Bölüm 9

1222 Words
BÖLÜM 9: YÜZÜ OLMAYAN TANRI Nefes nefese gözlerimi açtığımda, hâlâ hayatta olduğuma inanamadım. Göğsüm inip kalkıyordu ama ciğerlerime dolan hava… gerçek mi, değil mi, bilmiyordum. Soğuktu. Sertti. Sanki içimde bir bıçak gibi keskin bir iz bırakıyordu. Bedenim… Sanki bir uçurumdan düşmüşüm gibi ağırdı. Kaslarım, varlığını bile unutmuş gibi uyuşmuştu. En küçük hareketim bile acı veriyor, kemiklerimin içinde bir yankı gibi hissediliyordu. Bir şeyler beni ezmişti. Üzerime çöken ağırlık, sadece fiziksel değil, zihinsel de bir yüktü. Sanki bu dünyada nefes almak bile başlı başına bir savaş gibiydi. Başımı kaldırmaya çalıştım. Ama olmadı. Yavaşça, büyük bir çabayla parmaklarımı oynattım, sonra bileğimi. Hareket ettikçe, vücudumdan kopup düşen bir şeyler varmış gibi hissettim. Ölü deriler mi? Yoksa ruhumun parçaları mı? Yerde yatan bedenimi zorla doğrultmaya çalışırken, nerede olduğumu anlamak için etrafıma baktım. Ama… burası… neresiydi? Gördüğüm şehir yoktu. O sisle kaplı, terk edilmiş sokaklar… o paslı tabelalar, çürümüş binalar, boşlukta yankılanan sessizlik… hiçbiri yoktu. Şimdi bulunduğum yer bambaşka bir dünyaya aitti. Zemin… Taştan ya da topraktan değildi. Simsiyah, cam gibi parlak ama derinliği olmayan bir yüzey. Adeta sonsuz bir boşluğun üzerine serilmiş, hiçlikten yapılmış bir zemin. Kendi yansımamı göremiyordum ama onun beni izlediğini hissediyordum. Gökyüzü… Eğer ona gökyüzü denilebilirse… Üzerimde uzanan sonsuz karanlık, bir gök değil, bir yara gibiydi. İçinde yavaşça hareket eden, şekilsiz varlıklar vardı. İnsan mıydılar? Yoksa sadece ruhlarının gölgeleri mi? Burası gerçek miydi? Yoksa… zihnim bana oyun mu oynuyordu? Nefes aldım. Ama havada metal ve çürük bir tat vardı. Ve sonra, o sesi duydum. Çok yakınımda, fısıltılar. Benden önce buraya gelenler, burada kalmıştı. Ve şimdi… sıra bendeydi. Havada asılı duran bir sessizlik vardı. Ama bu, sıradan bir sessizlik değildi. Hareket eden bir şeyin, nefes alan bir varlığın sessizliğiydi. Yavaşça doğruldum, vücudumun sızlamasına aldırmadan. Her hareketimde, taş zeminin üzerine düşen kan kokusu daha da keskinleşiyordu. Bu koku bana ait miydi, yoksa buraya benden önce gelenlerin mi? Çevreme baktığımda, devasa taş sütunlar gördüm. Tıpkı bir mezarın içine hapsolmuş kemikler gibi uzanıyorlardı. Üzerlerindeki oymalar, tanımadığım ama ruhumun derinliklerinde bir şeyleri uyandıran sembollerle doluydu. Bunları daha önce görmemiştim ama anlamlarını biliyordum. Bu bir mühürdü. Bir kilit. Ve ben kilidin içindeydim. Burası bir tapınak olabilirdi… ama kutsal bir yer değildi. Burası bir hapishaneydi. Tavan, bir uçurum kadar yüksekti. Ama yukarı baktığımda gökyüzünü göremedim. Orada bir şey yoktu. Sonsuz bir boşluk. Karanlık, hareket etmeyen, soluk almayan bir hiçlik. O an anladım. Burası, zamanın bile unuttuğu bir yerdi. Ve buraya ait değildim. Ama… yalnız da değildim. Tam o anda, taş sütunların arasındaki gölgeler kımıldadı. Bir şey… Ya da birileri… Beni izliyordu Kendi nefesimi bile duyamadığım, içime işleyen bir sessizliğin ortasında bir ses yankılandı. Ama bu ses dışarıdan gelmiyordu. Zihnimin içindeydi. Sanki doğrudan beynime kazınıyor, düşüncelerime kök salıyordu. Tanımadığım ama ruhumun derinliklerinde bir şekilde aşina olduğum bir yankıydı bu. Soğuk, duygusuz ama kaçınılmaz. “Sonunda geldin.” Ses tıpkı bir fısıltı gibiydi ama yankısı taş duvarlara çarpıyor, havada asılı kalıyordu. Beni çağıran bir şey vardı. Ve sonra, tapınağın en karanlık köşesinde bir şey kıpırdadı. İlk başta, gözlerimin bana oyun oynadığını düşündüm. Ama gölge gerçekti. Kendi içine çökmüş gibi duran, bükülmüş ve garip bir varlıktı bu. İnsan olup olmadığına dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Ama… elleri vardı. Ve o eller hareket ediyordu. Ama doğal bir hareket değildi bu. Parmakları, zeminde yavaşça sürünerek ilerliyordu. Düzensiz, sarsak ve tedirgin edici bir ritimle. Sanki ne yapması gerektiğini bilmiyormuş gibi… ya da hareket etmeyi yeni öğreniyormuş gibi. Taş zeminde sürünen tırnaklarının çıkardığı ses, içimi kaldıran bir tınıyla yankılandı. İnce, keskin, ruhumu delip geçen bir çığlık gibi. Ve sonra, birden durdu. O an, tüm vücuduma soğuk bir ürperti yayıldı. Çünkü o şey… başı olmayan bir insan figürüne benziyordu. Ama ben… onun beni izlediğini hissediyordum. Bütün bedenim, içgüdüsel bir korkuyla tepki verdi. Kaçmalıydım. Ama nereye? Adımlarımı geriye attım, kalp atışlarım kulaklarımda çınlıyordu. Ama ne kadar geri çekilirsem çekileyim, sanki tapınak benimle birlikte hareket ediyordu. Duvarlar daha da kapanıyor, karanlık üzerime çöküyordu. Ve o… hareket etti. Bedenini göremediğim ama varlığını iliklerime kadar hissettiğim şey, yavaşça bana doğru yaklaştı. Sessizce. Ayak sesleri yoktu. Ama her hareketinde, havada yankılanan o tuhaf fısıltılar çoğalıyordu. O şey, karanlık cübbesinin içinden çıkan kemikli ellerini kaldırdı. Ve elleri, bir anda yüzünü sarmaya başladı. Tırnakları derisini kazıyormuş gibi bir ses çıkardı. Ama burada bir deri yoktu. Orada hiçbir şey yoktu. Sadece… boşluk. Ve sonra, yüzünün olduğu o hiçlik bana doğru genişlemeye başladı. Karanlık, adeta bir girdap gibi kıvrıldı ve üzerime akmaya başladı. Bütün bedenimi yutacakmış gibi… Beni de bir hiçliğe dönüştürecekmiş gibi. “Buraya ulaşan herkes kaybolur. Senin kaderin de farklı olmayacak.” Ses, binlerce ağızdan aynı anda yankılanıyormuş gibi çoğaldı. Artık kaçacak bir yerim olmadığını biliyordum. Çünkü burası bir çıkmazdı. Ve ben… bu karanlığın içinde yalnız değildim. O varlık, yavaşça ayağa kalktı. Ben geriye adım attıkça, o ileri geldi. Ama yürümüyordu. O sadece… kayarak ilerliyordu. Gölgesi büyüdü, duvarlara yayıldı, tapınağın her köşesine sızan bir zehir gibi karanlığı derinleştirdi. Kıpırdamaya cesaret edemedim. Sonra, birden elini kaldırdı. Ve zaman durdu. Hareket edemedim. Konuşamadım. Nefes bile alamadım. Beni izledi. Boş yüzüyle… Görmediğim gözleriyle, beni izledi. Karanlık bir çukur gibi başsız bir bedenin içinde süzülen o boşluk, içime bakıyordu. Derimi delip geçen bir soğukluk, ruhumun en derinlerine sızdı. Bir an, orada durmayan bir şeyin bile bakışlarıyla seni çiğ çiğ yiyebileceğini anladım. Tam o an, başka bir ses yankılandı. “Onunla pazarlık et.” Bu kez, ses zihnimin içinden gelmiyordu. Bu ses… benim yanımdaydı. Başımı çevirdiğimde, karanlığın içinden bir silüetin belirdiğini gördüm. Gölge dalgalandı, yavaş yavaş şekil aldı… ve ben, donup kaldım. Karan. Ama… bu nasıl mümkündü? O buraya hapsolmuştu. Buradan çıkamıyordu! O zaman bu Karan mıydı, yoksa onun bir yankısı mı? Beni gördüğünde, yüzündeki ifade değişti. Korku. Bu… garipti. Karan korkmazdı. Gözleri, hızla bana sonra da Yüzü Olmayan Tanrı’ya kaydı. O şeyin gölgesi ona değdiği anda, Karan’ın vücudu titredi. Sanki içinden bir şey çekiliyormuş gibi. Sonra, öyle bir şey söyledi ki… “Sakın onunla konuşma!” Ama çok geçti. Çünkü o şey konuştu. “Bana ait olan bir şeyi getirirsen… seni serbest bırakırım.” Sesi… tıpkı çürüyen kemiklerin birbirine sürtünmesi gibi tınladı. Zamansızdı. Sonsuzdu. Kendi içinde yankılanan, tanımlanamaz bir fısıltıydı. O an anladım. Bu varlık, bir gardiyandı. Bir hapishane bekçisi. Ve buradan kaçmanın tek yolu… onun istediğini getirmekti. Ama bir sorun vardı. Ne istiyordu? Sessizlik, ciğerlerime ağır bir taş gibi oturdu. O şey başını hafifçe yana eğdi. Sonra, boğuk bir sesle cevap verdi: “Ruhunu geri ver.” Kanım dondu. Bu ne anlama geliyordu? O şey… benden bir şey almış mıydı? Geri adım attım. Ama… bir şey beni geri çekti. Bir el. Sıcak. Canlı. Gerçek. Karan. Elimi sıkıca kavradı. Parmakları, kemiklerime kadar işleyen bir güçle kasıldı. Sanki beni buraya mıhlamak istiyordu. Ve o an, sesi yankılandı. Titreyen, kesik kesik gelen bir uyarı gibi. “Sakın! Bu bir tuzak!” Tuzak mı? Ama… başka seçeneğim var mıydı? Buradan kaçmanın bir yolu olmalıydı. Bu tapınakta çıkış yoktu. Sadece duvarlar. Sadece karanlık. Sadece kaybolmuş ruhlar. Burası… yaşayan bir hapishaneydi. Ve gardiyanı önümde duruyordu. Boş yüzüyle. Zamansız sesiyle. “Bana ait olanı geri ver.” Ne istiyordu? Ruhumu mu? Gerçekten ruhumu kaybettim mi? Bunu nasıl bilebilirdim? Bir ruhun olmadığını nasıl fark edebilirdin ki? Ya da… ben zaten ölü müydüm? Kafamda sorular girdap gibi dönüyordu. Ama zamanım tükeniyordu. Yüzü Olmayan Tanrı, bir adım attı. Karan’ın elini daha sıkı tuttum. Ama o, gözlerini benden ayırmadan fısıldadı. “Bunu yaparsan… geri dönemezsin.” Peki ya geri dönecek bir yerim kaldı mı? Bu tapınağın sırrı neydi? Ve en önemlisi… buradan sağ çıkabilecek miydim? DEVAM EDECEK…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD