Çocuğun üzerinde, yerde yatan Serúnor, yavaş yavaş doğrulurken sımsıkı tuttuğu çocuğu da usulca kaldırdı. “Yakaladım seni küçük fare.”
“Ne olur canımı yakmayın, yalvarırım...” dedi çocuk, yüzünü korumak için siper alırken. Sesi öyle masum, öyle içtendi ki, gezginler ve ikizler şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.
Eli yüzü kir içinde, küçük burunlu, ince kaşlı, dağınık saçlı ve kahverengi tonlarındaki iri gözleri miskete benzeyen, on yaşlarında, zayıfça bir oğlan çocuğuydu bu; kirli suratındaki çiller güçlükle fark ediliyordu. Paçavraya dönmüş, kendisine iki beden büyük gelen kıyafetleri pislik içindeydi. Çocuğun içinde bulunduğu bu vaziyet karşısında Rexar hariç hepsinin içi parçalandı. Cüce hâlâ öfkeyle bakıyor, her an ters bir hareket yapacakmış gibi duruyordu.
“Adın ne evlat?” dedi Serúnor, yufka yüreğindeki tüm duygusallığı yüzüne yansıtarak.
Çenesi ve elleri titreyen çocuk bir türlü rahatlamış gibi görünmüyordu. Güçlükle konuşmaya çalıştı. “Rhoni,” dedi fısıltıyla, gerilemeye çalışırken. “Adım Rhoni.”
Çocuğun dağınık saçlarını okşayan Serúnor, heybeyi çocuğun titreyen elleri arasından yavaş yavaş aldı ve Rexar’a uzattı. Sonra gülümseyerek çocuğa baktı. “Hırsızlık yapmak kötü bir şeydir evlat, bunu sana öğretmediler mi?”
“Hem bizim gibi tehlikeli yabancıları soymaya çalışmak, başına türlü kötü işler açar,” dedi Oteyla.
Çocuğa doğru eğilen Dâl’yne, kendi kendine konuşurmuş gibi, “Korkuyor...” dedi.
“Korkmana gerek yok evlat,” dedi Olaf, güven veren bir ses tonuyla. “Biz kötü adamlar değiliz, ayrıca senin gibi küçük bir çocuğun canını asla yakmayız. Ancak hırsızlık yapmak çok büyük bir suçtur ve o kadının dediği gibi başına belalar açar.”
“Bizden değil,” dedi Dâl’yne, dostlarını uyarırcasına. “Başka bir şeyden korkuyor.”
“Bırakalım korksun,” dedi Rexar, suratını asarak. “Neden umursayalım ki, o sonuçta bir hırsız. Hem korkması iyi ya işte. Aklını başına alır da bir daha birini soymaya kalkmadan önce iki kere, hattâ üç kere düşünür.”
“Rexar!” dedi sert bir şekilde Serúnor, bakışlarını yerden kaldırmadan. “Basit bir heybeye sahip çıkamadın ve küçücük bir çocuğu suçluyorsun.”
“Sakin olalım,” dedi Udia, rahatlatıcı bir ses tonuyla. Sonra çocuğa yaklaştı. “Demek adın Rhoni ha?”
Çocuk sadece kafasını salladı.
Sonra Udia tekrar sordu. “Aç ve susuz görünüyorsun küçüğüm, kimsen yok mu?”
Tam o sırada üst sokağın girişinde iri bir silüet belirdi. O noktadan gelen, “Hey!” diye kaba bir erkek sesi duyuldu. Silüet, gölgeler içindeki duvarların arasında olduğu için net olarak görünmüyordu. “Bırakın onu yabancılar!”
“Sen de kimsin?” diye bağırdı Serúnor, sesin geldiği yöne doğru.
O sırada çocuk kafasını olumsuz manada hızlı hızlı sağa sola sallıyordu.
“Ne?” dedi Dâl’yne, çocuğa doğru fısıldayarak. Ancak lîri, sorusuna hiçbir karşılık alamadı.
Gölgelerin arasından iri yarı, siyah saçı sakalına karışmış, kirli elbiseler içinde, çirkin suratlı, orta yaşlı bir adam belirdi. “Ahmak oğlum!” diye öfkeyle bağırdı adam, çocuğun üzerine yürüyerek.
“Demek babasıymış,” dedi Serúnor, kendi kendine. Sonra çocuğun yanından geriye doğru birkaç adım attı.
Kaba adam çocuğun üzerine doğru sert adımlarla yürüyerek, “Duymuyor musun beni ahmak oğlan?” dedi. Çevresindeki yabancıları hiç önemsemeden çocuğu bir çırpıda kendine doğru çekti. Sonra bağırarak çocuğu tartaklamaya başladı. “Seni adi seni! Hırsızlık yapmayacaksın diye kaç sefer dedim. Seni döve döve yola getireyim de gör...”
“Hop,” dedi Serúnor, adamın karşısına dikilerek. “O daha küçücük bir çocuk, bu seferlik bağışlayabilirsin, bir daha yapmayacak.”
Adam, “Sana mı sorac...” diye karşılık verirken, yandan itilerek sendeledi.
“Yoluna git!” dedi baltasının sapını kavrayan Olaf, tehditkâr bakışlarla adamı keserek.
Neye uğradığını anlamayan adam, onlara ters ters bakarak çocuğu çekti, ite kaka önüne kattı ve üst sokağın karanlıkları içinde gözden kayboldu.
Arkalarından sadece bakmakla yetinen gezginler ve ikizler, kısa süre içinde birbirlerine dönerek söylenmeye başladılar. Serúnor, giysilerine yapışan toz kümelerini silkeledi. Olaf dağılan saçlarını toparladı. Oteyla ile Udia terleyen yüzlerini sildiler. Rexar ise tütün ve filuni kesesine kavuştuğu için sevinç gösterilerinde bulunuyordu. Dâl’yne ise taş gibi hareketsizdi ve gözlerini kırpmadan, çocukla adamın gittiği yöne doğru bakıyordu.
“Dâl’yne,” dedi Serúnor, lîrinin dikkatini dağıtarak. “Tekrardan pazara dönüp, birazcık şifalı otlardan almaya ne dersin? Sen bu konularda çok bilgilisin.”
Tebessüm eden lîri, tedirgin bir şekilde gölgeler içindeki sokağa son kez baktı ve sonra Koyaklıya döndü. “Neden olmasın,” dedi. Sonra Rexar’a bakarak, “Yeterli filunimiz de var hem,” diyerek sırıttı.
“Evet,” diyerek lîriyi onayladı Olaf ve sonra cüceye döndü. “Biz olmayaydık çoktan o filunilerin yasını tutmuş olurdun efendi cüce.”
“Pekâlâ, pekâlâ,” diyerek derin bir oh çekti Rexar. “Bunu hak ettiğinizi söyleyebilirim lakin az bir miktarını.”
“Çok oyalandık, pazarın her köşesini gezecektik,” diye hayıflandı Udia.
Oteyla ise, “Hadi o zaman bir an önce geri dönelim,” dedi.
Yaptıkları kısa sohbetten sonra pazara dönmek için tekrardan yola koyuldular. Limankent’in kuzey sokaklarının en ücra köşelerinden kıvrılan yolları takip ederek, bir saate yakın bir yürüyüşün ardından tekrardan pazara girdiler.
Birkaç saat önceki kovalamacanın ardından gergin görünen bazı tüccarlar, yabancıları çirkin gözlerle izlediler. Bazılarıysa onların soyulmalarından dolayı suçluluk duyarak yardımseverliklerini gösterdi. Hattâ bir deri bir kemik olan bir tüccar, gezginlere ve ikizlere soğuk gül suyu ikramında bulundu.
Hararetlerini soğuk içeceklerle atan gezginler ve Ceano Kardeşler, tezgâhları gezerek kendileri için gerekli gördükleri eşyaları almaya koyuldular. Serúnor ile Dâl’yne kurutulmuş çeşitli bitkiler ve meyveler aldı: yaban mersini, meyan kökü, karabaş otu, kudret narı gibi... Oteyla ile Udia ise Nyrados’taki akrabalarına hediyeler aldılar: işlemeli takılar, ufak tefek ev eşyaları... Olaf ile Rexar ise yeni pipolar, demir bileyleme taşları gibi eşyalar aldılar. Hattâ Rexar bir pipo da Serúnor için aldı; çünkü Koyaklı onlara arada sırada eşlik etme sözü vermişti.
Gün akşamı çağırdığında hepsi pazarın batı kapısının önüne geldiler. Bir süre geçtikten sonra Kuzeyli üç asker de kapının önüne gelebildiler. Askerlerin üçü de önceki gün yaşanan felaketin etkilerini atlatmış gibi görünüyordu. Hattâ Serúnor onların yeterince eğlendiklerini hemen anlamıştı.
“Artık veda zamanı geldi,” dedi Serúnor, gözleri dolan Udia ile Oteyla’ya dönerek.
“Nedendir bilmem, bu vedanın beni üzeceği aklımın ucundan dahi geçmezdi,” diye karşılık verdi Udia, kaşlarını büzüştürürken.
“Açıkçası,” dedi Dâl’yne, yüzünde oluşan kızarıklığı gizlemeye çalışarak, “ilk karşılaşmamızda sizlerden hiç hoşlanmamıştım. Oteyla ile mükemmel bir dostluk bağı kuracağımı asla bilemezdim. Geçen zaman diliminde sizlere daha çok alıştım, sizleri daha çok sevdim. Oteyla, sen artık benim en iyi dostlarımdan birisin. Udia, sen de öyle...”
“İtiraf etmeliyim ki,” dedi, gözlerinden bir iki damla yaş süzülen Oteyla, “ben de sizlerle ilk karşılaştığımda hiçbirinizden hoşlanmadım. Üstelik bazı hikâyeler nedeniyle lîrileri hiç sevmemiştim. Lakin zaman gösterdi ki, siz gerçekten dostsunuz. Dâl’yne, beni ve dostluğumu hiçbir zaman unutma.”
Tebessümle başını salladı Dâl’yne, gönlünün en güzel duygularıyla Oteyla’ya ve Udia’ya gülümsedi. “Lîriler gerçek dostların kıymetini çok iyi bilirler, dostum.”
“Size gelince,” dedi Serúnor, mürettebatan geriye kalan üç askere dönerek. “Sizler burada kalacaksınız. Her biriniz Orverg’e yakışır şekilde davrandınız ve bu yüzden Kral Rollo Ghaltor, mezarında huzur içinde uyuyacaktır. Lakin son göreviniz, Tometyphia’nın bakımı ve tamiratı için uğraşmak olacaktır. Calcenar bu konuda yardımlarını sizden esirgemeyecek. Hem Oteyla ile Udia kardeşler de ellerinden gelen özeni göstereceklerdir.”
“Tometyphia, tıpkı bu asil askerler gibi bize emanet,” diye karşılık verdi Udia.
Olaf, kendi halkından olan askerlere tek tek sarıldı. “Başarınız ve cesaretiniz halkımız tarafından bilinecektir. İşler yoluna girdiğinde gerekli desteklerle vatanımıza dönün. Bir gün Orverg’de tekrar karşılaşmak dileğiyle.”
Askerler ise yapmaları gerekenleri anladıktan sonra Orverg’in eski komutanı Olaf’ı, ardından da Serúnor’u selamladılar. Sonra Dâl’yne ile Rexar’ın önünde saygıyla eğilerek, Ceano Kardeşlerin arkasına geçerek hizada durdular.
“Elveda dostlar,” dedi Serúnor, ikizlere pırıltılı gözlerle bakarak. “Bir daha görüşene dek, hoşça kalın...”
Böyle vedalaştılar, Nyrados’un en iyi savaşçılarıyla gezginler, kaderlerinin onları bir daha karşılaştırmalarını dileyerek; yıldızların parıldadığı ışıltılı bir akşam vaktinde, güzel şarkılar eşliğinde Rexar’ın öykülerini dinlemeyi arzulayarak.
Hava tamamen karardığında Limankent’in üzerine kara bulutlar çöktü. Soğuk esintiler yağmurun habercisiydi. Felaketten önceki karartıyı anımsayan gezginler, nihayet kentin kuzeybatısındaki çıkışa gelmişlerdi. Olaf, ikizlerle vedalaştıktan sonra batı sokaklardaki hanlardan birinden yiyecek bir şeyler almıştı ve çıkışa ulaştıklarında bu yiyecekleri ayaküstü atıştırdılar.
Sonra kapıdaki yaşlı bekçiyle konuşup şehrin dışına çıktılar. Koyu yeşil yaprakları hışırdayan, geniş dalları sarmaşık gibi uzayan irili ufaklı ağaçlar belirdi yanlarında. Ağaçların arasında geçen kısa bir yürüyüşün ardından gezginlerin yolu ikiye ayrıldı, batıya yönelen yol karanlık ve sessizdi. Kuzeye giden yol ise, kuzeyden usulca akarak Limankent’in hemen doğusundan Batıkdeniz’e dökülen Kızıl Nehir’in kenarından kıvrılmaktaydı. Gezginler tam bu noktada nereden gideceklerini tartıştılar.
“Batı’ya yönelirsek,” dedi Dâl’yne, gözleriyle yolu keserek, “Alçak Dağlar’ın kuzey eteklerinden geçerek Mbasou’nun Köy Hudutları’na varırız. Köylere hiç girmeyiz ve yol ayrımından kuzeye yöneliriz. Böylece Ariados topraklarına hiç girmemiş oluruz.”
“Ya nehir kenarındaki yolu izlersek?” diye sordu Serúnor.
Soğuk bir şekilde karşılık verdi Dâl’yne. “O zaman Ariados topraklarına gireriz. Onların türlü sorgularına maruz kalırız çünkü topraklarından geçen herkes hakkında bilgi sahibi olmak isterler. Nehir kenarındaki yol bizi Ariados’un kalbine, Winshut’a götürür. Benim tercihim Ariadoslularla hiç uğraşmamak.”
“Lîrinin haklılık payı var,” dedi Olaf. “Köy Hudutları’ndan geçerek yolumuzu biraz daha uzatmış oluruz. Ancak bu daha güvenli olur bence.”
Rexar, Olaf’ı onaylar bir şekilde kafasını salladı. “Ondan sonra da Demir Dağlar’dan Thôl-Kazı’ya ulaşırız ve Metaxe’den, madenlerden geçeriz.”
O sırada Olaf’ın yüzü asıldı. Kuzeyli adam, cüce madenlerinden geçme fikri karşısında gönülsüz gibiydi. Ancak görevlerinin güvenliğini düşündüğünde her yola katlanmak zorunda olduğunun da farkındaydı.
“Pekâlâ,” dedi Serúnor. “Köy Hudutları’ndan geçelim. Hem yolda birilerine rastlarsak eğer, Mbasou halkı pek yardımseverdir, ihtiyacımız olan her konuda yardım bulabiliriz.”
“Yine de onlar hakkında kesin şeyler söyleme,” dedi Dâl’yne. “Onların geçmişi de tıpkı tüm insanlığın geçmişi gibi pek parlak değildir.”
Lîrinin sözlerine anlam veremeyen Serúnor, başka bir şey söylemekten çekindi ve söylenenlere pek kulak asmadı. Çünkü geçmişte Mbasou halkının pek çok iyiliğini görmüştü ve bu iyiliklere kayıtsız kalamazdı.
“Batı yönünden gidelim,” dedi Dâl’yne. Böylece lîrinin arkasından, Alçak Dağlar’ın kuzey eteklerine süzülen yoldan ilerlemeye koyuldular.
Olaf ile Rexar, pazardan almış oldukları pipoyu taze otlarla doldurdular ve yaktılar. Cüce fazladan almış olduğu pipoyu da yakarak Serúnor’a uzattı ve sonra üçü birden, gözlerinin önünü acı dumanlara boğarak ilerlediler.
Dâl’yne ise Serúnor tarafından alınmış olan pelerine sıkı sıkı büründü ve kukuletasını örttü. Sonra, arkalarında bıraktıkları ışıltılar içindeki Limankent’e son bir kez bakıp, bugün gördükleri çocuğu anımsadı. “Rhoni...” diye fısıldadı.
Böğürtlen Ağaçları
Karanlık deniz kabarmıştı, dalgaların köpürmesiyle...
Azgın sular üzerimize devler gibi gelince,
Kaptan sabitledi dümeni, yelkenler açıldı,
Sonra güverteye bir cüce çıktı,
Cesur mu cesur, güçlü mü güçlü...
Öfkeli şimşekler arka arkaya çaktı,
Parlak mı parlak, büyük mü büyük...
Gemi titredi, mürettebat inledi,
Derken o geldi:
Dehşetli mi dehşetli, heybetli mi heybetli,
Kırmızı gözlü korkunç ejderha...
Gemiye doğru mavi bir ateş soludu,
Herkesin içi hüzünle doldu,
Umut ışıkları soldu, kaptan düştü,
O an ortaya çıktı efendi cüce...
Germeli yayı gerdi,
Ejderi vurmaktı tek derdi,
Sıktı dişini, saldı zıpkını,
Sonunda herkes muradına erdi...
İşte böyle vurdu devasa ejderhayı efendi cüce,
Acımadı ve gözünün yaşına bakmadı,
Karanlık suları yardı, göğü aydınlattı,
Dostlarını kurtardı, günü getirdi, Güneş’i çağırdı...
Rexar’ın şarkısı bittikten sonra, gezginleri bir gülme aldı. Serúnor ile Dâl’yne oldukça eğlenmiş görünüyordu, ancak bu durum Olaf için pek geçerli değildi; Kuzeyli adam kafasını sallayıp, cüceye soğuk bir şekilde bakıyordu.
“Ne şarkı ama?” dedi Serúnor, uzamış sakallarını kaşırken.
“Kendisi uydurmuş bunu,” diye söylendi katı bir ses tonuyla Olaf. Sonra elleriyle bir hareket yaptı. “Neymiş: İşte böyle vurmuş devasa ejderhayı efendi cüce. Bence yalancı cüce olmalıydı.”
“Eh,” dedi Rexar, aldırmaz bir tavırla. “Büyük öyküler, ilerde hatırlanmak için güzel bir şarkıyı hak ediyor. Bu öykü de bu şarkıyla hatırlansa fena mı olur?”
“Sen bu öykünün en küçük parçasısın yerdenbitme,” dedi Olaf. “Şarkıyı hak eden biri varsa, o da Koyaklı adamdır.”
“Hepimiz güzel bir şarkıyı hak ediyoruz,” dedi Serúnor, ikili arasındaki sürtüşmeyi fark edince. Sonra, yanında yürüyen Dâl’yne’ye döndü. “Öyle değil mi?”
“Yavru bir ejderha öldürdük diye kahramanlık taslamamıza gerek yok baylar,” diye karşılık verdi Dâl’yne.
Serúnor şaşırdı. “Yavru mu?”