7 Yıl Önce
Dersler ve sınavlar kâbuslu gecelerimin sebebiydi. Sınavlardan ve derslerden daima nefret etmiştim. Bu yüzden sınavlara son bir gün kala çalışır ve derslerde de genelde kitap okurdum. Okul hayatımın bana kazandırdığı en güzel şey kitap okuma alışkanlığımdı diyebilirim. Kitaplarda öğrenmiştim hayatı. Kitaplarda gördüm insan olmanın ne demek olduğunu. Kitaplar bana gerçek yaşamı öğretmişti aslında. Okuldan çıktığım gibi ablamın yanına gittim. Test kitaplarım fazla olmadığı için onunla birlikte çarşıdan test alacaktık ve birkaç işimizi halledip eve dönecektik. Aldığım testleri arabaya koyup ablamın yanına gittim. Ablamla güçlü bir bağ vardı. Abla kardeşten çok daha ötedeydi ilişkimiz. Kış mevsiminin ortalarındaydık hemen hemen. Etraf beyazlara bürünmüştü. Kış mevsimini ve sonbaharı hep sevmişimdir ama şimşekten dolayı korkuyordum. Küçükken dışarıda tek başıma oynadığım zaman aniden yağmur yağmıştı ve birkaç dakika sonra şimşeğin büyük bir gürültüyle çarpmasıyla ağlayarak eve gitmiştim. O günden şimdiye kadar şimşekten korkardım.
"Abla, nereye gidiyoruz şimdi?" ablamla çarşıda takılmayı çok seviyorum. Ne zaman ablamla birlikte çarşıya çıksam eğlenmediğim bir saniye bile yoktu.
"Takip et beni."ses tonu ilk defa bana karşı soğuk ve mesafeliydi. Dediğini yapıp onu takip ettim. Attığımız her bir adımda karlar eziliyordu ve çıkan ses çok huzurluydu. Karların ayaklarımın altında ezilip çıkarttığı sesi çok seviyorum. Bilmediğim hatta varlığından haberim olmayan ara sokaklara giriyorduk. Sokakların duvarlarında sprey boya ile yazılmış yazılar vardı. Kalpler, aşk cümleleri, isimler, hayranı oldukları ünlü kişilerin isimleri bile yer alıyordu. Daha fazla dayanamayıp nereye gittiğimizi sormaya hazırlanıyordum ki kolumdan çekilmemle afalladım.
"Abla dur canımı acıtıyorsun. Abla ne yapıyorsun? Ab-" cümlemi tamamlayamadan kendimi karların içerisinde buldum. Ellerimi düşmemin hızını azaltmak için önüme siper etmiştim ve elerim buz gibi havanın soğukluğu yetmezmiş gibi karın soğukluğu ile daha da donmuştu. Yüzüm karla buluşmuştu. Kardan destek almaya çalışarak doğrulup aşağıdan ablama bakmaya başladım. Ürkek ve şaşkınca. Gözleri sanki değerli bir eşyasını çalmışım gibi ateş püskürten bir bakışa sahipti. Yüzü hava gibi buz gibiydi.
"A-ab-abla ben ne ya-ptım s-sa-sana." sesim hem korkudan hem de havanın soğukluğu yüzünden titriyordu. Dişlerimin takırtısına engel olamıyordum.
"Ben senin ablan falan değilim. Duydun mu beni. Ablan falan değilim. Bunu o kafana sok." son cümlesini kafama vura vura söylemişti. Sinirden kurmuş olduğu cümlelerle gözlerim doldu. Sinir gerçek olmayan şeyleri bile gerçekmiş gibi söyletecek kadar yoğun bir duygu muydu? Evet öyleydi. Sinir, karşısındakini derinden incitecek kadar acımasızdı.
"Ablamsın sen benim. Deme öyle." alaycı bir sırıtış ve bir mırıltı döküldü dudaklarından.
"Hıh kafan mı güzel senin? Ben. Senin. Ablan. Değilim. Duydun mu? Ablan değilim. Belki sana saçma gelecek bücür ama ben senin ne ablanım ne de başka bir şeyin." acımasızca kurmuş olduğu cümleler ve o cümleyi kurmasına yardım eden kelimelerden nefret ettim. Gerçek miydi bunlar? Sahiden ablam değil miydi? Sinirden söylemişti. Evet, evet gerçek değildi dedikleri. Ağzından dökülen kelimeler sinirle söylenilmişti. Her bir kelimeyi tane tane söylemişti anlamam için. 11 yaşındaydım ve böylesi bir yalanın gerçek olabilme ihtimalini ruhen kaldırabileceğimi sanmıyordum. Gerçeklik payı yüzde kaçtı? Yüzde otuz; elli, altmış, doksan, yüz...
