“Babürlü olduğumu gizlemek, hayatta kalmak demekti… Şimdi ise bu sır beni ele veriyor.” – Esem
“Herkes beni korur… ama beni gerçekten anlayan ilk kez biri oldu.”- Uraz
***
Esem’in gözleri korkuyla gölgelenmişti; Velmora gibi sapkın bir adadan sonra burası fazla düzenli, fazla sessizdi. Kaptan onu Velmora Adasında satacak diye çok korkmuştu. Çünkü Babürlü köle kız çocukları yetiştirilmek üzere daha çok Velmora’ya satılırdı. Babası tarafından gözden çıkarılmadan önce Babür’de pazarda konuşulanları dinlerdi hep. Hatta bir gün tebdili kıyafet gezinen şehzade Destan’ı bile görüp duymuştu. Bir kız çocuğu olarak Babür’de değersizdi bu yüzden kimse tarafından dikkat edilmediğinden her şeyi öğrenebiliyordu.
İlk gün ona ince keten bir elbise, bir çömlek su ve bir çift terlik verilmişti. Göreviyse bahçedeki tıbbi otlarla ilgilenmek, mutfak artıklarını temizlemek ve saray içindeki küçük köşe bucaklara göz kulak olmaktı. Elinden geldiğince verilen işleri en iyi şekilde yapmak istiyordu. Buradan gönderilirse nereye gider, başına ne gelirdi bilmiyordu. En çok korktuğu şeyse Velmora’ya gönderilmekti.
Esem, işlerini aksatmadan yapıyor ama her hareketiyle rahatsız edici bir özgüven yayıyordu etrafa. Diğer hizmetkâr kızlar ona hem hayranlıkla hem mesafeyle yaklaşıyor, onu tam anlamıyla “kendi aralarına” kabul etmiyorlardı. Bu Esem için sorun yaratıyordu. Burada kalmak istiyorsa uyum sağlaması gerekiyordu. Kendine has bir dili, gözlerini kısmadan konuşan dik bir bakışı vardı. Bu sayede yeni kızları eski kızlara ve cariyelere övmeye başlamıştı kızlarla arasını düzeltmek için.
Sabahın erken saatlerinde uyanan Uraz, tarih dersinden kaçmak için çılgınca bir plan yapmıştı. Aşçı başının dün gece lokum yaptığını cariyelerden öğrenmişti. Asla dayanamayacağı bir şey varsa o da lokumdu. Ara sıra Sencer Efendi ile tebdili kıyafetle dışarı çıkarlardı. O zaman giydiği oğlan kıyafetlerini çıkartıp giydi. Yakalanırsa şehzade olduğu anlaşılsın istemiyordu. Çünkü şehzadenin lokum yemesini yasaklamıştı Sencer.
Sarayın mutfak tarafına indi köle oğlan çocuğu gibi, oradan kiler kapısını zorlayarak en sevdiği tarçınlı lokumları buldu. Üzerinde hala yumuşak sabah ışığı vardı, ama ayak sesleri gelmeye başladı. Gizlenecek yer ararken saray avlusunun arka tarafındaki erzak taşlıklarına yöneldi ve orada daha önce görmediği bir kıza rastladı.
Esem, çöpleri almaya gelmişken bir oğlan çocuğuyla karşılaşmıştı. Esem gözlerini kısıp, onun ellerindeki lokumları gördü. “Ne arıyorsun burada?” dedi kısa ve net.
Uraz yanıt vermedi, sadece başını iki yana salladı. Esem anlamıştı. Onun da kendisi gibi köle olduğunu düşündü. Sadece lokum yemek istemiş olmalıydı. “Saklanmak mı istiyorsun? Gel,” dedi ve erzak yığınlarının arkasında küçük bir niş gösterdi. Uraz, tereddütle ama güvenle oraya sığındı.
Cariyeler ve mutfakta çalışan ağalar çuvalları alıp çıkarken Esem onlara çöp olup olmadığını sordu. Uraz, kızın bu hallerine gülümsedi, Esem de göz ucuyla gülümsemesine karşılık verdi. Cariyeler ve ağalar gittiğinde Uraz hemen saklandığı yerden çıktı. “Bu iyiliğini unutmayacağım. Al.” Deyip bir tane lokum tutuşturdu eline. Ve koşturarak uzaklaştı. Bu andan itibaren onlar farkında bile olmasa da aralarındaki bağ, sessizce ve sağlamca atıldı.
Lokumu daha önce görmüştü ama hiç yememişti. Kimse elinde görmeden ağzına attı. Atmasıyla da pişman oldu. Dişlerine yapışmıştı, ağzının içinde çeviremiyordu lokumu. Bitirmek için hızlı davranıyordu ama çok zordu.
O günün ilerleyen saatlerinde Sencer aldığı yeni haberi Şah Ulubek’e iletmek için sarayın içinde sakince yürüyordu. Şehzadenin dersini başka bir hocanın yapmasını emretmişti. Şah’ın odasına geldiğinde ağalar şah’a haber verdi ve Sencer içeri girebildi. “Şah’ım, kuşlarım yeni haberler getirdi.”
Ulubek, başını kaldırmadan Virelya’ya mektup yazmaya devam etti. “Neymiş?”
“Babür’de bir Lumar casusu yakalanmış ve dili yakılmış Şahım. Bizzat şehzade Destan tarafından, birkaç gün önce.” Dedi Sencer.
Derin bir sessizlik oldu. Şah’ın parmakları masanın üstündeki ejderha başlı küçük heykelin üzerinde gezindi. “Şehzade Destan’ın davranışları alışılmışın dışında. Sadece savaş meydanında değil, akıl oyunlarında güçlü biri olacak. Destan büyüyor.” Küçük çocuğun şimdiden adını duyurmaya başlamış olması Ulubek’i tedirgin etmişti. Hem zekasını hem de cesaretini göstermiş.
“Casusun dili yakılırken sadece emir vermemiş, aynı zamanda cezanın yöntemini belirlemiş. Ve bu cezayı Lumar geleneklerine dayandırarak yapmış. Babür’deki eğitim mi sinsileşti yoksa şehzade Destan mı akıllanıyor dersiniz?” Sencer, Şah’ı ile sohbet etmeyi severdi. Akıl yürütmeyi de.
Konuşurken sesi ölçülü, ama içindeki merak ve hafif tedirginlik saklanamaz bir haldeydi. “Dilini yaktı diyorsun… On bir yaşında bir çocuk, bir casusu cezalandırıyor. Hem de düşmanın kendi geleneğiyle. Yöntemi sert, ama zekice. Lumar’da hainlerin kanı toprağa karışmaz… Destan bunu biliyordu. Bu bilgi, ona doğrudan verilmiş olamaz.” Şehzadenin edindiği bilgiyi doğru şekilde kullanmış olmasına hayran kalmıştı Şah Ulubek. Düşmanı da olsa hakkı neyse onu verirdi.
Sencer, ağır bir şekilde başını salladı. “Babürlü bir şehzade, Şhaabani’nin düşmanını ezberlemiş. Belki de bu yüzden bu kadar tehlikeli olacak. Ya da bu yüzden dikkat edilmeli.” Küçük ya da büyük olması fark etmezdi. Tehlike hiç beklemedikleri bir yerden de gelebilirdi Sencer için.
Ulubek, mektubu masaya bırakır, sandalyesinde geriye yaslandı ve gözleri Sencer’deydi. “Daha on bir yaşında kendi kararlarını vermeye başlamış. Düşmanımız olduğunda onu küçümsemek, bizi kör eder. Casus konuşmuş mu? Lumar ile Babür ittifak halindeydi hangi ara düşman oldular? Kuşlarına daha fazla bilgi toplamalarını söyle.”
Sencer emri aldıktan sonra başını eğip Şah’ın huzurundan ayrıldı. Sarayın gölgeli bahçesinde, nadiren esen rüzgâr gül ağaçlarının yapraklarını hafifçe sallarken, gökyüzünde güneş gösteriyordu.
Sencer, kuş kafeslerinin bulunduğu serin taş odaya girdi. Usta ellerle bir güvercinin bacağını bağladı, kısa ama keskin emri içeren minik parşömeni sabitledi. Güvercin havalanıp Babür sınırlarına doğru yola çıkarken Sencer de saraya alınan yeni kölelerin belgelerini almak üzere sarayın iç odalarına yürüdü.
Adımlarını yavaşlattığı yer Sandara’nın odasına çıkan koridordu. Gönlünde yıllardır var olan, ama dillendirmediği bir isimdi onunki: Sandara. Sarayın hanımı, kutsal kabul edilen o kadın… ulaşılmaz, ama bir adım ötede. Sencer’in kalbi onu her görüşünde biraz daha yanar, ama bir parmak ucu kadar bile yaklaşamazdı. Saray yasaları böyleydi.
Sandara, onu görür görmez kaşlarını çatmadı, aksine çoktan bekliyormuş gibi pencere kenarındaki ince yelpazesini bıraktı. “Yeni oğlanların belgeleri için geldiğinizi varsayıyorum, Vezir Hazretleri,” dedi yumuşak ama ölçülü bir sesle.
Sencer’in dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. “Her gelişimin bir bahanesi var, saray hanımı. Ama biliyorsun ki, asıl sebebim bu değil.”
Sandara bakışlarını kaçırmadan, balkona yöneldi. Bu balkon onun en sevdiği yerdi, bahçeyi rahatça görebildiği, ama göz önünde olmadığı tek nokta. Bahçeyi rahatlıkla görebildiği için Sencer’i izlediği yerdi burası. Sencer de onun ardından yürüdü.
Sarayın bahçesi sessizdi, yalnızca çeşmenin sesi ve rüzgârın taşıdığı yaprak hışırtısı duyuluyordu. Sandara, balkon korkuluklarına hafifçe yaslanarak konuştu. “Zaman sizi hiç değiştirmedi Sencer Efendi. Yıllar geçse de sözleriniz hâlâ kalbime batıyor.”
“Ve kalbinde hâlâ yerim varsa, ben bundan memnuniyet duyarım,” dedi Sencer usulca.
Sandara hazırladığı belgeleri vezire uzattı. Saray işleri beklemezdi. Yıllardır birbirlerine duydukları aşkı baskılayarak kendilerine biçilen vazifeyi yerine getirmeye çalışıyorlardı. Belgeleri incelerken Sandara aralarındaki bu gerginliğin dağılması için yeni fikrini anlatmaya başladı Sencer’e. “Yeni gelen kızlar arasından birini kendi yerime hazırlamayı düşünüyorum.”
Belgelere bakmayı bırakıp Sandara’ya döndü. “İstediğin gibi birini buldun demek. Senin adına sevindim. Ben hala şehzade Uraz’a zamanı geldiğinde vezirlik yapacak birini bulamadım. Senden yardım almam gerekecek.” Ulaşılamıyor olmak belki de aşklarını daha da derinleştiriyordu. Aralarındaki sessizliğin ardından Sandara hafifçe güldü. Onun yanındayken kendini genç kız gibi hissediyordu.
Sencer gözlerini kaçırıp bahçeye baktığında köle bir kızın gül ağacının arkasında gizlenmiş, önünde de diz çökmüş Uraz’la konuştuğunu gördü. Uraz’ı soylu ailelerin çocuklarıyla arkadaşlık kurması için bile zorlamıştı ama o hiçbirini istememişti. Ama sıradan bir köleyle gizli saklı görülebilecek kadar samimi olmuş görüyordu onları.
Sencer’in bakışlarının sabitlendiği yere çevirdi başını Sandara. “Bu o kız... Esem. Yerime düşündüğüm kız.” İkisi de aynı anda çocuklara dikkat kesildi.
“Şehzade ile kimse arkadaş olamazken bu kız olmuş. Senin ilgini çektiği kadar benim de ilgimi çekmeyi başardı. Esem’in de belgelerini odama gönderir misin? Dedi Sencer, sesi içgüdüsel bir koruyuculuk taşıyordu.
Sandara, vezirin önünde eğildi ve başını yavaşça salladı. Sencer balkondan ayrılırken Sandara Uraz ve Esem’e bakmaya devam etti. Şehzadenin hazırlandığı gibi onun yanında yer alacakları da çocuk yaşta hazırlamaya çalışıyorlardı. Şimdiden Uraz’ın haremi için kızlar eğitilmeye başlamıştı. Esem’de şehzade ile dostluk kurduysa saray hanımı olarak iyi işler çıkarabilirdi. Aldığı kararı bir kez daha beğenmişti.
Esem, sarayın arka bahçesindeki gül çalısının ardında yere çömelmişti. Uraz da karşısında duruyordu. Yüzünde hoşnutsuz bir ifade vardı. Burnunu buruşturarak mırıldandı. “Lokumu hiç beğenmedim. Şekerli çamur gibi. Velmora’daki kurutulmuş incirler daha güzeldir.” İkisi de kıdırdadı.
Saçları alnına dökülmüştü Uraz’ın, gözleri parlaktı ama alaycı değil, meraklıydı. “Adın ne senin?”
“Esem. Senin adın ne, ne iş yapıyorsun burada?” Sonunda kendisiyle konuşan bir çocuk bulmuştu. Canı çok sıkılmıştı.
Uraz, ona şehzade olduğunu söylemek istemedi davranışları değişecek diye. “Çırağım. Bazen çalıştırıyorlar, bazen derslere sokuyorlar. Yani...”
“Yine konuşuruz. İşimizi iyi yapmazsak bizi gönderirler. Kalk hadi git çalış.” Uraz’ı yakasından tutup kaldırdı. Uraz, ona gülmemek için dudaklarını bastırıyordu. Şehzade olduğunu bilseydi asla böyle davranmazdı. Kendisini ilk defa gerçekten çocuk gibi hissetti.
Esem eteklerini tutup koşturarak saraya girdi. Cariyeler ona koşmaması gerektiğini söyleyip uyardılar. İşi bittiğinde diğer kızlara yardıma gitti ki onlarla da arasını düzeltebilsin. Düşman sarayında kalmak istiyordu çünkü kendi doğduğu topraklarda barınamamıştı. Babür yasaları onu koruyamamıştı.
***
Sarayda hava durgundu. Uzun taş koridorlar serin, gölgeli ve sessizdi. Esem, elleri önünde birleştirilmiş halde ağır ağır yürüyordu yanındaki cariye ile. Cariye ona Vezir Efendi Sencer’in çağırttığını söylemişti. Çağırılma sebebini bilmese de, belgeleriyle ilgili bir şeylerin yanlış gittiğini anlamıştı. Koskoca veziri babasının küçük oyunuyla kandıramazlardı ya.
Sandara, ileride küçük bir iç avluda adını bilmediği arakadaşıyla konuşuyordu. Kadının sesi alışıldık yumuşaklığına sahipti ama Esem’in dikkatini çeken şey, Sandara’nın gözlerinde beliren saygıydı. Arkadaşı konuşurken onu dikkatle dinliyor, başını hafifçe eğerek onaylıyordu. Esem kaşlarını çattı. Saraydaki herkes ona nasıl davranacağını biliyor gibiydi. Kıyafetleri de sabahki gibi değildi. Değerli kumaşlardan dikilmiş kaftan vardı üstünde. Oysa o… onunla rahatça konuşmuştu , sıradan bir köle sanmıştı.
O anda bir şey dank etti. Kalbi hızlandı. “Yoksa…”
Esem’in nefesi sıkıştı onlara yaklaşırken. Cariyenin yaptığı gibi onun karşısında eğilerek saygısını gösterdi. Uraz, yalanının kısa sürede ortaya çıkmasına üzülmüştü. Esem’in arkadaşlığını sevmişti. Cariye, saray hanımına vezir Efendi’nin yanına gittiklerini açıklarken iki çocuk birbirlerine bakıyordu şaşkınca.
Tam o sırada cariye Esem’e döndü. “Vezir efendiyi bekletmeyelim.” Kızın omuzlarından tutup yönlendirdi şehzadeye edildikten sonra.
Esem vezirin odasından içeriye adım attığında, ağır meşe kapı arkasında yavaşça kapanarak dış dünyanın sesini susturdu. Oda, Şhaabani sarayında bir nazıra yakışacak kadar genişti ama gösterişli değildi. Her detayda düzen ve işlevsellik hakimdi. Tavandan sarkan pirinç kandiller, duvardaki koyu mavi ve toprak tonlarındaki halılara sıcak bir ışık döküyordu.
Duvarlarda kadim haritalar ve el yazması parşömenler asılıydı. Odanın ortasında, oyma desenlerle süslenmiş iri bir sedir masa vardı; üzeri titizlikle dizilmiş belgeler, mühürler, ve saray iç yazışmalarını taşıyan küçük parşömen rulolarıyla doluydu. Belgelerden birinin kendisine ait olduğunu düşündü Esem. Raflarda Şhaabani tarihine dair kitaplar, araya sıkışmış birkaç Babürca metin dikkat çekiyordu. Odanın bir köşesinde yüksek, kalın yastıklarla çevrili bir oturma alanı ve arka duvarda küçük bir iç pencere vardı. Pencere, gül bahçesine bakıyor ve dışarıdan arada bir esen hafif rüzgârla içeriyi gül yaprağı kokusu sarıyordu.
Sencer pencerenin hemen yanındaki çalışma sandalyesinde oturuyordu. Uzun, koyu yeşil kaftanı dizlerinin üzerine dökülmüş, bir elinde Esem’e ait belgelerden biri, diğerinde tüy kalem vardı. Yüzü ifadesizdi; ne öfke ne de merhamet okunuyordu. Ancak gözleri, bir çöl tilkisi kadar dikkatli ve sabırlıydı. Esem’in gelişini başıyla selamladı ama ayağa kalkmadı. “Yaklaş,” dedi tok ama ölçülü bir sesle.
Esem birkaç adım attı. Başını öne eğmeden dimdik durdu. Sencer’in gözleri kısaldı, belgeleri yavaşça masaya bıraktı. Esem, yalan söylese de vezirin bunu kolaylıkla ortaya çıkarabileceğini biliyordu. Yalan söylememeye karar verdi.
Sencer, parmak uçlarıyla belgeyi hafifçe itti. “Adın, Esem. Burada Virelya’dan geldiğin yazıyor. Hangi şehrinde büyüdün?”
Virelya’yı biliyordu ama şehirlerini bilmiyordu. Yalan söylese bile anında ortaya çıkardı. “Ben Virelya’dan gelmiyorum. Kaptan Mavren beni alsın diye babam doğum belgemde doğum yerimi değiştirdi. Kimse de bana nereden geldiğimi sormayınca söylemedim.”
Sencer’in kaşları hafifçe çatıldı, yüzü hiç değişmese de gözleri parladı. Bir şeylerin farkına vardığını gösteren o kıpırtı. “Doğruluk iyi bir yol arkadaşıdır.”
Masadan kalktı. Adımlarını sessiz ama kararlı atıyordu. Esem’e doğru yaklaşırken uzun boyu ve dingin duruşuyla bir nevi baskı kuruyordu. Tam karşısında durdu. Esem başını salladı. “Ben saklamadım. Babür’de doğdum büyüdüm. Babür’lü olduğumu bilirlerse ya beni almazlardı ya da Velmora adasına satarlardı. Bu yüzden sessiz kaldım.” Gözyaşları korkuyla akıyordu.
Sencer’ın gözlerinde bir an duraksama oldu. Tahminleri bu yöndeydi ama kızın bu cevabı vermesini beklemiyordu. Dönüp pencereye doğru yürüdü, ellerini arkasında birleştirip dışarı baktı. Ardından sesi daha yumuşak bir tonda geldi. “Yalan söyleyebilirdin, neden yapmadın?” kız daha da ilgisini çekmişti. Ve üzüntüsünde samimi görünüyordu.
Esem, başını dikleştirdi. Gözlerinde çocukça bir inat ve içten gelen bir dürüstlük vardı. “Ben her zaman bildiğimi doğru zamanda söylerim. Çünkü bildiklerimle yaşamayı çok erken öğrendim.”