|KUZEY VE EFNAN|
KESİT
"Bana dokunursan öldürürüm seni!"
Dudaklarımdan savrulan bu isyan yersizdi. Öyle yersizdi ki beni çoktan arkamdaki taş duvar ile kendisinin arasına almıştı bile. Nefesinden yayılan sıcak duman yanaklarımı ısıtıyordu. Sokak lambasının cılız ışığında dudakları parlıyordu.
"Sen beni çoktan öldürdün İstanbullu, canımı acıtabilir misin sanıyorsun?"
Elimle onu itmeye çalıştım ama işe yaramadı. Güçlü cüssesi beni kolayca kontrol edebildi ve üzerime daha çok geldi. Dudaklarıma daha çok yaklaştı.
"Yakarım elbet Altunlu! Yakmam mı sanırsın?"
"Afkurmayasın İstanbullu, afkurmayasın!"
"Sana mı kaldı ula benim ne edeceğim? Nişanlı adamsın, var git yoluna Altunlu!"
İçimde bir şeyler sızladı. Düşman ailenin torununa aşık olmuştum. Aşık olduğum adam, nişanlanmıştı ve şimdi de karşımda durup benden hesap sormaya kalkıyordu.
"Benim yolum senden geçer Kavazcı kızı. Benim yolum bir senden geçer..."
Son bir güçle ittim onu. Duvarla arasından sıyrıldım ve karşısına geçtim nefe nefese kalmış bir şekilde.
"Kavazcı torununa mı sardın Altunlu? Bu işin sonu seni kavurur bilesin."
"Ula... Ula İstanbullu, beni kavuran sensin!"
"Duymasın nişanlın bunları, ha o başına örer çorabı!"
"Güya dedu bir şey!"
Birkaç adımla dibimde beliriverdi. Ona karşı duramamak ve çekiminden kurtulamamak öfkemi dirilttiği için kaşlarım çatıldı. Nasıl olur da böyle aciz olurdum onun karşısında? Ben Kavazcı torunuyum, ben doktorum! Nasıl olur da onun karşısında böyle zayıf düşerim?
"Öte dur! Sular durgun diye kaptan mı sandun kenduni? Benim dalgam boğar seni Altunlu!"
"Çok tepeden uçarsun İstanbullu. Ha bu dağın rüzgarı savurur seni. Bir lema bana doğru savurursa tadundan yenmez."
Elindeki nişan yüzüğüne takıldı bir an gözüm. Nişanlı bir erkeğe asla aşık olamazdım, bunu kendime asla yapmayacaktım. Hiçbir şey demeden arkamı dönüp gitmeye karar verdim. Döndüğüm an kolumu yakalayıp kendine çekmesi bir oldu. Gözleri gözlerime değdi, nefesimiz birbirine karıştı.
Gözlerindeki fırtına, beni yutacak gibiydi. Kolumu tutan eli ateş gibi yanıyordu, ama o ateşi söndürmek yerine içimdeki yangını körüklüyordu. Nefesim kesildi, dudaklarım aralandı istem dışı. O da aynıydı; gözleri dudaklarıma kaydı, sonra tekrar gözlerime. Sanki bir asır geçti aramızda, ama sadece saniyelerdi.
"İstanbullu..." diye fısıldadı, sesi boğuk, şehvet dolu. "Beni kavuran sensin, dedim ya..."
Sözleri biter bitmez dudakları benimkine yapıştı. Sert, aç, yılların özlemiyle dolu bir öpücük. Ellerim istemsizce boynuna dolandı, parmaklarım saçlarında gezindi. O beni duvara yasladı yeniden, bedeni bedenime değdi, sıcaklığı içime işledi. Dudakları dudaklarımı emdi, dili dilime değdi, tatlı bir işgal gibi. İnledim ağzının içinde, öfkem eridi, yerini saf bir arzu aldı. Elleri belimde geziniyor, beni kendine daha sıkı bastırıyordu. Öpücük derinleşti, nefeslerimiz karıştı, kalp atışlarımız senkronize oldu. Zaman durdu, sokak lambasının ışığı bile soluklaştı o an.
Sonra, birden dudaklarımız ayrıldı. Nefes nefese, alnımız alnımıza değmiş, gözlerimiz birbirinde kaybolmuş. Ama tam o sırada, karanlığın içinden bir tıkırtı geldi. Keskin, yakın bir ses. Sanki bir dal kırılmıştı, ya da bir ayak basmıştı yere.