Bölüm 18

1790 Words
Bilinmeyenin Eşiğinde Yatağın içinde donup kalmıştım, vücudumdaki tüm kaslar gerilmiş, beynimse tehlike çanlarını çalmaya başlamıştı. O şey… ya da her neyse… tam karşımda duruyordu. Gözlerimi kırpmadan ona bakıyordum. Karanlık, odanın köşelerinde titreşen gölgeler yaratıyordu ama onun silueti, karanlığın içinden ayrışıyordu. Oradaydı. Ve bana bakıyordu. Simsiyah bir palto giymişti, kumaşı ışığı yutuyormuş gibi hiçbir yansıma göstermiyordu. Paltosu yere kadar uzanıyordu ve tek bir kırışık bile yoktu, sanki kumaş değil, gölgelerden dokunmuştu. Uzun boyluydu. Omuzları genişti ama hareket etmiyordu. Bütün vücudu sanki boşlukta asılı kalmış gibiydi. Ama varlığı… her hücremi alarma geçirmişti. Onu izlerken, içimde bir yerlerde yankılanan bir his vardı. Tanıdık. Ama ne kadar düşünürsem düşüneyim, kim olduğunu hatırlayamıyordum. İçimde bir şey beni uyarıyordu. Kaç. Ama hareket edemedim. Sanki gözlerimi ondan ayırdığım an, bir şey değişecekti. Bir şey kopacaktı. Yüzünü göremiyordum. Başını hafifçe eğmişti, gölgeler yüzünü tamamen gizliyordu. Ama yine de beni izlediğini biliyordum. Ve tam o an, dudaklarımdan dökülen o kelimeyle, içimdeki boşluk daha da büyüdü: “Sen… kimsin?” O an tüm dünya sessizleşti. Odanın karanlığı derinleşmiş, hava ağırlaşmıştı. Nefes alışverişim hızlanırken, kulaklarıma yayılan fısıltı içimde buz gibi bir ürperti bıraktı. “Beni unuttun.” Sadece iki kelime. Basit, kısa, ama göğsümde anlamını bilmediğim bir ağırlık oluşturacak kadar derin. Sanki bu sözler, içimde gömülü bir anıyı çekip çıkarmaya çalışıyordu ama ben neyi unuttuğumu bilmiyordum. Kalbim kaburgalarımı zorluyormuş gibi atıyordu. Boğazımdan kesik, düzensiz nefesler çıkarken, tüm bedenim hareketsiz kaldı. Bir an için tüm irademi yitirmişim gibi hissettim. Sanki görünmeyen bir el beni yatağa çivilemişti. Geri çekilmek, gözlerimi kapatıp bu görüntünün kaybolmasını beklemek istedim ama yapamadım. Vücudum, beni koruması gereken o içgüdüsel kaçış refleksini bile gerçekleştiremiyordu. Gözlerimi kırpıp tekrar baktım. Karanlık aynıydı. Odanın köşeleri, gölgeler arasında kayboluyordu. Ancak az önce orada durduğuna yemin edebileceğim figür artık yoktu. Ama bu onun gittiği anlamına mı geliyordu? Birkaç saniye nefesimi tuttum, odadaki en ufak hareketi ya da sesi duymaya çalıştım. Kalbimin ritmi o kadar yüksekti ki kendi göğsümde yankılandığını hissediyordum. Odanın sessizliği, geride bıraktığı varlığın hala burada olduğunu hissettirdi. Olan biteni hayal gücüm mü yaratmıştı, yoksa gerçekten bir şey mi görmüştüm? Eğer gerçekten bir şey vardıysa, bu şey neydi? Daha da önemlisi… beni neden unutmakla suçluyordu? İçimde açıklayamadığım bir huzursuzluk büyüdü. Sadece birkaç dakika önce huzur içinde uyuyordum. Günlerdir üzerimde taşıdığım yorgunluk nihayet beni teslim almıştı. Ama şimdi, tüm uykum kaçmıştı. Yavaşça doğruldum. Yatağımın kenarına oturup odanın her köşesini dikkatlice inceledim. Kendi evimde, kendi odamda olmama rağmen her şey yabancı geliyordu. Kendi mobilyalarım bile gölgeler içinde tuhaf şekiller almış, sanki bana ait değilmiş gibi görünüyordu. Elimi saçlarımdan geçirdim, derin bir nefes aldım. Tüm bunlar sadece yorgun bir zihnin bana oynadığı oyunlar olmalıydı. Son günlerde kendimi iyi hissetmiyordum, sürekli bir boşluk hissiyle yaşıyordum. Belki de bu his, geceleri zihnime bu tür görüntüler göstererek kendini açığa çıkarıyordu. Beni unuttun. O sözler kulaklarımda yankılanmaya devam etti. Ne anlama geliyordu? Kimi unutmuştum? Başımı iki yana salladım. Kendimi toparlamalıydım. Derin bir nefes daha alarak ayağa kalktım ve ışığı açtım. Sarı aydınlık, odayı doldurdu ve gölgeler duvar diplerine çekildi. Bomboştu. Her şey yerli yerindeydi. Yatağım, masam, kitaplarım… Hepsi normaldi. Ama içimdeki his… hiçbir şeyin normal olmadığını söylüyordu. ⸻ Gözlerimi açtığımda, odanın içine dolan solgun sabah ışığı göz kapaklarımı rahatsız etti. Uyandığımda ilk hissettiğim şey, üzerime sinmiş o tanımsız ağırlıktı. Sanki içimde bir boşluk vardı, ama nedenini bilmiyordum. Dün gece… Dün gece gerçekten ne olmuştu? Birkaç saniye boyunca tavana baktım, zihnim bulanık ve yorgundu. Gördüklerim bir rüya mıydı, yoksa gerçek mi? Uykuyla uyanıklık arasındaki o ince çizgide, bazen gerçek ve hayal birbirine karışırdı. Ama içimde bir şeyler bunun sıradan bir rüya olmadığını söylüyordu. Yatağın içinde doğrulmaya çalışırken vücudumun garip bir uyuşukluk içinde olduğunu fark ettim. Bütün gece kıpırdamadan yatmışım gibi, kaslarım sertleşmişti. Ellerimi ovuşturdum, parmaklarımı hareket ettirdim. Ve o an gözüm, odanın köşesine ilişti. Pencere. Açıktı. Bir anda içime bir ürperti yayıldı. Ben… Dün gece pencereyi açmamıştım. Bütün vücudum donmuş gibiydi. Zihnim bir açıklama bulmaya çalışıyordu. Belki de uyumadan önce açmıştım ve unutmuştum? Belki rüzgarla aralık kalmıştı? Ama hayır. Perdeler hafifçe sallanıyordu. İçeriye giren sabah serinliği tenimi ürpertiyordu. Ve pencere sonuna kadar açıktı, sadece aralık değil. Yavaşça yorganı üzerimden sıyırdım. Yatağın kenarına oturdum. Ayaklarım soğuk zemine değdiğinde, içim daha da garip bir hisle kaplandı. Dikkatlice doğruldum. Adımlarım yavaş ve temkinliydi, sanki uyanık olup olmadığımı anlamaya çalışıyordum. Pencereye yaklaştım. Ellerim istemsizce yumruk oldu. İçimdeki huzursuzluk göğsüme oturmuştu, sanki biri içten içe beni uyarıyordu. Sonra, dışarıya baktım. Sokak bomboştu. Sabahın ilk ışıkları binaların üzerine yumuşak bir parlaklık düşürüyordu. Uzaktaki ağaçlar hafifçe sallanıyordu. Şehir uyanıyordu, ama sokakta tek bir hareket yoktu. Her şey… normal görünüyordu. Ama neden içimdeki korku geçmiyordu? Boğazımı kuruyarak yutkundum ve başımı iki yana salladım. Belki de gerçekten fazla yorgundum. Belki zihnim bana oyun oynuyordu. Ama yine de pencereyi hızla kapatırken, içimi kemiren o his gitmiyordu. Yeniden aynı yere baktığımda, sokağın köşesinde birinin durduğunu fark ettim. O adam. Dün gece gördüğüm kişi. Simsiyah, uzun bir palto giymişti, kumaşının rengi geceyi yansıtarak adeta karanlıkla birleşiyordu. Ellerini aşağıya, vücudunun her hareketiyle uyumlu bir şekilde sarkıtmıştı. Şapkası, yüzünü gölgelerle örtüyor, sadece derin karanlık gözleri bana doğru bakıyordu. Bütün bedenim titredi. Bir anda, derin bir sessizlik kapladı etrafımı. Nefesim kesildi, göğsümdeki kalp atışlarını duyabiliyordum. Zihnim bulanıklaştı, düşüncelerim dağılmaya başladı, adeta her şeyin anlamı kaybolmuş gibiydi. Bu, bir tesadüf olamazdı. O kadar gerçekti ki, şüphe duymak bile imkansız hale gelmişti. Bir şeyler çok yanlış gibiydi, ama neydi? O adamın varlığı, bir tılsım gibi üzerimde yankı yapıyordu. Peki, o burada ne arıyordu? Burada olmasının bir anlamı var mıydı? Ve daha da önemlisi… Ona bakarken içimdeki boşluk, o derin, karanlık boşluk neden gitmiyordu? Hissettiğim bu yoğun hüzün, korku ve yabancılaşma, sanki yıllarca kaybolmuş bir şeyin eksikliğini hissettiriyordu. Bir tanıdıklık vardı ama ne olduğunu bilmiyordum. Yalnızca o boşluk vardı, kalbimi sıkan, beni boğan. ⸻ O gün iş yerinde her şey bana fazlasıyla normal geldi. Her şey, her zamanki gibi, rutin bir şekilde devam ediyordu. Masamda oturup bilgisayarımı açtım, klavye tuşlarının tıkırtısı odada yankı yaparken, gözlerim ekrandan kayıp, bir an için dünyadan tamamen kopmuş gibiydim. Kahvemi aldım, sıcak kahvenin buharı burnuma ulaştı ve birkaç yudum aldım. Dumanı, soğuyan parmaklarımı ısıttı. Ama her şeyin bu kadar sıradan, bu kadar monoton olması, içimdeki huzursuzluğu yalnızca daha da artırıyordu. Çevremdeki herkes, tıpkı her zamanki gibi, kendi işine gömülmüş, konuşuyor, çalışıyor, gülüyor… Ama ben… edemiyordum. Bir adım geriye çekilip, gözlerimi odanın köşelerinden birine sabitledim. Sanki bu odanın içinde, bu insanların arasında bir yabancı gibiydim. Herkesin hızla akıp giden dünyasında ben, yerimde donakalmıştım. İçimde tarifsiz bir boşluk vardı. Tam kalbimin ortasında bir eksiklik. Sanki bir şey kaybolmuştu, ama neydi bu şey? Ne kadar odaklanmaya çalışsam da, zihnim o eksik parça hakkında hiçbir ipucu vermiyordu. O eksik anıyı, kaybolmuş zamanın bir parçasını hatırlamaya çalışırken, beynimin kıyısında bir ses, bir his, bir görüntü vardı. Ama ne kadar uğraşsam da ona ulaşamıyordum. Yavaşça geri çekiliyordu, elimi uzatsam da hiçbir şey tutamıyordum. Tüm bunları düşünürken, masamın etrafındaki kalabalığa baktım. Her şey o kadar sıradan, o kadar normal görünüyordu ki, sanki bu dünyada bir arıza vardı ve sadece ben bu hatayı görüyordum. Çalışan insanların gündelik telaşları, ofisin neşeli sesi… hepsi bana tuhaf bir şekilde yabancı geliyordu. Bir yanda hayatları akıp giderken, bir yanda ben bu sabah uyanıp sanki farklı bir dünyaya adım atmış gibiydim. Hiçbir şey yerine oturmuyordu. Zihnimdeki o eksiklik büyüdükçe, odada etrafımdan gelen her ses daha da yüksek, daha da keskin geliyordu. Her şey bana daha fazla batıyordu. Bir şeyler eksikti ama ne olduğunu bilmeden, onu bulmaya çalışmak, her geçen dakika beni daha fazla tükenmiş hissettiriyordu. İçimdekini boşaltmaya çalışarak tekrar kahveme baktım. Ama bir şeyler yanlış gibiydi. Her yudumda, sıcaklığın içinde kaybolan yalnızca bir içki değil, aynı zamanda kalbimdeki o karanlık boşluğun daha da derinleştiğini hissediyordum. Bilgisayarımın ekranında yazılar dans ediyordu, fakat onlar da bana yabancıydı. Gözlerim bir cümleye odaklanmaya çalışırken, o eksik anı, kaybolan parça zihnimde dans ediyordu. Ve sonra… yine o his. O korkunç, tarifi zor boşluk. Gerçekten unuttuğum bir şey var mıydı? Yoksa sadece zihnim mi bana oyun oynuyordu? Ve en kötüsü de bu… Ne düşündüğüm ne de hissettiğim doğruydu. Ne kadar uğraşsam da, her şeyin arkasındaki anlamı bulamıyordum. Bu, hayatımda hissettiğim en tuhaf andı. Öğle arası, ofisteki sessizliğin ortasında telefonum çaldı. Ekranda “Bilinmeyen