BÖLÜM 10: KAN VE ATEŞ TAPINAĞI
Karan’ın eli hâlâ bileğimi sıkıca kavrıyordu.
Bedenim titriyordu, ama o el, o sıcak, canlı el, bana bir bağ gibi hissettiriyordu. Sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi, gerçekten tutuyor gibi… ama bu bağ, aynı zamanda bir zincir gibiydi.
Karan’ın yüzündeki korku, yavaşça içimi kapladı. Gözlerindeki panik, hâlâ bir çıkış yolu olduğuna dair bir umut taşıyor gibiydi ama bu tapınak, bu gölge varlık, her şey… her şey onu çaresiz bırakıyordu. Benim gibi.
Beni buradan çıkarmaya çalışan tek şey, onun sözleri gibiydi. Ama o bile yeterli değildi. Zihnim karışmıştı. Gerçek ile hayal, korku ile gözlemler birbirine karışıyordu. Sanki her şeyin bir büyü olduğunu hissediyordum, bir yalan gibi, her an çökebilir.
Önümde Yüzü Olmayan Tanrı duruyordu. O varlık, varlık değilmiş gibi görünüyordu ama ne kadar bakarsam bakayım, orada olduğunu biliyordum. Yoktu ama vardı. Yüzü… yoktu. Gözleri, ağzı, burnu, ne varsa, hepsi bir hiçliğe dönmüştü. O kadar derin bir boşluktu ki, sanki bu varlık sadece bir yansıma, bir yankı gibi vardı.
Ve o varlık… bana doğru yaklaşıyordu.
Her adımı, yerin sistemi gibi, karanlıkla ve soğukla sarmalanmıştı. Her şey yavaşlamıştı, zaman durmuş gibiydi. Nefesimi bile duyamıyordum.
O boşluk… Gözlerim bile onu göremiyordu ama zihnime kazınan bir hissetme vardı. O varlık, her şeyimi izliyordu.
Ve bir kez daha… o ses yankılandı.
“Ruhunu geri ver.”
Bunlar, sadece bir cümle gibi geliyordu. Ama bu, bana ait her şeyin ötesinde bir şeydi. Bir anlaşma mıydı? Yoksa bir bedel mi? O üç kelime, beynimde yankılanıyordu. Onların yükü, her şeyin yükü gibiydi.
Bunlar zihnime kazınmıştı, her yönüyle. Kalbim, her çırpınışımda daha derin bir korku içinde boğuluyordu. Ama bir yandan da hissettiğim bir gizli isyan vardı. Ruhumu mu verecektim?
Hangi parçalarım kaldı ki?
Yavaşça başımı kaldırıp Karan’a baktım. Onun korkusu benim korkumla birleşiyordu. Ne yapmam gerekiyordu? Bir çıkış yolu var mıydı?
Her şey… belirsizdi.
“Neden?” diye fısıldadım, ama sesim öylesine zayıftı ki, sanki buradaki hava bile benim kelimelerimi yutuyordu. Sesim, karanlıkta bir çığlık gibi kayboluyor, havada asılı kalıyordu.
Karan’ın gözlerinde korku vardı. Bir korku ki, beni bir adım daha geri çekilmeye zorluyordu. Gözlerindeki panik, sanki daha önce de buradaymış gibi, bir şeyi, bunu daha önce yaşamış gibi bakıyordu. Ama şimdi, her şey farklıydı.
“Çünkü bu tapınak, ruhlarını kaybedenlerin hapsedildiği bir yer. Eğer ruhunu geri vermezsen… burada sonsuza dek kaybolacaksın.”
Bu sözler, zihnimde yankılandı. Sonsuza dek kaybolmak… İçimi bir dondurucu soğuk kapladı. Gözlerim karanlığa kaydı. Tapınağın derin köşelerinde sessizce bekleyen, boş yüzlü varlık, Yüzü Olmayan Tanrı, sesini yükseltti. Ama bu kez, sadece duyduğum korku değil, aynı zamanda bir zorunluluk vardı. Beni çekip alacak olan, ruhumu almak isteyen o gölgeli varlık, kendi varlığının ne kadar eski olduğunu, ne kadar derinlemesine yerleştiğini biliyordu.
Tüylerim diken diken oldu. O varlık, sadece beni izlemekle kalmıyor, zihnimi de sıkıca sarıyordu. İçimde bir sıkışma vardı, bir ağır bir baskı hissettim. O, sadece bir gardiyan değil, aynı zamanda ruhumu yok edebilecek kadar güçlü bir yargıçtı.
Ruhumu geri vermek mi? Ama… ben hâlâ hayattaydım. Hayatta olmak, bir bedeni doldurmak, kanımın içinde bir yaşam olduğu hissiyatını taşımak, bu kadar basit ve doğal bir gerçekti.
Bir ruhu olmadan insan nasıl hayatta kalabilirdi? Ya da kalır mıydı?
İçimde bir şeyler eksik miydi? Bir boşluk vardı, ama bunu tanımlayamıyordum. Belki de gerçekten bir parçam eksikti. Ruhum, daha önce bir kez kaybolmuştu. O kadar uzun zamandır karanlıkta yer edindi ki, ben bile onun eksikliğini şimdi fark edebiliyordum.
Gözlerim, yavaşça Karan’a kaydı. O, bu yerin hapishane olduğunu biliyordu. Bir hapishane, bir kaybolmuşluk yeriydi. Burada kimse gerçekten özgür olamazdı. O, burada kalmıştı. Yıllardır, kim bilir ne kadar zamandır, bu duvarların arasında sıkışmıştı. Zamanın ne kadar geçtiğini bile bilmiyordu.
Ve şimdi, ben de buradaydım. Burada mahsur kalmıştım. O varlık benden ruhumu istemişti… Ya da başka bir şey. Ama bir şey daha vardı, Karan’ın bakışlarındaki endişe ve çaresizlik, benim kararımı etkileyecek gibi hissediyordu.
Ama benim için hâlâ bir çıkış vardı. Bunu hissettim. İçimdeki bir keskin his bunu söylüyordu.
Ve bu çıkış… Yüzü Olmayan Tanrı’nın benden istediği şeyi ona vermekten geçiyordu. Ama… o şey, neydi? Ne verecektim? Gerçekten ruhumu mu? Yoksa başka bir bedel mi vardı?
Gözlerim, boşluğa kayarken, Karan’ın sesindeki titremenin ardında, kendi derin korkumu da hissedebildim. Karan, buradan kaçmayı başaramamıştı. Ama ben yapabilir miydim?
Bedenimi bir ürperti sardı. Derin bir soğuk, içimi dondurdu. Yüzü Olmayan Tanrı elini kaldırdı. Avcunun içinde, simsiyah bir madde dalgalanıyordu. Bu, sadece karanlık bir gölge değildi. Hayır, bu yaşayan bir şeydi. Bir gölge değil, bir varlık. Sanki kendi başına bir ruhu vardı, ama her yönüyle boş ve bütün…
“Dokun,” dedi, sesi bir yankı gibi zihnimde çınladı.
Kalbim hızlandı. Beni içine çeken bir boşluk vardı, her şeyin merkezine çekiliyormuşum gibi hissediyordum. Her geçen saniye daha da kararmaya başladım. Ellerim titriyordu. Ne yapıyordum? Bu bir hata mıydı? Hayır, artık duramazdım. Yüzü Olmayan Tanrı bana bir fırsat sunuyordu. Bir fırsat, bir seçenek. Bir karar.
Karan’ın sert bir şekilde bağırması, “Hayır!” sesi, tüm dünyayı geçiyormuş gibi kulağımda yankılandı. Ama sesinin ardındaki korku, benden çok onun korktuğuna işaret ediyordu. O da biliyordu, burada bir şeyler yanlış gidecekti. Ama çok geçti.
Bir şekilde, görünmez iplerle çekiliyormuşum gibi, elimi kaldırdım. Vücudum, sanki kendi iradem dışında hareket ediyordu. Parmaklarım, o siyah, kaygan maddeyle buluştuğunda, içimde bir şey sarsıldı. Sanki vücudum bir çelik tel gibi gerildi ve içimdeki her şey bir anlığına felç oldu. Bir bağ kopuyordu. Bir parçam, gerçekten kopuyordu. Sanki dünyayla olan bağım yavaşça çözülüyordu. Bir şey yerinden oynuyordu.
Bir çığlık yankılandı, ama bu ses benim içimden değildi. O çığlık, beynimin derinliklerinden, daha önce var olmayan bir yerden yükseldi. Yalnızca zihnimde duyuyordum. O çığlık, sanki binlerce yıl boyunca unutulmuş bir acıyı dışarıya salıyordu.
“Ruhun, sana ait değil.”
O an… her şey değişti.
Birden, dünyadaki tüm renkler kayboldu. Karşımdaki Yüzü Olmayan Tanrı bir anda daha da büyüdü. Ellerim, o siyah maddenin içine gömüldü, sanki bedenim ona doğru çekiliyordu. Zihnim, her geçen saniye daha fazla yabancılaşıyordu. Ne görebiliyordum? Ne hissediyordum? Zihnimdeki çığlık kesildi, ancak boşluk daha da derinleşmişti. Bu yer… bir hapis olmaktan çıkmıştı. Artık, bir başka gerçeklikti.
Ve bir an için, beynimde bir parıltı oluştu: Ruhumun gerçekte hiç bana ait olmadığını… Hiçbir zaman ait olmamıştım.
Her şeyin bir yankıydı.
Gözlerimi kapattığımda, başka bir dünyaya düştüm. Bir anda, her şey değişti. Bir an önceki karanlık, tüm bedeni sararan soğuk yerini kızıl alevlere bırakmıştı. Varlığım sanki bir parçaya ayrılıyordu, bedenim, ruhum, her şeyim… hepsi birbirinden kopuyordu, ama aynı anda her şey bir araya geliyordu.
Etrafımdaki tapınak kayboldu, o soğuk ve karanlık duvarlar bir anda yok oldu. Yerine, alevler ve küllerle kaplı bir dünya geldi. Her bir adımımda, zeminim sanki yanıyormuş gibi, ama aynı zamanda kurumuş bir toprak beni içine çekiyordu. Gökler, kıpkırmızıydı. Her şey, sanki bir kıyamet anını yaşıyordu. Burada zaman durmuş gibiydi. Gözlerim, yanan dünyanın her köşesini tararken bir boşlukta kayboluyordu.
Ve o an, önümde, devasa bir taht belirdi. O taht, taç giymiş bir gücü barındırıyordu, ama bu güç ölüydü. O tahtın üzerinde, insana benzeyen ama insan olmayan bir varlık oturuyordu. Bedeni, hiçbir canlıya ait olmayan şekilde hareket ediyordu, gerçekten var mıydı? Yoksa bu bir yansıma mıydı?
Onun gözleri kan kırmızıydı. Bir bakışı, derin bir boşluğu içine çekiyordu. Gözleri, sadece bir şeyin derinliğini göstermekle kalmıyor, sanki geçmişin, gözyaşlarının ve ölümün izlerini taşıyordu. O gözlerde, bir içsel güç vardı, ama bu güç, daha önce hiç görmediğim türden bir karanlıkla sarılıydı.
Ve ses… sesi ölü kralların yankısı gibiydi. Ağırlığı, dünyanın her köşesini sarmıştı. Kendisinin varlığını hissettiriyordu, sanki ses her yerde yankı yapıyordu, ama yalnızca benim içimde derinleşiyordu.
“Geri geldin.”
O cümle… bir yankı gibi zihnimde çınladı. O an, zihnimde bir açıklık oluştu. Bu sesi tanıyordum. Bu tanıdıklık, bir yüzyıldan fazladır kaybolmuş bir anı gibiydi. Ama nasıl? O kimdi? Bu varlık… gerçekten kimdi? Ne zaman, nerede, nasıl tanımıştım?
Bir soğuk rüzgar bedenimi sarmaya başladı, ama her şeyin boşluğu içinde kayboluyordum.
“Ben… kiminleyim?” diye fısıldadım, sesim neredeyse duyulmaz bir şekilde kayboldu. Bu soruyu o kadar derin bir korkuyla sormuştum ki, yanıtı duymaya hazır olup olmadığımı bilmiyordum.
Varlık, gözlerini bana dikti, bakışları beni derin bir boşluğa çekiyordu. Gözlerinde, bir çağın bütün hikâyeleri vardı; geçmişin ve geleceğin birleşiminden oluşan karanlık bir okyanus. Ardından, dudaklarından şu kelimeler döküldü:
“Sen… bizden birisin.”
Yüreğim sıkıştı, sanki o kelimelerle kalbim birkaç adım geri atmış gibiydi. Derin bir boşluk içinde kaybolmuş gibiydim. Bu ne demekti? Kendi kimliğimi sorgulamaya başladım, ama her şey bulanıklaşmıştı. Ben kimdim? Kimse beni tanımıyordu. Geçmişime dair tek bir net anı bile yoktu. O zaman, bu varlıkla aramızdaki bağ neydi?
Ve işte o an… zihnime binlerce anı doluştu. Ama bu anılar bana ait değildi. Onlar benim içimde yankı yapan başkalarının hayaletleriydi. Bir yüzyıldan fazlası… ama ben onları hiç yaşamamıştım. Kimdi onlar? Kim, bir zamanlar benim bedenimle yaşadı?
Zihnimdeki karanlık anılardan bazıları en korkutucusuydu. Savaşlar… kanın toprağa döküldüğü, hayatların bir anlık öfkenin içinde silindiği savaşlar. Kanlı ritüeller… insanlar, tanrılara sunulmuş kurbanlar gibi, bedensel ve manevi varlıkları birbirine karıştıran korkunç törenler. Küllerden doğan tanrılar… dünyayı yok etmek için bir araya gelen tanrıların, evreni yeniden yaratmaya çalıştıkları anlar. Ve ateşin içinde yanan insanlar… bir zamanlar yaşamış, ama şimdi sadece küllerine dönüşmüş insan ruhları. O ateşin içinde kaybolmuş hayatlar, birbirine bağlı, kaybolan her anıyla…
Birden… kendimi o anıların içinde buldum. Bir parçası gibiydim, ama aynı zamanda o varlıkların bir yankısıydım. Küllerle dolmuş bir dünyanın derinliklerinde kaybolmuş bir tanrı mıydım? Yoksa onlardan bir parça mıydım? Ya da sadece bir hata mıydım?
Ve her bir anı, bir kaybolmuş zamanın yankısı gibi, zihnimin derinliklerinde çırpınarak sesini duyurmaya devam ediyordu.
Gözlerimi açtım. Tapınakta, her şey bir an için yok olmuş gibiydi, ama sonra tekrar var oldu. Ama bu kez… her şey farklıydı.
Karan, beni dehşetle izliyordu. Gözlerinde, hissettiğim o korku ve şaşkınlık vardı. Bir zamanlar tanıdığım, sakin ve güven dolu bakışları, şimdi kaybolmuş gibiydi. Beni tanıyamıyordu. Yüzü Olmayan Tanrı yerinde değildi, ama bir şekilde onun varlığı, ruhumun derinliklerine kazınmış gibiydi.
Ve o boşluğu hissettim. Beni bıraktığı şey hâlâ içimdeydi. O karanlık, o korkunç ağırlık, her anımı tüketen bir yüke dönüştü. Ve değişmiştim. Sadece zihnim değil… bedenim de. Bana ait olmayan bir şey, şimdi varlığımın her bir parçasıydı.
Elllerime baktım. Parmak uçlarım… yanıyordu. Ama bu ateş beni yakmıyordu. Beni ısıtıyordu, sanki benimle yaşıyordu, benimle bütünleşiyordu. Gözlerimden ateşin parıltıları yansıdı. Geriye, sadece ben kalmıştım. Ama ben kimdim? Ne olmuştum?
Karan’ın sesi titriyordu. “Sen artık bir insansın… ama aynı zamanda değilsin.” Bu sözler, karanlık bir boşluğa atılmış gibiydi. Beni anlayabilen biri var mıydı? Karan’ın korkusu, bir zamanlar güvendiğim kişi olmasına rağmen, beni savunmasız hissettirdi. Onun korkusu, benim korkumdu.
O an, her şeyin anlamı değişti. Bu tapınakta sadece zaman kaybolmuyordu. İnsanlar da kayboluyordu. Benimle birlikte kaybolan insanlar vardı. Ruhlar… hatırladıkları her şey… kaybolmuştu. Ve şimdi ben… bir başka kaybolan ruh muyum? Yoksa… ben hâlâ ben miydim?
Karan, bileğimi tuttu. “Buradan hemen çıkmalıyız!” Ama… hangi kapıdan? Burası sonsuz bir labirent gibiydi. Tapınak titremeye başladı. Duvarlardan karanlık akıyordu. Sanki zaman ve mekan birbirine karışıyordu. Nereye gidebilirdim? Bu tapınak, beni ve Karan’ı, buraya hapsedecek bir şeyle doluyordu.
Bir çıkış var mıydı? Yoksa, çok mu geçti? Bir kapı yoktu. Bir yol yoktu. Sadece kaybolmuş bir sonsuzluk vardı.
Ve o sonsuzluk, bizden daha güçlüydü.
DEVAM EDECEK…