ulu adam

1918 Words
“Yüce Taros adına...” diyerek tepki gösterdi Olaf ve kalın kaşlarının altından kocaman açılan gözleriyle lîriye baktı. “Öyle,” dedi Dâl’yne, bilgeliğini göstererek. “Bilmiyor muydunuz yoksa? O yavru bir ejderhaydı.” Hâlâ kendisine şaşkınlıkla baktıklarını fark etti. “Yapmayın ama, yavru değil de büyük bir ejderha olsaydı, Tometyphia’yı göz açıp kapayıncaya kadar kül ederdi.” “Sen daha önce büyük bir ejderha gördün mü ki hiç?” diye sordu Rexar, göbeğine kadar uzayan sakallarını sıvazlayarak. Dâl’yne’nin karşılığı gecikmedi. “Görmedim efendi cüce ancak eski öykülerdeki büyük ejderhalar, devasa ordulara bile karşı koyarlar; büyük kaleleri, şehirleri yok ederler. Ejderhaların neden korkulan yaratıklar olduklarını biliyorsunuz. Ayrıca ne kadar büyük ve dehşetli olduklarını da tahmin etmek zor değil. Bizim karşılaştığımız yaratık olsa olsa yavru bir ejderhaydı.” “Bu, o yavru ejderhanın daha büyükleriyle karşılaşacağımız anlamına mı geliyor?” diye kuşkuyla sordu Serúnor. Lîri başını iki yana salladı. “Bilmiyorum Koyaklı,” dedi. “İnan ki bilmiyorum. Bilgeler bile bunu bilemez. Dioth üzerinde çeşitli yaratıklar vardır; belki birçoğunu henüz kimsecikler görmemiştir bile.” Gittikleri yol ıssız ve karanlıktı. Yaşlı meşe ağaçları, batıya doğru kıvrılan yolu çepeçevre sarmıştı ve yol bir süre sonra ağaçların arasından kayboluyordu. Gezginlerin görüş alanları, Dâl’yne’nin parmaklarından etrafa yaydığı yeşil ışıklar sayesinde genişliyordu. Ancak lîri kendini fazla yormamak için bu becerisini belli aralıklarla sergiliyordu. Topraklı yolda yürüyen gezginlerin ayak seslerinden başka hiçbir ses yoktu, rüzgârla titreşen yaprakların hışırtıları dışında. Yol kenarındaki kısa boylu otlar, akşamın ilerleyen saatleriyle kurşuni bir renge bürünmüştü. Kara bulutların kapattığı gökyüzü ise, dalları birbirine kenetlenmiş ağaçların arasından görüldüğü kadarıyla fazlasıyla solgundu. “Birkaç saate Alçak Dağlar’ın eteklerine ulaşmış oluruz,” dedi Dâl’yne. Sonra bir süre düşündü. “Geceyi orada geçiririz ve yola sabah devam ederiz.” Yarım saat kadar türlü muhabbetler ederek ilerlediler; Serúnor, Yerlilerle yaşadığı ilginç olayları anlattı. Onların ne kadar fakir bir halk olduğundan bahsetti. Dâl’yne ise Mbasou’yu Serúnor’dan daha iyi bilmesine rağmen bu konu hakkında pek yorum yapmadı. Gövdeleri gitgide kararan ağaçların sıklaşarak yolu kapattığı bir yere geldiklerinde, lîri bir anda durdu ve dostlarını uyararak durmalarını söyledi. “Ne oldu?” diyerek çekicini kavradı Rexar, tehlikeli bir durum sezmiş gibi. Soğuk bir şekilde, “Takip ediliyoruz,” dedi Dâl’yne. Sonra hepsi birden arkalarını döndüler. Serúnor gözlerini kısarak, gelmiş oldukları yolu süzmeye çalıştı; ancak karanlık, Koyaklı adamın on adımlık mesafeden ötesini görmesine engel oluyordu. Sonra tekrar lîriye döndü ve gözlerinin yeşil tonlarda parladığını fark etti; lîri onlarca adım arkalarında bıraktıkları ağaçların aralarını süzüyordu. “Ne görüyorsun?” diye sordu Serúnor fısıltıyla. “Saklandı,” dedi Dâl’yne, sessiz bir şekilde. “Onu fark ettiğimizi anladı.” “Gidip yakalayalım onu her kimse,” diyerek çıkıştı Olaf. Ancak lîrinin hareketiyle duraksadı. “Kaçacak hâlimiz yok ya.” “Daha iyi bir fikrim var,” dedi Dâl’yne. Lîrinin arkasından hızla yola koyuldular ve önlerini kapatan ağaçların arasından süzülerek karanlığın içinde kayboldular. Dâl’yne etrafına yeşil kıvılcımlar yaymayı bıraktı ve sol yanlarında duran, kalın gövdeli ağacın dallarını usulca hareket ettirerek bir merdiven oluşturdu. Sonra, sırayla iri dala asıldılar ve yüksek ağacın üzerine çıkıp pozisyon aldılar. Ağaca tırmanma fikri Rexar’ın hoşuna gitmese de, bu gizemli kişiyi pusuya düşürme fikri ona pek bir cazip gelmişti. Dostlarının yerleştiğini fark eden Dâl’yne, yere kadar uzanan dalları tekrar eski hâline getirdi. Gezginler bir süre ağacın gövdesinde beklediler. Batıdan soğukça esen rüzgâr, pelerinlerini uçuşturuyordu. Serúnor bir kartal gibi gözlerini yola dikti ve onları takip eden kişinin gelmesini bekledi. Olaf, yanında sabırsızca bekleyen Rexar’ı sessiz olması konusunda uyarıyordu. Rexar iri bir baykuş gibiydi ve sürekli homurdanıyordu. Dâl’yne ise uzaktan yaklaşan kişiyi gözleyerek dostlarına işaretler yapıyordu. Takip eden silüet birkaç dakika sonra, gezginlerin saklandıkları ağacın tam önünde beliriverdi. Gelen kişinin korkmuş gibi bir hâli vardı; sürekli sağına ve soluna bakınıyordu. Birilerini arıyor gibiydi ve kimseyi göremediğinden saniyeler geçtikçe paniğe kapılıyordu. “Şimdi!” dedi Dâl’yne ve işaretin ardından hepsi birer armut gibi ağaçtan düştüler. Kafasına geçirdiği kukuletadan dolayı yüzü görünmeyen gizemli kişi, gezginleri bir anda karşısında görünce tiz bir çığlık attı ve dizlerinin bağı çözülmüşçesine yere düştü. Gezginler ise kendilerini takip edenin kısa boylu biri olduğunu fark ederek ne yapacaklarını bilemediler. Ancak Rexar, sıkıca kavradığı çekicini önünde tutarak tehditkâr bir şekilde karşılık veriyordu. “Kimsin sen?” diye haykırdı Serúnor, kaşlarını çatarak. “Hemen yüzünü aç!” Bacaklarını geriye doğru sürüyerek uzaklaşmaya çalışan gizemli kişi, bir anda durdu ve titreyen elleriyle başındaki kukuletayı açtı. O sırada gezginler hayretle birbirlerine baktılar; çünkü kendilerini takip eden kişi, karanlıkta bile cevher gibi parlayan gözleriyle masumca bakan Rhoni’ydi. “Rhoni!” dedi Dâl’yne. Sonra gülümseyerek çocuğun yanına doğru usulca yaklaştı ve eğildi. “Burada ne arıyorsun?” “Kaçtım,” diyerek karşılık verdi Rhoni. Titreyen dudaklarına güçlükle hâkim oluyormuş gibiydi. “Ne olur beni bırakmayın...” “Evlat,” dedi yumuşak bir şekilde Serúnor, çocuğun yanında dizlerinin üzerine çökerek. “Korkma sakın, sen bu kör karanlıkta, kentten ayrıldığımızdan itibaren bizi mi takip ediyordun?” Rhoni şişkin dudaklarını büzerek kafasını salladı. Karanlıkta bile utangaçlığını gizleyemiyordu. “Baban seni merak etmez mi?” diye sordu Olaf, endişeyle bakarak. “Benim babam yok ki...” Çocuk, küçük elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. Serúnor şaşkınlıkla, “İyi ama o adam?” dedi ve çocuğun sağ gözünün altındaki büyük yaraya baktı. “O adam,” dedi Rhoni, adamı anımsayınca korkuya kapılırken, “beni hırsızlığa iten kişi. Çaldığım paraları ona götürüyorum, yoksa...” “Yoksa ne?” dedi sert bir şekilde Olaf. “Yoksa beni sürekli dövüyor...” diye karşılık verdi Rhoni. Sonra Dâl’yne’nin ayağına yapıştı. “Ne olur beni oraya göndermeyin, yalvarırım size. İlk defa kaçma fırsatı buldum, ilk kez...” Birbirlerine anlamsız bir şekilde bakan gezginler, aynı duygular içindeydiler ve içlerinde yeşeren hiddeti güçlükle bastırıyorlardı. Vakitleri olsa, belki de kente gidip o adamı bulurlardı ve çocuğa yapmış olduğu işkencelerin hesabını sorarlardı; hattâ Olaf’ın kızaran gözleri bunu fazlasıyla anlatıyordu. “Bacağına ne oldu?” diye sordu Dâl’yne, çocuğun sağ bacağındaki kanlı sargıyı fark ederek. “Hiç,” diyerek karşılık verdi Rhoni. Sonra değerli bir şey saklamaya çalışmış da yakalanmış gibi başını yere eğdi. “Sadece küçük bir kesik.” “Olaf,” dedi Dâl’yne, Kuzeyli adama dönerek. “Onu taşıyabilir misin?” “Yo hayır,” diye itiraz etti Rhoni, başını iki yana sallayarak. “Yürüyebilirim...” “Onu yanımıza mı alacağız?” Rexar mutsuzdu. Dâl’yne’nin bu konudaki kararlılığını fark eden Serúnor, cüceye döndü. “Öyle görünüyor Rexar, bir süre bu küçük hırsız bizimle olacak.” Gülümsedi. “Keselerini saklasan iyi edersin.” Çocuk bunu duyar duymaz gülerek ayağa fırladı ve büyük bir heyecanla ellerini çırptı. “Ne? Geliyor muyum? Bir daha o adamın yanına dönmeyeceğim değil mi? Gerçekten mi? Söz veriyorum hiçbir şey çalmam, küçük adamın keseleriyle de işim olmaz.” “Gerçekten Rhoni,” dedi Dâl’yne, çocuğa merhametle gülümseyerek. “Bizimle geliyorsun. Hem biz sana inanıyoruz.” Olaf’ın arkasında duran Rexar suratını astı. Ancak hiçbir şekilde itiraz etmedi çünkü dostlarının bu kararına karşı gelmek istemiyordu. Serúnor ise en başından beri lîrinin çocuğa karşı farklı bir bağ kurmuş olduğunu bakışlarından anlamıştı. Üstelik savunmasız bir çocuğu Limankent’e geri götürüp tehlikenin kollarına bırakamazdı ve geri dönmek, onlar için zaman kaybından başka bir şey olmazdı. Gezginler Rhoni’yi de önlerine katarak, ağaçların örttüğü yoldan ilerlemeye devam ettiler. Dâl’yne çocuğun sevinç gösterilerini izleyerek usulca yürüyor; Olaf ise, küçük adımlarla hoplaya zıplaya koşturan Rhoni’yi koruma içgüdüsüyle onun peşi sıra koşuyordu. Serúnor ile Rexar da en arkadan geliyordu. Koyaklı, Rexar’ın huysuzluğunun sebebini çok iyi anlıyordu. Hislerinin bir tarafı cüceye de hak veriyordu çünkü bir sürü tehlikeden geçmişlerdi ve kim bilir önlerine daha ne tür tehlikeler çıkacaktı. “Bir bacaksıza bakıcılık yapmamız eksikti,” diye söylendi Rexar. “Bir çocuğa, iyiliğin merhametli elini uzattık diye ne kadar karamsarlaştın Rexar,” dedi Serúnor. “Anlamıyorsun beni Koyaklı, anlamıyorsun...” Rexar önlerindeki Olaf ile Rhoni’ye bakarak iç geçirdi. “Çocuk bizi yavaşlatır, bize yük olur, zaten kendimize bile bakamıyoruz. Hem ne kadar tehlikeli bir görevde olduğumuzun farkında mısınız bilmiyorum; ama hatırlatayım, daha geçen gece dev bir ejderhayla boğuştuk. Ölebilirdik. Defalarca ölebilirdik. Kendimizi zor koruyoruz. Dioth’un yabanında sürüklenip duruyoruz ve bu böyle devam edecek Koyaklı. O velet bizimle gelemez! Gelmemeli...” Gözlerini, sevinç çığlıklarıyla koşturan çocuğa dikti Serúnor, sessiz bir şekilde onun masumiyetini izledi. Rexar’ın kesinlikle haklı olduğunu biliyordu. Ancak çocuğun hikâyesini de dinlemek istiyordu. Bir anda Serúnor’un aklına kendi çocukluğu geldi; dağınık saçlarını rüzgârda sallaya sallaya Koyak sokaklarında koşturduğu günleri anımsadı. Bir ailesi olmamasına rağmen, babası bildiği Grandach ona aile duygusunun eksikliğini hiçbir zaman hissettirmemişti. Görünen o ki Rhoni de Serúnor ile aynı kaderi paylaşıyordu; küçük yaşlarda, gerçek anne ve babasının yokluğunu çekiyordu, belki de hep çekecekti; bu boşluğu şimdilik bilmiyordu, ancak yaşı ilerledikçe daha da farkına varacaktı. Fakat Koyaklı ile çocuğun arasında büyük bir fark vardı: Serúnor’un Grandach gibi bir ailesi, bir evi, güzel bir yaşamı vardı. Rhoni’nin ise sokaklarda geçen, kötülüğün karanlık kollarıyla perçinlenmiş, iç karartıcı bir hayat yaşadığı her hâlinden belliydi. “Sana diyorum be adam!” dedi Rexar, Serúnor’un kolunu çekiştirerek. Koyaklı gözlerini çocuktan ayırmayarak uzaklara dalıp gitmiş, derin düşüncelerde kaybolmuştu. Rexar’ın dürtüklemesiyle kendine gelen Serúnor, kafasını sallayıp bozuntuya vermeden, “Ne dedin?” diye sordu. “Diyorum ki...” dedi Rexar ve söylemiş olduğu bir şeyi bir kez daha söyleyecek olmanın verdiği can sıkıntısıyla ofladı. Sonra tekrar konuşmaya başladı. “Çocuk zor durumdaydı, tamam bunu kabul ediyorum. Ancak bilmiyorum, bizimle gelmesi ne kadar doğru olur? Benim fikrim sorulmaz ya, eğer bana soracak olursanız, onu güvenli bir yere, sıcak bir yuvaya bırakalım. Gelin bu kez beni dinleyin. Bir defa olsun bana uyum sağlayın, pişman olmazsınız.” Olaf’ın çocuğu yakalayıp sırtına attığını gören Serúnor, gülümsedi ve Rexar’a döndü. “Bunu sen önce Olaf’a, sonra da lîriye anlat dostum.” Cücenin omzuna vurdu ve adımlarını hızlandırarak diğerlerine yetişmeye çalıştı. Koyaklının arkasından kaşlarını çatarak bakan Rexar, “Vay başımıza gelenler, çocuk zırıltıları mı dinleyeceğiz? Vay benim sakalım...” dedi. Sonra duraksadı, ardından ses tonunu azaltarak, “Aslında bacaksızı sevmedim de değil, ancak yo, bakıcılık yapacak zaman değil...” diyerek söylendi. Daha sonra da diğerlerinden oldukça geride kaldığını gördü ve arkalarından bağırdı. “Hey! Beni de bekleyin, bensiz gidemezsiniz...” Gece ilerlediğinde, gezginler ağaçların arasından çıkmış, büyük bir açıklığa vararak sol yanlarında dev gölgeler gibi beliren ve güneybatıya doğru uzanan Alçak Dağlar’ın eteklerine ulaşmışlardı. Geceyi bu civarlarda geçirmeyi planladıkları için kuzeye doğru kıvrılan yoldan ayrıldılar ve birbiri ardına sıralanmış dağların uygun bir bölümüne sığınmaya koyuldular. Olaf ve Rexar önden giderek korunaklı bir yer aradılar: bir oyuk, mağara veya büyük taşlarla çevrelenmiş bir bölme... Dâl’yne Rhoni’yle muhabbet ederek, Serúnor’un ardından ilerliyordu. Çocuğun ikide birde esnemesi Koyaklı adamın da uykusunu getiriyordu. Uzun zamandır bu kadar sıcak ve sevinçli görünmeyen lîri ise, soğuyan havadan korumak için pelerinini çocuğun üzerine örttü. Çocuksa kendi küçük pelerininin üzerine eklenen lîrinin pelerini yüzünden iyice yalpalaya yalpalaya yürüyordu. Alçak Dağlar, Batıkdeniz’in solundaki kıyılar boyunca uzanıyor, üzerinde hayat verdiği çalıları ise kıyılara vuran dalgalarla besliyordu. Dağların arkasında şerit gibi uzanan, yayvan yapraklı ağaçlardan oluşan büyük bir orman vardı: Yerliler buraya Yayvanfilizleri Ormanı derdi. Yazın oluşan nem miktarı, dağ üzerindeki ağaçların ve arkadaki ormanın yeşil kalmasını sağlıyordu. Ormanın hemen kuzeyinde Mantar Köyler baş gösterirken, batısında ise Çalkantılı Nehir’in Batıkdeniz’e dökülen güney kolu belirmekteydi. Rexar koşarak Serúnor’un yanına geldi ve Olaf ile buldukları, dağın kuzey yakasındaki küçük mağaradan bahsetti. Olaf mağaranın etrafını kolaçan etmek için yukarıda kalmıştı; Dâl’yne ile Rhoni ise dağa adım atmamışlar, bunun yerine kenardaki küçük bir çıkıntının üzerinde oturmuşlardı. Mağaranın güvenli olup olmadığı konusunda şüpheye düşen Serúnor, lîriyle kısa bir konuşma yaptıktan sonra, geceyi mağarada geçirmek konusunda karar kıldı. Daha sonra hep beraber Rexar’ı takip ederek, Olaf’ın önünde beklediği mağaraya doğru olan eğimi tırmanmaya başladılar. Kısa bir tırmanışın ardından kayalıkların arasındaki küçük, düz zemine vardıklarında, karanlık bir ağzın önünde Olaf onları karşıladı. Mağaranın içi zifiri karanlıktı, ancak soğuktan ve gece boyunca yağmasını bekledikleri yağmurdan korunmak için tek çareleri bu mağaraydı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD