktu. Gerçekten ne istediğini bilen birine benziyordu. Evlenmek için biriyle görüşmek istemesi de bunun bir başka örneği değil miydi? Eğer Mahir onun sahip olduğu bu huzura kavuşmuş olsa tıpkı böyle olacağını düşünüyordu. Her işi yoluna koymuş, kendinden emin biri olarak yuva kurmak isteyecekti. Her gördüğü an daha çok seveceği, zaman geçtikte yıpranmak yerine büyüyecek bir bağ ile benimseyeceği biriyle evlenecekti. Çocukları olacak, onlar için de kendini heba edecek ama bundan gocunmak bir yana sahiden mutlu olacaktı. Mahir böyleydi, hep böyle olmuştu. Ne zaman o hâline geri dönüp ömrü tükenene değin öyle kalabilecekti? “Siz neler yapıyorsunuz?” Yutkunarak kızın gözlerine baktı. İfadesinde herhangi bir eleştiri hissetmiyordu ama gerilmişti. Şimdi aklını okuyabiliyor olsa böyle tükenmiş bir insanla konuşmak bile istemeyeceğinden emindi. Siparişlerini getiren garson onu vermek zorunda olduğu cevaptan kurtardığında derin bir nefes alıp adama teşekkür etti. Bir anlığına dahi olsa cevabını düşünmeye ihtiyacı vardı. Garson servisi tamamlayıp uzaklaşırken gülümseyerek Zümrüt’e döndü. “Beni mutlu edecek bir iş bulmaya çalışıyorum.” Yalan söyleyecek değildi. Elbette söylemezdi. Normal şartlarda da öyleydi fakat ablasının yıllar önce yaptıklarından sonra bu konuda da katı bir fikir edinmişti. Yalan söylemek kargaşadan başka bir şey doğurmazdı. Mahir o zamanlardan beri bu konuya daha fazla dikkat etmeyi kendine ilke edinmişti. “Ah…” Bunu bilmiyor olmalıydı Zümrüt Hanım, gözleri irileşmişti. “Ailenizin bir inşaat şirketi olduğunu duymuştum.” “Öyle. Şirketle babam ve eniştem ilgileniyor.” “Onlarla çalışmayı düşünmediniz mi hiç?” İşte bu yanlış bir soruydu. Zümrüt Hanım ne sanıyordu acaba? Elbette Mahir bunu düşünmüş, hatta denemişti ama yapamamıştı. Aradığı cevaplar ailesinin şirketinde değildi. Bunu düşünürken kaşlarını çatmamak için kendini tuttu. Henüz dokunmadığı tatlısına bakarak cevap verdi. “Düşündüm fakat benim için uygun bir iş olmadığına karar verdim.” “Anlıyorum.” Şimdi de kızın tadı kaçmış gibiydi, Mahir bunun için ona kızamazdı. Tatlısından bir parça alıp sessizce bir şeyler söylemesini bekledi. Anlıyorum, derken sesinde devamının geleceğini hissettiren bir şey vardı sanki… “Yani henüz yapmak istediğiniz işi bulamadınız?” Bunu sorarken kaşlarını hafifçe çatmıştı. Mahir kendini tutmasa sırf sinirden bu ifadeye gülerdi. “Evet, bulamadım,” diye cevap verdi tabii. Alenen yüzüne gülmek, ne koşulda olursa olsun, hoşuna gitmezdi. Bunu takip eden dakikalarda ikisi de sessizleşti. Ona ilgiyle bakıp merakla inceleyen kız, geleceğinin ne denli belirsiz olduğunu anlamış olmalıydı. Artık gözleri konuşurken parıldamıyor, zoraki tebessümler dışında bir tepki göstermiyordu. İlgisini kaybettiği belliydi. Elbette bunu fark ettikten sonra Mahir de üstelemedi. Tatlıları bittikten sonra kızı arabasına kadar götürdü, Zümrüt tatlı için teşekkür edip nezaketen elini uzattığında onunla tokalaştı ve arabası gözden kaybolana dek arkasından baktı. Hayal kırıklığı değildi hissettiği, bunu biliyordu. Zümrüt İçel güzel, sevimli ve çekici biri olsa da Mahir’in düşündükleriyle bu denli çelişmesi adama iyi gelmezdi. Hâliyle, ona karşı bir şeyler hissetmemiş, hayal kırıklığı da yaşamamıştı. Onun böyle durgun bir şekilde yolu izlemesine sebep olan, ablasının dualarına karşı beslediği inanç olmuştu belli ki. Belki bir anlığına dahi olsa Mahir de hayallere inanmak istediği için bir şeylerin ona iyi geleceğini, harekete geçmesini sağlayacağını düşünmüştü. Belki bunu ummuş, beklemişti. Ama sonuç elbette karamsarlığının öngördüğü gibiydi: Mahir, kendini bulmayı başaramayabilirdi. Belki ömrünün sonuna dek… [1]Peyami Safa, Bir Tereddüdün Romanı, Ötüken Neşriyat.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD