İlk bölüm
Karanlığın ıssız sokakları aslında hep kalbimizin derinliklerindeymiş, ama bunu hiçbirimiz fark etmemişiz. Her adımda dışarıda bir karanlık ararken, aslında o karanlık çoktan içimize yerleşmişti. Biz kendi içimize o kadar yabancı, o kadar kördük ki, ne bir kelime duyabiliyor ne de kendi yankımıza kulak verebiliyorduk. Kendi sesimizi unuttuğumuzda, yalnızca bir sessizliğin içinde kayboluyorduk.
Ben… kendimi duymayalı çok uzun zaman olmuştu. Sesim, sanki bir fırtınada savrulmuş, bilmediğim bir yere hapsolmuştu. Onu bulmaya çalışıyordum, ama her arayış bir çıkmaza dönüşüyor, her çıkmaz beni biraz daha susturuyordu. Bir ara, gerçekten konuşmayı denemiştim. Ama ağzımdan çıkan kelimeler bile tanıdık gelmiyordu. Belki de bu yüzden, dünyayı anlamaya çalışmaktan vazgeçmiştim. Çünkü anlamadığım şey dünyanın karanlığı değildi… içimdeki o sonsuz boşluktu.
Ve şimdi, bu boşluğun içindeydim. Kaybolmuş bir ruh gibi, bir iz arıyordum. Ama her iz, beni geçmişin karanlık sokaklarına geri götürüyordu. Belki de bu hikâyenin başladığı yer orasıydı: kalbimizin ıssız sokakları.
Gözlerimi açtığımda, karşımda bir boşluk duruyordu. Gecenin içine hapsolmuş solgun ışıklar, varlık ve yokluk arasındaki ince çizgide asılı kalmış gibiydi. Yıldızlar kaybolmuştu, ay sanki unutulmuş bir masalın parçasıydı. Gökyüzü sessizdi; kendini inkâr etmiş, kendi varlığını yadsımış gibiydi. O solgun ışıklar ise, birer hatıradan ibaretmiş gibi, havada süzülüyorlardı. Ne sıcaklık ne de yaşam taşıyorlardı; sadece var olduklarını hatırlatan birer gölgeydiler. Ama yine de bir şey vardı onlarda… Bir tür hüzün, bir tür direniş. Sanki kaybolmaktan korkar gibi, gecenin karanlığında öylesine duruyorlardı.
Sessizlik.
O kadar yoğun, o kadar mutlak bir sessizlikti ki, varlığımı sorgularken buldum kendimi. Sanki bu boşluk, yalnızca seslerden değil, zamandan da arındırılmıştı. Nefes alışverişim, bu dünyaya ait olmayan bir yankı gibi kulağıma çarpıyordu. O an, bedenimle ruhumun birbirine yabancı olduğunu hissettim. Bedenim buradaydı, ağır ve hareketsiz, ama ruhum… Sanki karanlığın içinden geçerek başka bir diyara sürüklenmişti. Orada ne vardı bilmiyorum. Belki bir başlangıç, belki de bir son. Ama bu sessizlik… Bu sessizlik her şeyi yutuyor, her şeyden daha gerçek geliyordu.
Sonra… bir ses.
Fısıltılar.
O kadar hafifti ki, neredeyse gerçek olmadıklarını düşündüm. Ama bir yandan da o kadar keskin, o kadar derinlerdi ki, içimi delip geçiyorlardı. Kulağıma değil, ruhuma dokunuyorlardı. Soğuk, kayıtsız, ama garip bir şekilde tanıdık. Belki bir hatıranın yankısıydı, belki de unuttuğum bir rüyanın izleri. Seslerin sahibi kimdi bilmiyordum. Adlarını da bilmiyordum, yüzlerini de göremiyordum. Ama beni çağırıyorlardı. Sessizlikte asılı kalan bir davet gibiydi bu; belirsiz, ama bir o kadar da kaçınılmaz. Onlara karşı koymak mümkün müydü, yoksa çoktan teslim olmuş muydum, bilmiyorum. Sadece hissediyordum. Var olduklarını. Ve beni beklediklerini.
Kaçmalıydım.
O seslerden, o karanlık fısıltılardan uzaklaşmalıydım. Dönüp ardıma bakmalı ve karanlığın beni yutmasına izin vermeden kaçmalıydım. Ama olmadı. Bedenim sanki bana ait değildi artık. Bacaklarım, yıllardır emirlerime itaat eden o sadık uzuvlar, bana ihanet etti. Ne yerimde kalabildim ne de geri çekilebildim.
Bir kuklaydım artık. İplerim, görünmez bir güç tarafından tutulmuş, iradem çoktan elimden alınmıştı. İstemeden, bilinmeze doğru bir adım attım. Ardından bir tane daha. Ve her adımda, fısıltılar biraz daha yakınlaştı. Sanki beni çağıran o sesler, her hareketimle daha derin bir bağ kuruyordu. Korku mu, merak mı yoksa ikisinin karışımı mı beni sürüklüyordu, bilmiyordum. Bildiğim tek şey, artık geriye dönüşün olmadığıydı.
Neden buradaydım?
Her şey o kadar bulanıktı ki, düşüncelerimi toparlamaya çalışırken başım dönmeye başladı. Daha az önce odamdaydım, değil mi? Başımı yastığa koymuş, sıradan bir gece gibi sabahı bekliyordum. Sabah. O tanıdık aydınlık, o güvenli rutinin içinde kaybolacağımı düşünmüştüm. Ama şimdi buradayım.
Hiç bilmediğim bir dünyanın içinde, hiçbir haritanın işaretlemediği bir yolda yürüyorum. Bu yol beni nereye götürüyordu? Neden buradaydım? Burası bir rüya mıydı, yoksa bir yanılsama mı? Yoksa gerçeklik, sandığımdan çok daha kırılgan bir şey miydi?
Her adımda sorular zihnimi biraz daha kemiriyor, belirsizlik içimde bir yara gibi büyüyordu. Ama asıl korkutucu olan, buranın bana tamamen yabancı olmamasıydı. Sanki daha önce buradaydım. Sanki burası, unuttuğum bir parçamdı.
Etrafıma baktım.
Bir ormandaydım. Ama burası sıradan bir orman değildi; burada her şey, her detay, canlılıktan yoksun bir anıt gibi duruyordu. Ağaçlar, gökyüzünü tamamen gizleyecek kadar sık ve devasa boyutlardaydı. Gövdeleri karanlık, dalları bıçak gibi keskin görünüyordu. Yapraklar… hiç kıpırdamıyordu. Sanki hepsi taş kesilmiş, bir heykelin parçası haline gelmişti.
Rüzgâr esmiyordu. Hiçbir şey hareket etmiyordu. Zaman bile burada akmayı unutmuş gibiydi. Ölü bir dünyanın içinde hapsolmuş gibiydim, bu sessizlik beni yavaş yavaş içine çekiyordu. Sessizlik, bir sessizlik olmaktan öteye geçmişti; üzerime kapanan görünmez bir kafes gibiydi. Nefes almak zorlaşmıştı, ama bu ağırlığın kaynağı neydi bilmiyordum. Belki bu ormanın kendisiydi, belki de buraya ait olmadığımı bilen bir şeyin beni izliyor oluşuydu.
Ve adımlarım beni, istemeden de olsa, bir yola sürüklüyordu.
Önümde uzanan patika, solmuş yapraklar ve düzensiz taşlarla kaplıydı. İlk başta sıradan bir orman yoluna benziyordu, sanki nereye gittiği belli olmayan bir patika… Ancak her adımda yolun şekli değişiyordu. Yürüdükçe, taşların üzerindeki çatlaklar belirginleşti, yaprakların yerini toz ve ince bir küf tabakası aldı.
Orman yavaş yavaş arkamda kalıyordu. Ağaçların gövdeleri soluk bir anıya dönüşürken, etrafımdaki manzara sessizce değişti. Bir anda, o patika bir sokağa dönüştü. Eski bir sokak… Taş binaların arasından geçiyordum şimdi. Duvarlar yosunlarla kaplıydı, pencere pervazları çürümüş, kapılar ise zamanın ağırlığıyla eğilmişti. Bu sokak, yıllardır terk edilmiş gibiydi, ama bir şekilde, her köşesi tanıdık geliyordu. Sanki burada daha önce bulunmuş gibiydim. Ama ne zaman? Ve neden? Bu sorular, sessizlikle birlikte beni takip ediyordu.
Binalar belirdi.
Terk edilmişlerdi. Camları kırık, duvarları çatlaklarla doluydu. Bir zamanlar yaşam dolu olduklarını düşündüm, ama şimdi sadece sessiz tanıklar gibi, geçmişin ağırlığını taşıyorlardı. Sokakta ilerledikçe, bakışlarım paslı bir tabelaya takıldı. Harfler neredeyse silinmişti, ama yine de okunabiliyordu:
Çıkmaz.
Bir ormanda nasıl çıkmaz bir sokak olabilirdi? Bu mantıksızlığa takılıp kalmam gerekiyordu, ama zihnimi kemiren başka bir soru vardı.
Neden bile isteye oraya gidiyordum?
Her hücrem kaçmam gerektiğini fısıldıyordu, ama adımlarım durmak bilmiyordu. Bu çıkmaz sokak, beni içine çekiyor gibiydi. Sanki görünmez bir el, beni ileriye doğru itiyordu. Merak mıydı bu? Yoksa başka bir şey mi? Hiç bilmediğim bir yerin çağrısına neden bu kadar dirençsizdim? Yolun sonunda ne olduğunu bilmiyordum, ama yine de yürümeye devam ettim. Çünkü durmak, beni daha çok korkutuyordu.
İçimdeki korkuya rağmen, adımlarımı durduramıyordum.
Her adım, beni bilinmeze bir adım daha yaklaştırıyordu. Ama bu sefer, sadece sessizlik değildi beni takip eden. Gölgeler… kıpırdandı.
Ağaçların arasında bir şeylerin hareket ettiğini hissettim. Kalbim bir anda hızlandı, nefesim düzensizleşti. Karanlığın derinliklerine odaklanmaya çalışırken, adımlarım bir anlığına duraksadı. Zaman, etrafımda bükülmüş gibi hissettim; saniyeler birer yıl gibi geçti.
Ve onu gördüm.
Karanlığın içinden sıyrılan bir siluet… İlk başta belli belirsizdi, sanki gölgelerden doğmuş gibiydi. Uzun ve zarif, ama ürkütücü bir şekilde sessizdi. Bedenim dondu, ama zihnimde yankılanan tek bir düşünce vardı: Bu şey… beni izliyordu.
Kimdi o? Ya da daha doğrusu, neydi? Gözlerimi kaçırmak istedim ama yapamadım. Siluet, karanlığın içinden adım adım bana yaklaşıyordu.
Ay ışığının bile var olmadığı bu dünyada, o kendi ışığını taşıyormuş gibiydi. Parıltısı ne sıcak ne de soğuktu; açıklanamayan bir büyü gibi, her şeyden farklıydı. Yüzü karanlığın içinde saklıydı, ama varlığı… O varlık, sanki zihnimin derinliklerinde çoktan yer etmişti.
O burada olmalıydı. Burada. Ama neden? Ve nasıl? Onu tanıyordum, değil mi? Ya da en azından tanıdığımı sanıyordum.
Zihnimde beliren bu tuhaf tanışıklık hissi, ürkütücü bir şekilde tanıdık ama bir o kadar da belirsizdi. Gözlerini göremiyordum, ama onların üzerimde olduğunu hissediyordum. O bakışlar… İnsanı iliklerine kadar donduran, ama aynı zamanda çaresizce içine çeken bir güce sahipti.
Beni çağıran oydu. Bunu biliyordum. Her şeyin sebebi oydu. Ama neden? Neden buradaydım? Neden beni çağırıyordu? Ve daha da önemlisi, neden bu kadar isteksiz olmama rağmen çağrısına karşı koyamıyordum?
Ona doğru bir adım attığımda, yerin ayaklarımın altından kaydığını hissettim. Bir an, sanki dünya tüm yükünü üzerime vermek istiyormuş gibi, her şey beni çekiştiren bir kuvvetle alıp götürüyor gibiydi.
Boşluk.
Bir anda düşmeye başladım. Zemin kaybolmuş, duvarlar, gökyüzü, her şey silinmişti. Havada süzüldüm, kaybolan bir şeyin peşinden sürüklenirken, bana ait olmayan bir vakumun içinde yuvarlanıyordum. Ne bir ses, ne de bir nefes vardı. Sadece ben, yalnızca bir boşluk içinde, sonu olmayan bir uçuruma doğru ilerliyordum.
Ve sonra…
Bir anlık bir kesintiyle, gözlerimi açtım.
Odamdaydım.
Ama her şey, her şey çok farklıydı. Işıklar sanki daha solgundu, hava daha ağırdı. Derin bir sessizlik vardı, her şey sanki uzaklaşmış, ama varlıklarını hâlâ hissediyordum. Sanki her şeyin tam ortasında, bir gerçeklikten diğerine geçmiş gibiydim. Bir şeyler yanlış gibiydi… Ama neydi, neydi bu değişim?
Ciğerlerime dolan hava bile farklıydı. Soğuk, keskin, yabancı bir havaydı. Parmak uçlarımda beliren titreme, sanki içimde bir şeyin kıpırdamaya başladığının işaretiydi. Kalbim, her atışında göğsümü zorlayarak çarpıyor, neredeyse vücudumun her köşesine yayılıyordu. Ve en korkuncu…
Ayaklarım hâlâ o ormanın toprağıyla kaplıydı. İçimde bir korku, bir kaybolmuşluk duygusu beliriyordu. Ayaklarım, her adımda, toprakla bağımı hissettiğimde bile, gerçeklikten uzaklaştığımı düşündüren bir his uyandırıyordu. Sanki bacaklarım, başka bir dünyaya adım atmış gibiydi.
Nefesim düzensizdi. Göğsüm inip kalkıyordu ama odanın içindeki sessizlik, tüm bu hareketlerin, tüm bu yaşamın ötesine geçip her şeyin içinden yankılanıyordu. Sanki bu sessizlik beni yutmaya hazır bir yaratık gibiydi; ağır, korkutucu ve kaçacak hiçbir yer yoktu.
Gözlerim, istemsizce pencereye kaydı. Dışarıda hiçbir şey görünmüyordu. Sadece boşluk, gri bir örtü gibi her şeyin üstünü kaplamıştı. Ama bir şey vardı, bir şey orada. Gözlerim, karanlıkta bir hareket aradı, bir işaret… ama her şey, sanki en küçük bir işareti bile kabul etmeyecek kadar suskundu.
Ama dışarıda, her zamanki şehir ışıkları yerine kapkara bir boşluk vardı. Boşluk, derin ve sonsuz bir kara delik gibi, her şeyi içine çekmeye hazırdı. Odam, bir anda, dünyadan kopmuş gibi hissettiriyordu. Sanki bilinmeyen bir boyuta, bilinçaltımın en karanlık köşesine sürüklenmişti. Her şeyin rengi silinmişti, zaman yoktu, yer yoktu.
Rüya mıydı?
Evet, öyle olmalıydı. İnanmaya çalıştım, bu kesinlikle bir rüyaydı. Bedenim, uyandırmaya çalıştığım o eski gerçekliği birer birer yitiriyordu. Ama eğer sadece bir rüyaysa…
Ayaklarım neden hâlâ o ormanın toprağıyla kaplıydı?
Beynim bunu anlamak için çırpınırken, titreyen ellerimle battaniyeyi kaldırdım. Sanki her şeyin uyanması için bir son hamle gerekiyordu. Ama gördüğüm şey… gözlerim ne kadar zorlasam da bu gerçekliği reddedemedi. Ayak parmaklarımın arasına sıkışmış ince, kuru yaprakları gördüm. Her biri, toprağın derinliklerinden, karanlık bir ormanın içinden gelmiş gibiydi. Ve içime, soğuk bir korku çökmeye başladı. Bu, sadece bir rüya olamazdı.
Hızla yataktan fırladım. Ama her şey, her hareket, her an sanki yavaşça beni bir hapsi içinde tutuyordu. Kollarım, bacaklarım kasılmış, bedenim iradesizce hareket ediyordu. O boşluğa doğru adım atmaya çalıştıkça, her şeyin daha fazla kaybolduğunu, daha da derinleştiğini hissediyordum.
Odaya yabancıymışım gibi etrafa bakındım. Her şey yerli yerindeydi, her şey tanıdıktı, ama bir şey farklıydı. Her şeyde bir eksiklik, bir çatlak vardı ve bunu hissedebiliyordum. Bir şey beni buraya çekiyordu, bir şey buranın gerçeğiyle arama bir duvar örmüştü.
Ve sonra… tekrar duydum.
Fısıltılar.
Gecenin içinde, duvarların arasından süzülen, tavanın gölgelerinde yankılanan, ya da zihnimin derinliklerinde çırpınan o sesler… O kadar yakındılar ki, sanki her bir fısıldama, içimde yankı yaparak beni daha derinlere çekiyordu.
Beni çağırıyorlardı. Beni istiyorlardı.
Gözlerim, iradesizce pencereye kaydı. Ellerim, sanki başka bir güç tarafından yönlendiriliyormuş gibi hareket etti, titreyerek perdeyi araladım.
Ve onu tekrar gördüm.
Oradaydı. Sokakta, karanlık gölgelerle örtülmüş, hareketsiz, sanki hiç var olmamış gibi duruyordu. Ama bakışları üzerimdeydi. Gözlerini göremiyordum, ama varlıklarını… hissettim. İçimi saran soğuk, derin bir sessizlikle geldi. Onun varlığı, bir hayaletin soğukluğu kadar hissedilir, bir fırtına kadar yoğundu.
Karan Yıldırım.
Adını bilmiyordum. Ama sanki o ismi zihnime kazınmıştı, doğduğum günden beri bir yerlerde var olan bir şifre gibi.
Pencerenin ardında durmaya devam ettikçe, hava soğudu. Odanın içindeki sıcaklık, birdenbire bir donmuşluğa dönüştü. Nefesim buhara dönüştü ve havada, bir sis gibi yayıldı. Odanın içinde bile, her şey sanki buz kesmişti.
Gözlerimi ondan kaçırmak istedim ama yapamadım. O kadar uzun süre baktım ki, gözlerim yanmaya başladı, sanki göz kapaklarım ağrıyordu. Ama bir an bile kıpırdamadı. O kıpırdamayan adam, sadece vardı, varlığını hissettiriyordu.
Ve sonra…
O kıpırdamayan adam… Aniden ortadan kayboldu. Bir göz açıp kapayıncaya kadar, tüm o karanlıkta silinip gitmişti.
Yutkundum. İçimdeki panik dalgası hızla bedenimi sardı, her kasım titriyordu. Pencerenin camına nefesim çarptı ve hemen buğu oluşturdu.
Ama…
O nefes benim değildi.
Gözlerim büyüdü. Çünkü camın diğer tarafında…
Silik bir yansıma vardı.
O… benim arkamdaydı.
Bağırmak istedim. Kaçmak istedim. Ama bedenim hiçbir şekilde hareket etmiyordu. Sadece bir korku, tüm kaslarımı dondurmuştu.
Ve sonra…
Fısıltılar, daha önce hiç olmadığı kadar yakından, ruhumun derinliklerinden yankılandı. Sanki içimdeki karanlık, onu kabul etmeye başlamıştı.
“Uyan.”
Ve dünya…
Tekrar karanlığa gömüldü.