Numara” yazıyordu. Başlangıçta tereddüt ettim. Normalde böyle numaraları açmazdım, ama bir şeyler beni o an telefona doğru itti. Bütün vücudum bir anda gerildi, içimde açıklanamayan bir his vardı. Sanki bir şeyler bu çağrıda gizliydi. Bir süre telefonu elimde tutup, numaraya bakarak derin bir nefes aldım. Sonra kararımı verdim ve tuşa basarak telefonu açtım. Ve o an, duyduğum ses, her şeyin içinden geçmiş gibi geldi. Bir anlık sessizlikten sonra, telefondan gelen o tanıdık ses, sanki yıllardır duymadığım bir yankı gibi her tarafımı sardı. “Görüşmemiz lazım,” dedi. Sesi… evet, tanıdık gibiydi. Ama kim olduğunu hiçbir şekilde hatırlayamıyordum. Tanıyor muydum onu? Neden bu kadar korkutucu bir şekilde tanıdık geliyordu? Birdenbire kalbim hızla çarpmaya başladı, kulaklarımda bir uğultu vardı. Bütün vücudum bir anda titredi. Telefona gözlerimi dikerek, dudağımda beliren soruyu zorla mırıldandım: “Sen… kimsin?” Sanki sesim, söylediklerimi geri almak istiyordu. Derin bir nefes aldım, ama yine de kelimelerim zorla çıkıyordu. Telefonda bir sessizlik oldu, sanki cevap verilecek bir şey yoktu, ya da o an için herhangi bir şey söylenmeyecekmiş gibi bir atmosfer vardı. Sonra, birkaç saniye sonra, o tanıdık ses yeniden yankılandı. “Bunu zaten biliyorsun,” dedi. Sesindeki soğukluk, her kelimenin içinde bir ağırlık barındırıyordu. “Sadece hatırlamıyorsun.” O an, telefonun ağrılı ağırlığını ellerimde hissettim. Parmaklarım sanki donmuş gibiydi. Telefonu elimden kaydırarak yere düşürdüm, ama ses hala kulaklarımda çınlıyordu. O kelimeler, boş bir odada yankılandıkça vücudumun her köşesine işledi. O an nefes almakta zorlanıyordum. Yavaşça yere oturdum, gözlerimi kapadım. İçimde bir şey, bir şeylerin yanlış olduğunu bana haykırıyordu. Bir şey kırılmak üzereydi, bir şey… kaybolmuştu. Ama neydi? İçimdeki boşluk büyüdü. Bir şeylerin eksik olduğunu biliyordum, ama ne olduğunu bir türlü hatırlayamıyordum. O sesin söyledikleriyle bir bağlantı kurmaya çalıştım. “Sadece hatırlamıyorsun.” Bu cümle beynimde sürekli dönüp duruyordu. Bu… ne anlama geliyordu? Gerçekten bir şeyler unuttum mu? Bir an, sanki her şeyin anlamı kaybolmuş gibiydi. Zihnimdeki bulanıklık, giderek daha keskinleşiyordu. O ses, kimdi? Ve neden bu kadar derin bir etki bırakıyordu? Neden bu kadar tanıdık ama bir o kadar da yabancıydı? Kalbim, sanki her an patlayacakmış gibi hızlıca atıyordu, gözlerim ise boşluğa dalmıştı. Bir şeyler eksikti, bir şeyler kaybolmuştu, ama ben neydi o kaybolan şeyin farkında değildim. Telefonun düşüşüyle birlikte, zihnimdeki karışıklık büyüdü. O an, kendime o kadar uzaklaştım ki, kim olduğumu, nereye ait olduğumu sorgulamaya başladım. Hatırlamak istiyor muyum? Ya da, hatırlasam da ne değişirdi? Bir kenara düşen telefonun ekranında, kaybolan bir şeyin izleri, sessizce beni izliyor gibiydi. Gözlerim, telefonu fark etmeden, daha derin bir boşluğa dalarak her şeyi silip süpüren bir kaybolmuşluk duygusuna teslim olmuştu. Evet, bir şeyler gerçekten unutulmuştu. Ama… neden? Ve hatırlamak, içimi rahatlatsa da, aynı zamanda ona ulaşmak beni bir o kadar korkutuyor muydu? Sanki bilmediğim bir şeyi öğrenmekten korkuyor gibiydim. Zihnimdeki o eksik parça, bir şekilde beni uzak tutuyordu. Bölüm Sonu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD