Kelimeler zihnime kazınmıştı.
“Uyan.”
Sadece bir ses. Fısıltı gibi, ama zihnimde yankılanan, ruhumu sarsan bir emir.
Ama ben zaten uyanık değil miydim? Gözlerim açık, nefes alıyor, etrafımı görebiliyordum. Her şey gerçek gibiydi, ya da öyle olduğunu sanıyordum. Peki ya değilse? Ya içinde olduğum bu dünya, başka bir gerçeğin yansımasından ibaretse? Eğer gördüğüm her şey bir perdeyse, onun ardında ne vardı?
Bedenim donmuştu. Ne kaçabiliyor ne de bağırabiliyordum. Sanki vücudum, bana ait değilmiş gibi kontrolümden çıkmıştı. Arkamdaki varlığın nefesi tenime çarpıyor, soğuk bir rüzgâr gibi ürpertiler bırakıyordu. Odanın karanlığı daha da yoğunlaşmıştı, sanki bir bilinmeze doğru çekiliyordum. Sınırlarını bildiğim bu oda, artık başka bir boyutun kapısı gibiydi. Ve o karanlık, beni yutmaya hazırlanıyordu.
Pencerenin camında beliren soluk yansıma, her şeyden daha korkutucuydu. Tam seçemediğim bir siluet… Belirsiz, ama yine de fazlasıyla gerçek. O kadar yakındı ki, sanki sadece bakarak bile nefesimi kesebiliyordu. Onun gözlerini göremiyordum, ama bakışlarını hissediyordum. Gözlerimi kapatmak istedim, ama bu da mümkün olmadı.
Kelimeler, dudaklarımdan dökülmedi. Ama içimde, zihnimin karanlık köşelerinde yankılandılar.
“Kimsin?”
Soruyu soran ben miydim? Yoksa bu, başka bir sesin yankısı mıydı?
Ama cevap gelmedi. Sadece sessizlik. Yoğun, ezici bir sessizlik… Ve o an fark ettim, en büyük korku, cevap alamamaktan doğuyordu.
Ama bir şey hissettim.
İçimde, derinlere doğru genişleyen bir boşluk açılıyordu. Sanki varlığım bulunduğum yerden koparılıyor, görünmez iplerle başka bir boyuta sürükleniyordu. Hangi yöne çekildiğimi bilmiyordum, ama her şey giderek daha uzak ve daha yabancı geliyordu. Odanın tanıdık kokusu, sıcaklığı, her şey birer birer yok oluyordu. Penceremin camı… suya dönüşüyormuş gibi dalgalandı. Dalgalanmalar büyüdü, yansıma kırıldı, parçalandı ve gözden kayboldu.
Ama sadece bir saniye sürdü. O saniye içinde bir sonsuzluk saklıydı. Ve sonra her şey yeniden şekillendi. Farklıydı. Keskin, soğuk, karanlık.
Ben artık odamda değildim.
Etrafımı saran karanlık, tanıdık değildi. Oda yok olmuştu, ama karanlık canlı gibiydi, nefes alıyor, fısıldıyordu. Uzaklardan bir ses, derinlerden gelen bir yankı gibi kulağıma çalındı. Ayaklarımın altındaki zemin sert ve soğuktu, ama aynı zamanda hareket ediyor gibiydi. O kadar gerçekti ki, her adımımda düşecekmiş gibi hissettim.
Ve sonra fark ettim… yalnız değildim.
Sisler İçindeki Şehir
Kendimi taş bir sokağın ortasında buldum. Hava yoğun bir sisle kaplanmıştı. Sokak lambaları titrek birer hayalet gibi yanıyor, ışıkları solgun bir parıltıyla yere düşüyordu. Etrafı saran sessizlik, insanı ürperten bir tınıyla kulaklarımı dolduruyordu. Binalar eskiydi; zamanın, rüzgârın ve terk edilmişliğin izlerini taşıyorlardı. Taş duvarlarda çatlaklar, unutulmuş hikâyelerin yankıları gibi hissediliyordu. Ama burası… burası benim bildiğim hiçbir yere benzemiyordu.
Ayaklarım çıplaktı, soğuk taş zemini hissediyordum. Derin bir nefes aldım ama hava bile yabancıydı, sanki başka bir boyutun soluğunu içime çekiyordum. Mantığım bu görüntüyü reddediyordu. Odamda olmam gerekiyordu. Sabah kalkıp kahvaltı yapacak, sıradan hayatıma devam edecektim. Ama buradaydım. Ve her şey, nefes aldığım kadar gerçekti.
Sokağın sonunda bir gölge belirdi.
Hareket etmiyordu ama varlığını hissedebiliyordum. Sis onun etrafını bir örtü gibi sarıyor, silik bir figüre dönüştürüyordu. Adımlarını duyamıyordum, ama o bana doğru yaklaşıyordu. Bunu hissediyordum. İçimde bir ürperti, aynı zamanda bir tanışıklık… Yabancı ama tanıdık.
Onu tanıyordum.
Karan Yıldırım.
Ona nasıl bir isim verebildiğimi bilmiyordum. Sanki bu isim, zihnimde hep var olmuştu. Ama derinlerde, çok derinlerde, onun kim olduğunu bildiğimden emindim. Ve o an bir şeyi fark ettim: Bu isim bir isimden fazlasıydı. Bir çağrı, bir lanet, belki de hiç bitmeyecek bir hikâyenin ilk yankısıydı.
Daha önce karşılaşmış mıydık?
Hayır. Bu mümkün değildi. Onu daha önce görmüş olmam imkânsızdı. Ama yine de, içimde bir yerlerde bu fikri reddedemiyordum. Varlığı, zihnime kazınmış gibiydi. Ne kadar inkar etmeye çalışsam da, bir parçamdaki tanışıklık hissi beni ele geçiriyordu.
Gözlerimde garip bir ağırlık vardı. Sanki göz kapaklarımın ardında gizlenmiş bir gerçek, açığa çıkmak için çırpınıyordu. Ama bir sis perdesi vardı, zamandan dokunmuş bir engel. Zihnim hatırlamak istiyordu; bir anıyı, bir dokunuşu, belki de bir geçmişi… Ama zamanın kendisi, bu hatıraya ulaşmama izin vermiyordu.
Bir şey eksikti. Bir parça, bir ipucu. Ama her neyse, o eksik olan şey, göğsümde bir ağırlığa dönüşmüştü. Ve Karan Yıldırım’ın gözleri – göremesem de hissettiğim bakışları – bu ağırlığı daha da dayanılmaz kılıyordu.
Onu tanımıyordum. Ama aynı zamanda, sanki ondan hiç kopmamış gibiydim.
Karan durdu. Hareket etmeyi bıraktığında, etrafındaki sis de hafifçe dağıldı ve sonunda yüzünü görebildim. Keskin hatları, sanki bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibi kusursuzdu. Solgun teni, ay ışığını bile emiyor gibiydi, neredeyse başka bir dünyanın varlığına aitmiş gibi… Ama en çok dikkatimi çeken gözleriydi.
Onlar sıradan gözler değildi.
Simsiyah gözlerinin içinde bir sonsuzluk vardı. Boşluk değil, bir hareket, bir akış… Zamanın kendisi o gözlerin içinde hapsolmuş gibiydi. Gözlerinin derinliklerinde bir tür akışkanlık vardı; yavaşça dönen anılar, yüzler, olaylar… Yüzlerce yılın, belki de binlerce anının ağırlığını taşıyordu. Her bir bakışı, bir asrın yankısını yansıtıyordu.
Ona bakmak, zamanın kendisine bakmak gibiydi.
Ama bu yalnızca bir bakış değildi. Sanki o gözlerin içine çekiliyordum. Her bir anı beni çağırıyor, karanlık bir girdap gibi beni içine almak istiyordu. Korkmam gerekiyordu, ama yapamadım. Çünkü o gözlerin içinde bir parça da bana ait gibiydi. Gözlerini benden kaçırmadı. Ve o bakışla birlikte hissettim…
Bu, bir sonun başlangıcıydı.
Ona bir şey söylemek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Her şey o kadar tuhaftı, her şey o kadar bilinçdışıydı ki, dilim donmuş gibiydi. Sonunda, o derin sessizlikten sonra, Karan konuştu.
“Burada olmaman gerekiyordu.”
Kelimeleri havada asılı kaldı, keskin ve derin. Bir tehdit gibi değildi, ama bir uyarıydı. Sanki tüm evrenin yükünü taşıyan bir sözdü. O an, kelimelerin göğsümde yankılandığını hissettim. Her şeyin, her hareketin anlamı vardı. Ama ben… anlamıyordum.
Ona ne demeliydim? Burası neresiydi? Ben neden buradaydım? Her şey kayıyordu, her şey belirsizdi. Ama ağzımı açmadan önce, o tekrar konuştu.
“Seni çağırdım ama henüz gelmemeliydin. Sen… zamandan önce geldin.”
Zamandan önce mi?
Kafam karışmıştı. Zihnimdeki her şey yerinden oynuyordu. Zaman… ne demekti? Zaman neyi temsil ediyordu? Ama bu soruların cevabını anlamadan, adımlarım geri kaymaya başladı. Geri adım attım, ama zemin titredi. Ayaklarımın altındaki taşlar, sanki bana cevap verecekmiş gibi hışırtılarla hareket etti. Bir ışık, taşların arasından sızdı. O ışık neydi? Nereden geliyordu? Ve o ışıkta… bir şey var mıydı?
Her şey, her şey çok karışıktı.
Sonra, sanki dünya çatırdamaya başladı.
Yer sarsıldı, derin bir gürültüyle. Her şey, her şey bir anda bozuluyormuş gibi titredi. Sokak lambaları, birer sarsıntı gibi sallandı, ışıkları bile kendilerine güvenemiyormuş gibi titredi. Sis yoğunlaştı, her şeyi yavaşça yutuyormuş gibi daha da kalınlaştı. Gökyüzü, bir anlığına yukarıdan aşağıya doğru akıyormuş gibi bir hal aldı, sanki her şey yerinden kayacakmış gibi, dünyanın kendisi çöküyormuş gibi hissediyordum.
Bir şey yanlıştı. Her şey çok yanlış gibiydi.
Burada bulunmam… yanlış bir şeyleri tetiklemişti. Bu sokakta, bu dünyada, bu zaman diliminde… Benim varlığım, bir dengesizlik yaratmıştı. Sanki bir şeyin dengesini bozmuş, zamana müdahale etmişim gibi hissettim. Yerdeki taşlar bile titriyor, sokaktaki havada bir şeylerin yerinden oynadığı hissi artıyordu. Her şey tanıdık değildi. Sanki burada olmalı değildim, ve belki de bu yüzden her şey birbirini takip eden bir felakete doğru ilerliyordu.
Karan’ın bakışları bir yük gibi üzerimdeydi. Her şey daha hızlı, daha çarpık bir şekilde dönmeye başlıyordu. Bir şeyin sona erdiğini, ama aynı zamanda yeni bir başlangıcın da başladığını hissediyordum.
Karan, ileri atıldı ve bileğimi kavradı. Dokunuşu soğuktu, ama içinde bir şey vardı. O soğukluk, vücuduma yayıldığında içimde bir kıvılcım çaktı. Bir anlığına, her şey durdu, zaman bir an için akmadı. Ve sonra… zihnimde, bir patlama gibi anılar ortaya çıktı. Ama bunlar, kesinlikle benim anılarım değildi.
Gözlerimin önünde görüntüler belirdi, kesik kesik, ama o kadar gerçekti ki… Bir anda her şeyin parçası oldum.
— Eski bir şehir.
— İnsanların bağırışları, bir felaketin ortasında kaybolan sesler.
— Gökyüzünde açılan bir yarık, sanki dünya yavaşça parçalanıyormuş gibi.
— Karan’ın gözlerindeki korku, kaybolmuş bir şeyin farkındalığı.
Ve sonra… ben.
Ama bu ben, şu anki ben değildim. Üzerimde farklı kıyafetler vardı, uzun, dalgalı saçlarım omuzlarıma kadar iniyordu. Gözlerimde… gözlerimde, her şeyi bilen birinin bakışı vardı. Zamanın ötesine bakabilen, her şeyin sonucunu görebilen birinin.
Bu bir geçmiş miydi? Bir rüya mı? Her şey birbirine karışıyordu. Zihnimdeki bu kesitler bir anıya mı, yoksa bir kehanete mi dönüyordu?
Sonra, her şey kayboldu. Görüntüler silindi, o eski şehre, korkuya, kaybolan ben’e veda ettim. Kendimi tekrar Karan’ın gözlerinin içinde buldum. O gözlerde, bir şeyler daha vardı. Hem bir soru, hem de bir yanıt… Hem korku, hem de kabulleniş. Zihnimde bir yankı gibi çalan ses, bir kez daha boğazımı sıkıyordu.
“Hatırlıyorsun, değil mi?” diye fısıldadı. Sözleri, sessiz gecede bir çığlık gibi yankılandı. O fısıltı, bir anahtarı aralamış gibiydi. İçimde bir şey kırıldı, sanki zihnimde yıllardır kilitli kalmış bir kapı açılmıştı.
Ben buraya daha önce gelmiştim.
Bir anlığına her şey netleşti, ama aynı anda her şey bulanıklaştı. Bu şehir, bu sokaklar, bu soğuk gece… Burası bana aitmiş gibi hissediyordum. Bir yabancıydım, ama aynı zamanda her şeyin parçasıydım. Sanki zamanın dokusu içinde kaybolmuş, bir şekilde bu dünyaya sıkışmıştım.
Ben… buraya aittim.
Bir yerlerde, bir zamanlar, burada bir hayatım vardı. Ve Karan, bu sırra ortak olmuştu. Onun bakışlarındaki o eski korku, bana olan tanıdıklık duygusuyla birleşti. Her şeyin bir anlamı vardı.
Bir zamanlar buradaydım. Ve şimdi… tekrar geldim.
Sarsıntı şiddetlendi. Dünya altımda kayıyordu, her şey bir kaosa dönüşüyordu. Karan, bileğimi sımsıkı tuttu, parmakları neredeyse derimi delip geçecek kadar sertti.
“Buradan çıkmalıyız. Şimdi!” diye fısıldadı, sesi telaşlı ama bir o kadar da kararlıydı.
Ama nereye gidecektik? Bu bir rüyaysa, nasıl uyanabilirdim? Eğer gerçekse, buradan kaçış var mıydı? Zihnimde binlerce soru birbirine karışıyordu, bir cevap yoktu. Her şeyin ne kadar gerçek olduğunu bilemiyordum.
Daha sormadan, Karan beni sokaktan aşağı sürüklemeye başladı. Ayaklarımın altındaki taşlar çatlarken, taş duvarlar da titriyordu, her şeyin çöküşü daha belirgindi. Arkama baktığımda, gökyüzünde dev bir çatlak açıldığını gördüm. Sanki gökyüzü yırtılıyordu, içinden bir şey süzülüyordu. O şeyin ne olduğunu görmek bile istemedim, ama bakmak zorunda kaldım.
Karan daha da hızlandı. Yüzü, karanlıkta daha da solgun, ama gözlerindeki korku belirgindi. “Zaman kırılıyor,” dedi. “Eğer buradan çıkmazsak, bu döngü tekrar edecek!”
Döngü mü?
Kelime beynimde yankılandı. Bu anı… kaç kere yaşamıştık? Her adımda bir tekrar, her nefeste bir geçmiş, her bakışta bir hatırlatma. Sanki her şey, her hareket, her seçim bir öncekiyle aynıydı. Bu döngüde ben, Karan, bu şehir… Her şeyin yankıları, birbirini izleyen hatırlatmalar gibi büyüyordu. Ve şimdi, bir şeyin sonu gelmişti. Ama sonu kimse bilmiyordu.
Kafamda binlerce soru yankılanırken, aniden önümüzde dev bir kapı belirdi. Siyah demirlerden yapılmıştı, her köşesinde eski, antik semboller vardı, zamanın izlerini taşıyorlardı. Gözlerimde bir an duraklama vardı. O semboller… tanıdık bir korku uyandırıyordu. Karan bir el hareketiyle kapıyı işaret etti.
“Geç!” dedi, sesi sert ve kesin, ama içindeki panik gizli bir yankı gibi duyuluyordu.
Ama içimde bir tereddüt vardı. Her şey birden fazla anlam taşıyordu, her şeyin bir bedeli vardı. Bu kapının ardında ne vardı? Sorularımın cevabı mı, yoksa tamamen yeni bir kabus mu? Zihnimde çırpınan düşünceler birbirini kovalıyordu.
Ama fazla düşünme şansım olmadı. O an, arkamızdaki çatlak büyüdü. Gökyüzü, sanki bir devin adımlarını duyuyormuş gibi gürültüyle sarsıldı. İçinden karanlık aktı, dalga dalga.
Gözlerim büyüdü, nefesim kesildi. O şey… bir gölge değildi. O, bir varlıktı. Bunu hissedebiliyordum. Beni izleyen, bir şekilde beni bekleyen… bir şey. Bir varlık.
Ve bizi istiyordu.
Kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atarken, zamanın durduğunu düşündüm. O şeyin, her adımımda yaklaştığını hissettim. Ama Karan beni hızla kapıdan içeri itti. Hızla. Gözlerinde bir tür acı vardı, ama kararlılığı her şeyden öndeydi.
Ve sonra, dünya… yok oldu.
Gözlerimi açtığımda… tekrar odamdaydım. Ama her şey sanki bir illüzyon gibiydi. Odanın familiar huzuru, şimdi bir tuhaflık taşıyordu. Nefesim hala düzensizdi, içimde bir boşluk vardı. Kalbim deli gibi çarpıyordu, sanki hiçbir zaman dinlenmemişti.
Pencerem açıktı, rüzgar içeri süzülen soğuk bir nefes gibi odada dolaşıyordu. Hava, o sıradan sabah havasından çok uzaktı. Karan’ın elleri, o eski sokağın soğuk taşlarını, ve her şeyin başlangıcını hissettiklerimi… her şeyi hatırlıyordum.
Ve dışarıda… o sokak vardı. Sisle kaplı, karanlık, ama tanıdık.
Ben hala rüyanın içindeydim.
Ya da… rüya dediğim şey, hiç bitmemişti. Gerçekle hayalin arasındaki o ince çizgi, şimdi tamamen silinmişti. Zihnimdeki parçalar birbirine karışıyordu, zamanın ne kadar kaybolduğunu hissedemiyordum. Sadece… bir şey vardı. Bir his. Bir uyanış ya da sonsuz bir kapı.