“Ben güneşe değil, gölgeye alışığım. Ama bir gün o gölgeyi yakan da ben olacağım.”
— Laçin
Toprak, güneş doğmadan uyanırdı Lumar’da. Hele Hadravun gibi bereketin ortasına kurulmuş bir şehirde, çiğ taneleri henüz buğday başaklarının saçlarında ışıltılı bir sır gibi dururken toprak sahiplerinin evi çoktan ayaktaydı. O evin arka bahçesinden çıkan ince uzun kız çocuğu da…
Laçin.
Gömleğinin ucunu beline sıkıştırarak koştu. Saçları örgüsüz, uykudan yeni kalkmış gibiydi ama gözleri cin gibi açıktı. Ayakkabılarını giymemişti yine. Toprağa basmayı seviyordu. O toprağa… annesinin diz kapakları üzerinde, gece gündüz, hastalıklı bedeniyle çömeldiği yere. O toprağa… Gürel’in oğulları hiç basmazdı. Çizmesiz dışarı çıkmaz, çıkarlarsa da söylenip dururlardı.
Laçin, evin kenarındaki taş masaya konan ekmekleri ve bir testi ayranı kaptı. Ablası Beyge’yle, annesine götürecekti. Gürel mutfağın kapısında dikilmiş, gözlerini kısmıştı.
“Koşma!” dedi Laçin’e sabahın köründe sert bir sesle. “Ev halkı gibi davran biraz. Eline bakılmasın.”
Laçin yanıt vermedi. Ama göz ucuyla Gürel’in suratına şöyle bir baktı, sonra sinsice gülümsedi: “Peki, Gürel anne,” dedi, içini çeke çeke. Onun gözünün önünden gidene dek küçük adımlarla çıktı yukarıya.
Gürel’in yüzü ekşidi. Her “Gürel anne” deyişi, diline batırılmış bir diken gibiydi. Kızın dalga geçtiğini biliyordu ama o kadar ince yapıyordu ki, şikâyet etse kendi gülünç düşerdi. Artuk’u durup dururken kızdırmak istemiyordu.
***
Kahvaltılarını ettikten sonra tarlaya çalışmaya gittiler. Toprak sahibin karısı ve kızıydılar ama köleler gibi sabahın köründe çalışmaya gidiyorlardı. Laçin tarlada çalışan annesi Özden’in yere çömelmiş, zar zor nefes alıyor görünce koşturarak yanına gitti. Ama elleri hâlâ çalışıyordu annesinin. Beyge, kardeşinden önce gitmişti annesinin yanına. “Anne... yine mi sancın var?” diye sordu.
Özden başını salladı. Yüzü solgundu. Ama kızlarını da korkutup üzmek istemiyordu. “Sabah biraz kötü kalktım. Geçer şimdi. Yapılacak çok iş var.” Hala çalışmayı düşünüyordu. Çalışmazsa kocasının kulağına gidecek ve akşam evde tartışma çıkacaktı.
Laçin annesinin eline baktı. Parmakları çatlamıştı. Sonra gözleri evin çatısını görebilecekleri uzaklığa kaydı. Gürel’in oğulları orada, serin gölgede kahvaltılarını yapıyordu. Anneleri onlara hurma getirmişti, gümüş tabakta.
Gün batarken, Hadravun’un toprakları turuncuya bürünmüş, rüzgâr buğdayların arasında mırıldanarak dolaşıyordu. Laçin, Beyge ve Özden yorgunlukla eve döndü. Ellerindeki yüklerle mutfağa geçtiler. Özden'in nefesi kesik kesikti ama belli etmemeye çalışıyordu. Laçin farkındaydı; annesinin her geçen gün biraz daha solduğunu izliyordu. Ve ona bunun sebebinin mutfağın ortasında oturan kadından başkası olmadığını da biliyordu. Üzüntüden, sinir ve stresten annesi hastalanıp duruyordu.
Gürel, mutfağın ortasında, bir sandalye üstünde oturuyordu. Eteklerinin ucunu toplamış, dudaklarında küçümseyici bir gülümsemeyle Özden'e baktı. “Bugün de yaşıyorsun ha? Toprak bile seni istemiyor demek.”
Laçin atlayıp Gürel annesine laf sokacaktı ama Beyge onun kolunu cimcikleyip susturdu. Özden başını eğdi, cevap vermedi.
Laçin mutfağa girerken göz ucuyla sofraya göz attı. Gürel, yemekleri çoktan hazırlamıştı ama Özden ve kızları için değil; oğulları ve kocası Artuk için. Kendi elleriyle yaptığı yemekleri bir bir taş fırından çıkardıktan sonra, çorbadan da kaselere çıkarttı ve birinin üstünde fazlaca durdu. Laçin’in dikkatini çekmişti bu durum.
Çok dikkatliydi Gürel. Zehri karıştırırken ev halkından biri fark etmesin diye hep gölgelik saatleri beklerdi. Şimdi de elinde küçük bir keseyle Özden’in kâsesine bir tutam serpti. Sonra tahta kaşıkla karıştırdı ve fırının yanına bıraktı. Hiç kimse bir şey fark etmedi.
Gürel mutfaktan gittiğinde Laçin tahta kaşıkları yere attı. Duyması da umurunda değildi. “Her işi biz yapalım ama en güzel yemekleri onlar yesin.”
“Sus Laçin. Duyacak sonra da babama anlatacak. Dayak mı yiyelim?” Beyge, Laçin’den bir yaş büyük olsa da ondan daha olgun olmuştu her zaman. Laçin annesi üzülmesin diye sustu ama sabrının sonuna yaklaşıyordu.
***
Artuk eve geç saatte geldi. Üzerinde toz, yüzünde yorgunluk vardı. “Yemek hazır mı?” diye bağırdı.
Gürel hemen kocasının yanına koştu, üstündeki fazlalıkları alıp onu biraz olsun rahatlattı. Sonra da tabakları yerleştirdi. Oğulları ise birer paşa edasıyla sofraya oturdu. Tarlada ter dökmemişlerdi ama ilk lokmalar onların ağzına girerdi her zaman. Özden ve kızları mutfağın köşesinde, yere serilen eski bir bezin üzerine oturdu. Önlerinde sadece çorba vardı. Laçin sessizce kaşığını aldı. Her gün sadece çorba içmekten bıkıp usanmıştı artık.
Özden çorbayı içmeye başladı. İlk birkaç lokma iyiydi. Sonra yüzü bir an kasıldı, ama hemen toparladı. Alışmıştı artık bu acıya. Ağzının tadının olmadığını düşünüyordu. Kumasının onu zehirlediği aklının ucundan bile geçmiyordu. Vücudu her geçen gün daha az dayanıyordu ama direnci hâlâ vardı.
Laçin, annesinin titreyen ellerine baktı. Sonra Gürel’in keyifle çiğneyen ağzına. Gözlerinde o tanıdık parıltı yeniden belirdi. Bu onun yaptığı bir şeyden keyif alma surat ifadesiydi. Ama neyden keyif alıyordu ki?
O gece herkes yataklarına çekildiğinde, Laçin’in karnı gurulduyordu. Çorba yetmemişti ve hala açtı. Annesinin uyuduğundan emin olduktan sonra Beyge’nin örtüsünü çekiştirdi. “Uyumadın dimi?”
Beyge kardeşine doğru döndü. “Açım, nasıl uyuyayım?” Diye küçük bir isyanda bulundu.
Laçin yattığı yerde doğrulup ablasına sessizce sordu. “Mutfaktaki bayat ekmekleri alıp geleyim mi? Hiç olmazsa açlığımızı bastırır.”
Beyge de bu fikre karşı çıkmadı. Laçin beyaz geceliğinin uzun eteğini kaldırıp yavaş adımlarla mutfağa indi. Yanına kandil de almamıştı kimse duymasın diye. Bu yüzden düşmemek için görmeye çalışıyordu. Mutfağa girdiğinde bayat ekmeklerin olduğu tencerenin kapağını açtı. Ama içi boştu. Karanlıkta yanlış görmüş olabilir diye elini daldırdı tencereye ama hiçbir şey yoktu, kırıntı bile yoktu.
Arkasından bir ışık hüzmesi önüne düşünce gayri ihtiyari arkasını dönünce Gürel’i gördü. “Bunları mı arıyorsun?” beze sarılmış üç parça bayat ekmeği kaldırıp gösterdi üvey kızına.
Laçin onun ne kadar kötü olabileceğini bir kez daha görmüş oldu. “Nasıl bir vicdanın var senin?” ekmek bile yiyemiyorlardı kendi evlerinde.
“Bayat ekmekler köpeklerin hakkıdır, sen köpek misin Laçin? Şimdi git yatağına erkenden uyu yarın yapılacak çok iş var.” Bayat ekmekleri alıp dışarıdaki aç köpeklere atmasını seyretti Laçin. Onun karşısında ağlamamak için koşturarak çıktı yukarı. Çıkarttığı sesten dolayı da hiç pişman değildi. Karanlıkta görmediğinden dizlerini vurarak çıkmıştı odaya ama aşağıda duydukları kanayan dizilerinden daha çok yakmıştı canını.
Beyge, kardeşini ekmekle beklerken Laçin ağlayarak geldi. Annesi uyanmasın diye içine içine ağlayan Laçin’i ablası teselli etti. Gürel’den nefret ediyordu. Bir gün ondan intikam alacaktı. Ama bunun için çok küçüktü. Evlerine kök salan kötülüğü söküp atmak için büyümek zorundaydı.
***
O sabah Özden ve küçük Beyge, tarlaya erkenden gitmişti. Beyge’nin minik elleri sabanı zor tutuyordu ama Gürel’in sesini duymamak için ne gerekiyorsa yapmaya razıydı. Laçin ise evde kalmak istemişti, gönüllüydü bu defa. Annesi endişeyle bakmıştı ona — “Gürel’le yalnız kalma,” der gibi. Laçin yalnız kalmak istiyordu çünkü o sabah başka bir planı vardı: Kardeşi ve annesi için bir şeyler pişirecekti. Karnı tok insanların başı daha dik olurdu, bunu öğrenmişti.
Mutfağa girdiğinde ocakta sadece külleri kalmış bir ateş buldu. Tencereler boştu. Raflara yöneldi; birkaç kuru fasulye, bir dilim peynir ve iki bayat soğan buldu. Ekmek yoktu. Ekmeği hatırladı. Gürel dün gece sofradan sonra kalan son bayat somunu alıp, gözlerinin önünde köpeklere fırlatmıştı. Bayat ekmeği bile hak etmediklerini düşünüyordu. Hâlbuki Gürel’den önce annesi bu evin hanımıydı. Laçin’in elleri titremeye başlamıştı.
Tam soğanları doğramaya başlamıştı ki, mutfağa Gürel’in ayak sesleri geldi. Kadının ellerinde çamaşırlar vardı ama gözleri anında tezgâhtaki yiyeceklerdeydi. “N’apıyorsun sen?” diye sordu, sesi buz gibiydi.
Laçin arkasını dönmeden konuştu. “Yemek yapıyorum. Annemle Beyge’ye.”
Gürel kahkaha attı. “Yemek mi? Onlara mı? O bayat fasulyeleri bile ziyan ediyorsun demek.”
Laçin kaşığı bıraktı, yavaşça döndü.“Senin köpeğe layık gördüğün ekmeği, anneme çok görüyorsun. Bizi her gün aç bırakıyorsun.” Dün gece söyleyemedikleri şimdi söyleme cesareti vardı.
“Dilini topla kız!” Gürel, bir adım attı. “Laçin... Sana kaç kez söyledim? Bu evde konuşacak en son kişi sensin. Babana söyleyeceğim; haddini bileceksin!” en ufak bir saygısızlığa bile tahammülü yoktu.
Laçin başını kaldırdı. Gözleriyle ilk kez meydan okuyordu.
“Söyle. Her şeyi söyle. Belki sana inanır. Ama bir gün... Bir gün annemle ben sofrada yemek yiyip sen aç kaldığında, o günü hatırlatacağım sana.”
Gürel’in eli şak diye yanağına indi. Yüzü yanan Laçin geri adım atmadı. Daha da yaklaştı. “Bir gün... o sofranın başında ben olacağım.” Laçin düşünmeden konuşuyordu ama içi de rahatlamıştı.
Gürel elindeki çamaşırlarla mutfaktan çıktığında ateş püskürüyordu sinirinden.
***
Akşam olduğunda tarladan dönen Özden ve Beyge’nin yüzünde yorgunluktan çok merak vardı. Laçin hiçbir şey söylemedi. Sessizce sofrayı kurdu. Ama o akşam yemek yoktu. Çünkü Gürel, Laçin’in pişirdiği her şeyi köpeklere vermişti. Laçin’in gözleri annesine takıldı. Kadıncağız yine titriyordu. Birkaç kaşık su içmişti sadece. Beyge ise başını dizlerine gömmüştü. Sessizlik, evin içine bir ur gibi oturmuştu.
Gece Artuk geldiğinde, Gürel hemen koştu. Oğullarına meyve getirip eşine bir testi su uzattı. Sonra gözyaşlarını bile zorla getirmiş gibi sahte bir sızlanmayla konuştu: “Laçin bana hakaret etti bugün. Yüzüme bağırdı. Evdeki fasulyeyi bile annesi için ayırmış, beni hiçe saydı. Çocuk bu yaşta böyle olursa...”
Artuk’un gözleri karardı. Sertçe ayağa kalktı. Evinde huzursuzluk istemiyordu. “Laçin! Gel buraya!”
Laçin içeri girdiğinde bakışları dimdikti ama kalbi küt küt atıyordu. “Doğru mu bu söylenenler?”
“Ben... anneme yemek yapmak istemiştim. Açtık. Kalanı köpeklere atınca—” lafını bile bitirmesine izin verilmedi.
“Yeter!” Artuk’un sesi duvarları çınlattı. Sonra belindeki kemeri çıkardı.
Özden kızını kurtarmak için bir adım attı ama Gürel araya girip onu tuttu. “Bu onun terbiyesi için,” dedi fısıltıyla.
Artuk, kızı gözünün önünde dövdü. Laçin ses çıkarmadı. Dişlerini sıktı, gözlerinden yaş akmadı. Her darbe bir taş gibi indi vücuduna. Ama hiçbirinde geri adım atmadı. Sonra yavaşça doğruldu. “Yarın sabah yine yemek yapacağım,” dedi. Doğuştan inatçıydı.
Artuk ona bir tokat daha indirdi. “Bir daha mutfağa girersen ellerini kırarım!”
Laçin yine sustu. Ama gözleri artık başka bakıyordu. Gözlerinde ne yaş ne de korku vardı. Sadece içinde büyüttüğü intikam yemini vardı.
Gece çöktüğünde ev suskun, karanlık ve ağırdı. Ay ışığı loş perdelerden sızıyor, Laçin’in döşeğinin ucuna gümüş bir gölge gibi düşüyordu. Her yanı acıyordu. Yanağı hâlâ yanıyor, sırtı sızlıyordu. Ama asıl acı bedeninde değil, içindeydi.
Kapı hafifçe aralandı. Annesi Özden, bir hayalet gibi içeri süzüldü. Elinde çatlamış bir toprak kâsede su vardı. Yavaşça yanına oturdu. Beyge de kardeşinin yaralarına kalan az merhemi sürüyordu.
“Uyanık mısın?” diye fısıldadı.
Laçin gözlerini açtı. Işıkta parlayan gözyaşları vardı kirpiklerinde. “Uyuyamadım.”
Özden, kızının saçlarını usulca okşadı. Saçlarındaki toprak ve ter kokusunu içine çekti; belki de bir gün bu kokuyu kaybedeceğini hissetmişçesine.
“Sana vurmasını istemedim,” dedi Özden kısık sesle.
“Biliyorum,” dedi Laçin, dudakları kımıldadı ama sesi neredeyse çıkmadı.
Bir süre sessizlik oldu. Sonra Laçin, yüzünü annesine döndü. “Ben korkmuyorum, anne. Ne Gürel’den, ne babamdan. Bizi böyle küçük görmelerine izin vermeyeceğim.”
Özden başını eğdi. “Sessiz kalmamız gerek bazen, kızım. Güçsüz olanlar hayatta kalmak için eğilir. Ama eğilmek, boyun eğmek değildir. Biz bir gün toprağa bakarız, sonra toprağın efendisi oluruz. O günü beklemeyi öğrenmek gerek.”
Laçin bu sözleri düşündü. Sonra mırıldandı: “Ben beklemeyeceğim. Bir şey yapacağım.”
Özden, kızının gözlerine baktı. Gözlerinde korkuyla karışık bir gurur vardı. “Elimden geldiğince seni korumaya çalıştım. Ama sen... sen beni aşacaksın, biliyorum.”
Laçin başını annesinin dizine koydu. “Beni bırakma, olur mu?”
Özden’in sesi titredi. “Sonsuza kadar seninleyim, can parçam. Ama hayatta kalmanın tek yolu sabretmek. Biz sabrımızı zekâmızla yoğuracağız, öyle güçleneceğiz.”
Laçin gözlerini kapattı. Annesinin sıcak avuçları başında gezinirken, kalbinin bir köşesine bir söz kazındı:
Sabır zayıflık değil, gizlenmiş bir kılıçtı. Ve bir gün o kılıç, çekilecekti.