Taş Evlerin Gölgesi

1125 Words
Demir Aslan ise bambaşka bir dünyadan geliyordu. Diyarbakırlı bir ağanın oğlu olarak, çocukluğu taş konaklarda, bağ bozumlarında geçmişti. Babası Hacı Mahir Aslan, sert ama adil bir adamdı; ailesinin mirasını korumak için Demir’e her zaman büyük sorumluluklar yüklemişti. Demir, bu ağırlığı İstanbul’a taşımış, hukuk dünyasında kendi krallığını kurmuştu. Ama onun da içinde, Diyarbakır’ın sıcak topraklarından gelen bir özlem vardı. Mahkeme salonlarında kazandığı zaferler, serveti ya da lüks arabaları, o özlemi dolduramıyordu. Defne’yle hastanedeki o kısa karşılaşma, onun için bir anlık ışık gibiydi; sanki yıllardır aradığı bir şey, o yeşil gözlerde saklıydı. O akşam, Demir, hastaneden taburcu olduktan bir hafta sonra, ofisinde dosyaların arasında kaybolmuştu. Kolundaki dikişler hâlâ sızlıyordu, ama aklı kazada ya da davada değildi. Defne’nin sakin ama keskin zekâsı, onun gözlerindeki o tanımlanamaz derinlik, zihnini meşgul ediyordu. Asistanı Mert, kapıyı çalarak içeri girdi. “Demir, taksi şirketiyle dava işini hallettik. Ama senin aklın başka yerde gibi,” dedi, kaşlarını kaldırarak. Mert, Demir’in çocukluk arkadaşıydı; Diyarbakır’dan beri onun en büyük destekçisiydi. Demir, gülerek, “Belki de bir doktorun tavsiyelerine ihtiyacım var,” dedi. Mert, şaşkınlıkla, “Doktor mu? O dikiş atan kadın mı?” diye sordu. Demir, sadece gülümsedi, ama bu gülümseme, Mert’in merakını daha da artırdı. Defne, hastaneden çıkıp Balat’taki küçük dairesine döndüğünde, masanın üzerine Demir’in gönderdiği kutuyu koydu. Gümüş kalem, ışığı yansıtıyordu. Notu tekrar okudu, ama bu kez içinde bir huzursuzluk hissetti. “Niye böyle bir jest?” diye mırıldandı. Geçmişte, Kerem’in de böyle zarif hareketlerle başladığını hatırladı. Çiçekler, notlar, vaatler… Hepsi bir yalan perdesiydi. Defne, kalemi kutuya geri koydu ve kapağı kapattı. “Sadece bir hasta,” dedi kendi kendine, ama sesi bile kendi sözlerine inanmıyordu. Ertesi gün, hastanede sıradan bir nöbet günüydü. Defne, bir çocuğun ateşini kontrol ederken, başhemşire koşarak yanına geldi. “Dr. Defne, bir ziyaretçiniz var,” dedi. Defne, kaşlarını çatarak, “Ziyaretçi mi? Kim?” diye sordu. Hemşire, “Demir Aslan. Acil servisin girişinde bekliyor.” Defne’nin kalbi bir an hızlandı, ama hemen toparlandı. “Hasta değilse, niye geldi?” dedi, sesinde mesafeli bir ton. Ama merakına yenik düştü ve girişe yürüdü. Demir, hastanenin lobisinde, lacivert bir paltoyla duruyordu. Elinde bir kahve tepsisi, yanında küçük bir kâğıt torba vardı. Defne’yi görünce, o kendine özgü gülümsemesiyle, “Doktor, bir kontrol için gelmedim,” dedi. “Ama kahve, uzun nöbetler için iyi gelir diye düşündüm.” Defne, bu jest karşısında şaşırdı, ama temkinliydi. “Teşekkür ederim, ama buna gerek yoktu,” dedi, kollarını kavuşturarak. Demir, onun mesafesini fark etti, ama bu onu durdurmadı. “Belki gerek yoktu, ama istedim,” dedi, gözlerinde samimi bir ifade. Torbayı uzattı; içinde, Diyarbakır’dan getirilmiş cevizli sucuk ve bir not vardı: “Küçük bir teşekkür, büyük bir hikâyenin başlangıcı olabilir mi? – Demir Aslan” Defne, notu okuyunca bir an duraksadı. Bu adam, onun duvarlarını zorluyordu, ama o duvarlar yılların acısıyla örülmüştü. “Neden bu kadar ısrarcısınız, Bay Aslan?” diye sordu, sesinde hem merak hem de bir meydan okuma. Demir, “Çünkü bazı karşılaşmalar, tesadüften fazlasıdır,” dedi. “Ve ben, tesadüflerin peşini bırakmam.” Defne, bu sözlere ne diyeceğini bilemedi. Kalbi, geçmişin yaralarıyla çelişkideydi. Ama Demir’in gözlerindeki samimiyet, onda bir şeyleri uyandırmıştı; belki korku, belki merak, belki de unutulmuş bir umut. O akşam, Defne, dairesinde kalemi eline aldı. Bir kâğıda, sadece tek bir kelime yazdı: “Belki.” Ama bu kâğıdı katlayıp bir çekmeceye koydu. Demir Aslan, onun dünyasına bir ışık gibi girmişti, ama Defne’nin gölgeleri İstanbul’un kasım sonu, gri bir sisle kaplıydı. Şişli’nin hastane koridorları, Defne Yılmaz’ın adımlarında yankılanıyordu. Acil servisin kaosundan yeni çıkmış, Balat’taki küçük dairesine dönüyordu. Masada, Demir Aslan’ın gönderdiği ahşap kutu ve gümüş kalem duruyordu. Notun sözleri zihninde dönüyordu: “Küçük bir teşekkür, büyük bir hikâyenin başlangıcı olabilir mi?” Defne, bu sözlere karşı hem merak hem de huzursuzluk hissediyordu. Dört yıl önce, Kerem’in yalanları kalbini paramparça etmişti. Ressam sevgilisi, ona dünyaları vaat etmiş, ama başka bir hayat yaşadığını öğrenmesiyle Defne’nin güveni yerle bir olmuştu. O günden beri, kalbinin kapılarını sımsıkı kapatmış, sadece işine ve hastalarına sığınmıştı. Demir’in jesti, o eski yaraları kaşıyordu. “Sadece bir hasta,” diye mırıldandı, kalemi kutuya geri koyarken. Ama içindeki küçük kıvılcım, ona yalan söylüyordu. Bu sırada, Demir Aslan, Diyarbakır’a doğru uçan bir uçağın penceresinden bulutlara bakıyordu. Diyarbakır, onun çocukluğunun geçtiği topraklardı; taş konaklar, bağ bozumları, babasının sert ama adil gölgesi. Hacı Mahir Aslan, bölgenin saygın ağasıydı; ailesinin mirası, Demir’in omuzlarında ağır bir yük gibiydi. İstanbul’da kurduğu hukuk imparatorluğu, onu babasının gölgesinden çıkarmıştı, ama Hacı Mahir’in sesi hâlâ kulaklarındaydı: “Oğlum, köklerin burada.” Demir, babasının aile işlerini konuşmak için çağırdığını biliyordu, ama aklı başka yerdeydi. Defne’nin hastanedeki sakin ama keskin zekâsı, onun gözlerindeki o derin hüzün, zihnini meşgul ediyordu. “Sadece bir doktor,” dedi kendi kendine, ama gülümsemesi bu yalanı ele veriyordu. Diyarbakır’a vardığında, taş konak, sabah güneşinde parlıyordu. Hacı Mahir, Demir’i kapıda karşıladı. “Hoş geldin, oğlum,” dedi, sesinde hem gurur hem de beklenti. “Aile işleri beklemez. Evlilik, miras, sorumluluk… Bunları konuşmalıyız.” Demir, babasının sözlerini dinlerken, içindeki özgür ruh isyan ediyordu. O, İstanbul’un modern dünyasında kendi yolunu çizmişti, ama Diyarbakır’ın ağırlığı onu hâlâ bağlıyordu. O akşam, konakta ailesiyle yemek yerken, babasının kuzenlerinden birinin düğün hazırlıklarından bahsettiğini duydu. “Sen de düşün, Demir,” dedi Hacı Mahir. “Bir yuva kurmanın vakti geldi.” Demir, sadece başını salladı, ama aklı Defne’nin yeşil gözlerindeydi. Defne ise, İstanbul’da beklenmedik bir davet almıştı. Diyarbakır’daki bir hastane, acil servis doktorları için bir travma semineri düzenliyordu. Defne, önce tereddüt etti; seyahat, onun kontrollü dünyasını sarsıyordu. Ama seminer, yeni teknikler öğrenme fırsatı sunuyordu. Çantasını hazırlarken, Yaşar Kemal’in bir romanını yanına aldı. Kitaplar, onun sığınağıydı. Diyarbakır’a vardığında, şehrin sıcak havası ve tarihi dokusu onu şaşırttı. İstanbul’un soğuk betonundan sonra, Sur’daki basalt duvarlar, dar sokaklar, sanki başka bir zamana aitti. Seminerin ilk günü bittiğinde, Defne, kendini bir antika pazarında buldu. Eski kitapların kokusu, onu bir dükkâna çekti. Raflarda, deri ciltli bir şiir kitabı gördü. Elini uzattığında, bir başka el aynı kitaba dokundu. Dr. Defne, hâlâ hazineler mi arıyorsun?” Demir Aslan’ın sesi, dükkânın loş ışığında yankılandı. Defne, şaşkınlıkla başını kaldırdı. Demir, lacivert bir gömlek ve sade bir ceketle, sanki bu taş şehirde doğmuş gibi duruyordu. Gözlerinde, o tanıdık ışıltı vardı; ne alaycı, ne de fazla yakın. Sadece samimi bir merak. “Sen… Burada ne yapıyorsun?” dedi Defne, sesinde hem şaşkınlık hem de temkin. Demir, gülümseyerek, “Aile ziyareti. Ama asıl sen, İstanbul’un doktoru, Diyarbakır’da ne arıyor?” Defne, “Bir seminer,” dedi kısa keserek, ama kalbi hızlanmıştı. Demir, kitabı Defne’ye uzattı. “Bu senin olsun,” dedi. “Ama bir şartla: Hikâyesini bir kahve eşliğinde anlatırım.” Defne, bu teklif karşısında duraksadı. Geçmişin gölgeleri, ona “kaç” diyordu, ama Demir’in gözlerindeki samimiyet, onu bir an durdurdu. “Belki,” dedi sadece, kitabı alırken. O an, ikisi de hissetti: Bu tesadüf, bir hikâyenin yeni bir satırıydı. Ama Defne’nin duvarları hâlâ yüksekti, Demir’in kalbi ise sabırlı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD