Bölüm 1—Esem: Denizin Sürgünü
“Ben kimsenin kimsesi olmadım. Belki de bu yüzden kimsenin kalbinde esemedim.”
– Esem
Rüzgâr, tuzlu ve ıslaktı. Gecenin zifiri karanlığında, ay denizin yüzeyine ince bir bıçak gibi vuruyor, her dalga bir öncekinin üzerine kapanarak sır saklıyordu. Küçük kız, iskeledeki kalasın ucunda, eski bir battaniyeye sarılı hâlde bekliyordu. Gözleri donuktu; ne korku vardı içinde ne de umut. Henüz sekiz yaşındaydı ama babasının elleriyle teslim edildiği adamların arasında ne çocuk kalmıştı ne de geçmiş. Adını sorduklarında cevap vermemişti. Çünkü artık o ismi taşımanın bir anlamı kalmamıştı. Artık o, yalnızca “yük”tü. Bir yük kadar sessiz, bir yük kadar sahipsiz.
Diğer kölelere korkuyla göz gezdirdi. Kendinden çok da büyük sayılmazlardı. Daha çok kızlardan oluşuyordu köle grubu. Korsan gemisi, sabaha karşı ağır ağır limandan ayrıldı. Güvertedeki adamlar kısık sesle konuşuyordu. Köleleri nereye ve kime satacaklarını konuşuyorlardı. Babür’lü olan köleleri ayırmışlardı, Esem dışında. kızın Babürlü olduğuna dair hiçbir işaret yoktu. Babası, onu kendi kanından silip süpürmek istercesine, sahte belgelerle birlikte satmıştı. “Virelya’dan fakir bir köylü çocuğu,” demişti alıcılara, “söz dinlemez ama işe yarar. Yeter ki terbiye edin.”
Esem, güvertede başını bile kaldırmadan oturuyordu. Adını saklamak, geçmişini unutmak zorundaydı. Ama içindeki yangın, denizin tuzlu suyuyla bile sönmüyordu. Korsan gemisine alınmadan önce babası tarafından üç defa farklı sahiplere köle olarak satılmıştı ama satıldığı günün sonunda babasına geri teslim edilmişti. İlk verildiği efendisinin değerli kumaşlarını kesti, böylesi daha güzel duruyor diye aptala yatarak. İkinci sahibine yemek yapmasında yardım ederken tüm baharatları karıştırdı ve berbat bir yemek ortaya çıkarttı. Üçüncü evde ise sahibinin karısına isyan etti. “Sen bile bu evde köleyken bana emir veremezsin.” Deyince kadınla kavga edip geri gönderildi babasına.
Ona bakacak durumu da sabrı da kalmamıştı. Kime satsa almıyordu. Dik başlı, işe yaramaz, asi kızıyla ne yapacağını bilemez haldeydi. Ondan kurtulmak için doğum belgesinde Babür yazan kısma Virelya yazdırdı. Babür yasalarına göre bunu yapması suçtu ama kimse bilmezse ceza almazdı ki.
Babür’ün meşhur şehirlerinden olan Yildar’a götürdü kızını. Liman şehrine ticaret ve korsan gemileri yanaşırdı. Kafasına koymuştu o gemilerden birine satacaktı Esem’i. Küçük kız ise açlık ve susuzluk yüzünden bitkin düşmüştü. Kaçmasın diye babası kızını günlerdir aç bırakıyordu. Esem ne olacaksa olsun istiyordu artık. Babasından uzak olduğu her yer ona cennet bahçeleri gibi gelebilirdi.
Limanda gitmek için hazırlanan bir gemi fark etti. Bayrağı kuru kafa çeklinde, siyah geminin korsan gemisi olduğu hemen anlaşılıyordu. Kaptanı da gemiye yüklenen köleleri inceliyordu. Hemen yanına koşturup kaftanının eteğini öptü. Esem’in belgelerini gösterip eserinin altında satmak istediğini söyledi. Kaptan Kara Mavren Esem’in ağzını ve vücuduna baktı. Yeşil gözleri bitkin olsa da doğrudan bakıyordu ve korku yoktu gözlerinde. Güzel de bir kız çocuğuydu. Sahibinin istediği altınları verip kızın da gemiye alınmasını emretti.
Gemide geçen günler birbirinin aynısıydı. Tahta güverte, nemli yelkenler ve her gece, uzak bir limandan sızan alkol kokusu… Esem, günlerini gözleri denizde, elleri dizlerinde, sessiz bir taş gibi geçirdi. Onunla konuşmaya yeltenen birkaç adam da kısa sürede ondan uzaklaştı. Gözlerindeki karanlık, dilinden dökülmeyen kelimelerden daha keskin bir savunmaydı. Bazıları onun lanetli olduğunu bile düşündü. “O kızın gözleri denizi deler,” dedi biri, “bizimkinden değil o.”
Bir sabah, Esem’in bile hangi gün olduğunu unuttuğu bir sabah, gemi durdu. Velmora kıyılarına varıldığını sandı ilkin; fakat bu liman farklıydı. Surlar yoktu, neşeli müzikler ya da parıltılı kıyafetler... Aksine, her şey taş, beyaz ve suskundu. Shaabani topraklarına ilk kez böyle bastı ayakları. Köle tacirleri onu indirirken adını sormadılar, hikâyesini merak etmediler. Pazarın köhne arka sokaklarından birinde, karanlık bir odaya tıktılar. Üç gün boyunca orada tutuldu. Babası bile onu aç bırakırken Shaabani topraklarında bir kez bile aç kalmamıştı. Burasının kendisi için iyi olacağına dair bir umut yeşerdi içinde ama Babür’lü olduğunu hatırladığında umut ışığı sönüp gitti. Babür’lüleri hiçbir halk sevmezdi. Yaşı küçük olsa da aklı büyüktü. Edinebileceği her türlü bilgiyi almaya çalışırdı. Kulak kabartır herkesin sözünü dinlerdi. Acele hareket etmezdi. Şimdi olduğu gibi.
Sessizce, uyum sağlayarak korsanların dediğini yaptı. Dördüncü günün sabahında kapı açıldığında onu satın alan kaptan Mavren kalmalarını emretti. Onları nereye götüreceğini söylememişti ama kızlar laf dinleyip sıraya girmişlerdi. Ellerindeki zincirler iplerle değiştirildi. Ayaklarına birer pabuç verildi. Esem, Babür’deki köle pazarını iyi biliyordu. Köle çocukların üstüne başına dikkat edilmez, ayakları çamur içinden çıkmazdı. Pislik içinde satışa sunulurdu. Ama Shaabani’de kölelere bile saygı vardı sanki. Kaptanın bir gözü Esem’deydi. Diğer köleler gibi değildi. Korkuya dair hiçbir emare yoktu bir kere. Farklı bir şeyler vardı onda, adını koyamadığı.
Kaptanın kendisine baktığını fark eden Esem’de ona bakmaya başladı bakışlarını kaçırmadan. Gözleri zifiri karanlık, sanki gülmek istiyor da herkesin içinde gülemiyor gibi bir hali vardı. Esem’e mi gülüyordu? “Bizi kime satacaksınız?” diye sorma cesaretinde bulundu diğerleri başını bile kaldıramazken.
“Ne önemi var? Kaderin ellerinin arasında değil, Saray Hanımının iki dudağı arasında.” Mavren, küçük kızın cesaretine hayran kalmıştı.
“Adımızı, nereden geldiğimizi biliyor musunuz? Kölelik çoğu bölgede yasal olsa da belgeye dayalı yapılır. Cezalandırılmak istemezsiniz.” Esem, babasının söylediği yalanın ortaya çıkıp çıkmayacağını kontrol etmeye çalışıyordu. Bir Babür’lü Shaabani’de barınamazdı.
Kızın çok şey bildiğini bir kez daha anlamıştı Marven. Erkek olsaydı onu gemiye yanına alırdı. “İşimi senden öğrenecek değilim. Adın Esem, bazı dillerde ‘sessizlik’ anlamına gelir. Ama senin gözlerin bağırıyor kızım.” Adımlarını hızlandırıp kızdan uzaklaştı. Kaptanın söylediklerinden bir şey anlamamıştı. Tedirgince adım atarken karşısında bir saray duruyordu. Shaabani sarayına gidiyorlardı. Uçsuz bucaksız denizde korkmadığı kadar korkuyordu şimdi. Bir Babür’lünün düşman sarayında yaşaması mucize gibi bir şey olurdu.
Saraya alındı tüm köleler ve kaptan. Kızlar yan yana dizildi elleri ve ayakları bileklerine kadar açıldı cariyeler tarafından. Erkek çocuklarının da sesi geliyordu. Onlar da yan daireye alınıyorlardı kontrol için. İki harem ağası bir paravan taşıdı. Ağalar kapının iki yanında dururken içeri bir kadın geldi. Başında ince, işlemeli bir örtü, gözleri siyah sürmeyle çekiliydi. Onun ardından da kaptan paravanın arkasındaki yerini aldı. Gözlerini kızların üzerinde gezdirdi saray hanımı. Cariyeler kızları başlarını öne eğmeleri için uyardı.
Kızların önünden yürürken bir kızın dimdik durduğunu gördü. Elleri titriyordu korkudan ama belli etmemek için direniyordu var gücüyle. Paravan doğru baktı. Gelmeden önce kaptan ile bahçede görüşmüştü. Kölelerin içinde bir kızın ilgi çekici olduğunu söylemişti. Kaptana bakıp bu kız olup olmadığını kaş göz işaretiyle sordu. Kaptanın dediği kadar vardı gerçekten de. Gözlerini, gözlerine dikti hemen önünde duran kız. Dilinden dökülemeyen kelimeler gözlerinden akıyor gibiydi. Esem’in üstünden ayırmadı gözlerini. “Bu mu?” dedi. Onun hakkında konuştuğunu bilsin istiyordu.
Paravanın arkasından sesi yükseldi. “O, saray hanımım.”
“Dili yok gibi duruyor.” Kaptanla konuşuyordu ama Esem’in gözlerinin içine bakıyordu tepeden.
“Var, Saray hanımım. Gelirken köle ticareti hakkında ufak bir konuşmamız oldu. Pek bilgili.” Derken dudaklarını bastırarak gülümsediğini düşündü Esem.
“Bu kızı ayırın.” Deyip, ince uzun elbisesini zarafetle savurup odadan ayrıldı. Esem’in kalbi yerinden çıkacaktı. Neden diğer kızlardan ayrılıyordu ki? Anlamışlar mıydı Babür’lü olduğunu?
Cariyeler kızları alıp hamama götürdü hemen. Bu sırada alınan köleler için ağalar kaptana ödeme yapıyordu. Oldukça kazançlı çıkmıştı bu satıştan. Şimdi sırada Babür’lü köle çocukları satmak için Velmora adasına gitmek için yelken açacaktı.
Kızlar yıkanıp paklandı gül kokulu hamamda. Esem ilk defa kendini gerçekten temizlenmiş hissetti. Gül kokusunun nasıl bir şey olduğunu öğrenmişti. Sonrasında kızlar giyinmek için yatacakları daireye alındı. Saray hanımı Sandara cariyelerden birine Esem’i getirmelerini emretti.
Yanında kalan cariye merakla kıvranıyordu ve Sandara bunu fark etti. “Söyle hadi.”
“O kızın diğerlerinden ne farkı var?”
“Buraya gelen her köle çocuk geride bıraktıklarını düşünür. Ama bu kızın gözleri geçmişe değil, önüne bakıyor.” Sonunda istediği gibi bir kız bulmuştu. Onu istediği gibi eğitebilirse gözü arkada kalmayacaktı.
Dairenin kapısı açıldığında eli yüzü temizlenmiş kızın güzelliği daha da ortaya çıkmıştı. Karşısına geçip diğer cariyeler gibi önünde eğildi. Hemen de öğrenmişti saray kaidelerini. Gördüğünü tekrarlıyordu ama uyum sağlıyordu bir şekilde. Kızın konuşmasını bekledi ama kız sessizliğini koruyordu. “Dilin gerçekten yok mu?” bir an için kaptanın onu kandırdığını bile düşündü.
“Dilim var saray hanımı. Konuşmamı gerektirecek bir durum olmadığı için sizin konuşmanızı bekliyordum.” Sandara, kızın sözlerinden hoşlanmıştı. Düzgün konuşmasını da biliyordu demek.
“Adın Esem’miş. Sessizlik anlamı taşır. Bu sarayın duvarları söz değil, sessizlik sever.” Uzun zamandır aradığı gibi kızı bulmuştu sonunda.
Ve böylece Esem, Shaabani sarayına adım attı. Fakat bir cariye gibi değil, sessiz bir gölge gibi...