Bu yaşımda gerçek sandığım bir yalanı öğrenmiştim. Ablam, ablam değildi. Bu evin tek çocuğu bendim. Peki, ama neden, nasıl olurdu bu? Karşımda sinir küpüne dönmüş kişi ablam değil de kimdi? Neyimdi? Hiçbir şeyimin olmadığını kaba bir şekilde beyan etmişti. Gözlerimden iri damlalar çağlayan gibi akıyordu. İç çekişlerim durmak bilmiyordu. Haykırdım. Bunların yalan olduğunu, sinirden söylediğini haykırdım.
"Yalan söylüyorsun. Sen benim ablamsın. Sinirden söylüyorsun bunları. Hem ben sana ne yaptım? Neden birdenbire böyle davranmaya başladın bana?" Yere çömelip benim boyum ile aynı hizaya geldi. Gözlerindeki öfke, ateşi sönmüş olan yanardağı tekrardan aktif hale geçirecek türdendi.
"Hiç düşündün mü İnci, benim dış görünüşüm neden sizden farklı? Ben kumralım ama annen ve baban hatta sen esmersiniz. Ya da şunu diyeyim yaşımdan ve ebeveynlerinin kaç yıllık evli olduğundan haberin vardır umarım." Doğruluk payı yüzde yüzdü.
Annem, ben ve babam esmerdik. Annem ve babam 22 yıllık evliydi ve ablam 23 yaşındaydı. Nasıl aklıma gelmemişti bu? Üvey miydi yani? Evlatlık mı almışlardı yoksa? Haklı olmasından nefret ediyordum. Ağzından dökülen kelimelerin onu haklı çıkartmasından nefret ediyordum. Arkasını dönüp beni o şekilde bırakıp gitti. Hıçkırıklarım ve ağlamalarım boş sokakta yankılanıyordu. Yeri yumruklayıp bunların birer kâbus olmasını diledim ama gerçekti. Adım sesleri ile yere eğdiğim başımı kaldırıp gelen kişiye baktım. Uzun boylu, iri yapılı, yüzünde şeytani gülümseme ile bana doğru yaklaşıyordu. Yerde sürünerek geri geri gitmeye çalışsam da fayda etmedi. Hızlı bir şekilde kolumdan tutup ona yumruklamamı ve ona engel olmamı engelledi. Duvarın arkasında iki gölge görür gibi oldum; hatta gördüğüme yemin bile edebilirim. Üzerime çıkacağı sırada aniden üzerimden kalktı. Ne olduğunu anlamadan kendimi toparlamaya çalışıp buğulu gözlerle ayağa kalkmaya çalıştım fakat soğuğun etkisinden olsa gerek ayaklarımın titremesiyle yere kapaklandım. Birinin tekrardan koluma dokunmasıyla ürküp geri çekileceğim sırada güven veren ses ilişti kulağıma.
"Sakin ol. Sana zarar vermem, iyi misin? Bir şey yaptı mı sana?" gözleriyle vücudumu tarıyordu. Kollarımı hızla boynuna dolayıp hıçkırıklar eşliğinde ağlamaya başladım. Sarılmama karşılık verip kollarını sırtıma doladı. Birkaç dakika o şekilde kaldıktan sonra geri çekildim. Gözlerimi kollarımla silip karşımdaki yabancının yardımıyla ayağa kalktım. Paytak adımlarla beni yönlendirdiği yere doğru gidiyordum. Eğer yanımdaki yabancı gelmeseydi neler olacağını düşünemiyorum bile. Sahi o adama ne olmuştu? Başımı hafif iki yanıma sallayıp onu düşünmemeye başladım. Ablamın itirafı ve üzerine adamın üzerime çıkmaya çalışması tam bir faciaydı. Siyah bir arabanın önünde durup ön kapıyı açtı. Korku dolu bakışlarımı ona yönelttim. Korktuğumu anlamış olacak ki yine güven veren ses tonu ile konuşmaya başladı:
"Korkma, sana zarar verecek son insan bile değilim. Seni evine götüreceğim. Eğer dışarıda daha fazla kalırsan hasta olursun." Dedi. Cebinden bir şeyler çıkartıp bana uzattı ve konuşmasına devam etti: "Al. Kimliğim sende kalsın, bu da telefonum. Eğer herhangi kötü bir şey yaparsam bir iki tuşla polisi ararsın. Hatta arka koltukta otur. Olur, da sana bir şey yaparsam arka koltukta sana ulaşmam zor olur öyle değil mi?" ön kapıyı kapatıp arka kapıyı açtı. Elimdeki kimliğine ve telefonuna baktım. Yayan eve gitmeye kalkışırsam ev ile çarşı arası mesafe bir buçuk saat sürüyor. O zamana kadar dediği gibi hem üşütür hasta olurdum hem de yayan gidecek gücüm yoktu. Başımla onaylayıp arka koltuğa oturdum. Kapımı kapatıp ön taraftan dolanarak sürücü koltuğuna oturdu. Bakışlarımı cama yöneltip az önce çıkmış olduğum sokağa baktım. Bomboştu. Küçük bir kulübenin arkasında iki gölge vardı. Ne yaptıklarını tam olarak seçemiyordum ama o iki gölge adamın üzerime çıkmaya çalıştığı zamanda gördüğüm gölgelere benziyordu. Arabanın hareketlenmesi ile o iki gölgenin sahibini daha net görmüştüm. O gölgeler annem ve babama aitti. Yaşadığım bu duygu karmaşasına yeni duygular ekleniyordu. Şaşkınlık, öfkede eklenmişti bu karmaşaya. Orada öylece seyretmişlerdi ve hiçbir şekilde yardım etmek gibi bir girişime girmemişlerdi. Ama neden? Neden yardım etmediler?
"İyi misin? Bu arada evin nerede?"daldığım düşüncelerden hızlı bir şekilde çıkıp bulunduğumuz ortama geçiş yaptım. Arabanın ısıtıcısını çalıştırmıştı. Isınan araba ile bedenimde eriyordu adeta.
"İyiyim, teşekkür ederim. Siz dümdüz gidin yolu tarif ederim ben." Onaylar anlamda başını salladıktan sonra yolu tarif etmekten başka hiçbir diyalog geçmedi aramızda. Evimin kapısının önünde arabayı durdurup arabadan ineceği sırada kolundan tuttum. Çatık kaşlarla bir elime bir de yüzüme bakıp durdu. Elektrik çarpmış gibi hızlı bir şekilde kolumu çekip söze başladım:
"Buraya getirdiğin ve yardımın için teşekkür ederim. Bundan sonrasını ben hallederim. İyi günler." Deyip bir şey demesini beklemeden indim arabadan. Bahçe kapısını açıp arabaya son bir bakış attıktan sonra içeri girdim. Ablam, eve gelmiş arabayı içeri almıştı. Onunla evde tek olma korkusu sardı bedenimi. Neden ve neyden korktuğumu bile doğru dürüst bilmiyordum. Tekrardan aynı olayları yaşamaktan mı korkuyordum yoksa doğru sandığım yalanları duymaktan mı? Neyden ve kimden korktuğumu bilmiyordum ama tek bildiğim bir şey vardı o da korkuyor olduğum gerçeğiydi. Cebimden anahtarı çıkartıp kapıyı açacağım sırada aniden kapının açılması ile irkildim. Bakışlarımı karşımda duran ablama çevirdim. Korku dolu bakışlarım kendini çok belli etmiş olmalıydı ki sinirli olan yüzü anında yumuşadı.
"Hoş geldin küçük hanım. Nasıl bu kadar erken geldin şaşırdım doğrusu. Her neyse şimdi sen bu olayları ne annene ne de babana anlatmayacaksın. Yoksa senin için hiçte iyi şeyler olmaz. Duydun mu beni?" ağzıma bir bant vurup susturuyordu beni. Biliyordu o bandı açmayacağımı; açamayacağımı. Ailem zaten biliyordu ne diye susturuyordu ki beni? Söyledikleri yalanları yüzlerine haykırsam ne değişecekti ki? Başımla onayladım güçlükle.
Bu yaşımda güçlü durmayı ve ağzıma bir bant vurmayı; susmayı öğrenmiştim. Bu yaşımda çöküntüyü öğrenmiştim; yalnız olduğumu, yıkıklığı, yalanları, ihaneti öğrenmiştim. Ablam dediğim kişi bir leke bulaştırdı ruhuma. Karın altındaki çamurun ıslak kara lekesi ruhuma dokundu. Biraz yayıldı sonra durdu. Bu leke geçmedi, yayılmadı da. Durdu ve sonraki lekeleri bekledi. Bu lekeyi ilk atan karşımdaki kişiydi. Açılışı o yapmıştı. Beni orada bırakıp arkasını dönüp içeri gitti. Buğulu gözlerle gidişini izledim. Söyledikleri kulaklarımda çınlıyordu. Ablan değilim demişti. Kafama vura vura söylemişti bunları. Böyle bir şeyi neden şimdi söylemişti ki? Her şey güzel bir şekilde ilerlerken ne diye bunu söylemişti ki? Mutluluktan korkuyordum. Çünkü mutlu olduğum zaman bir başkasının gelip o huzur bulduğum anı bozmasından korkuyordum. Her mutluluğun bir bedeli vardı. Benim mutluluğumun bedeli işte buydu; ablam.
Yıllardır huzurlu bir aile ortamındaydım ve şimdi ablamın söylediği gerçekler ile hayatım değişmişti. Bir anı olur ve bütün hayatın o anıya göre değişim gösterir. Benim bu acı anım yaşamımın geri kalanına göre değişim göstermiş ve hep kırıklıklar içerisinde ilerlemişti. Bir yanım daima kırık kalmıştı.
Soğuktan kızarmış ellerim ile doğrulup sersem adımlarım ile eve girip hızlı bir şekilde odama girdim. Üstümü güçlükle değiştirip lacivert geceliğimi giyip ışığı kapattım. Kendimi yatağa bırakıp ayıcığıma sarılarak ağlamaya başladım. Kapı sesi geldi, kıpırdamadım. Kıpırdayacak gücüm yoktu. Rahat bir şekilde yüzüme söyledikleri yalanlarla yüzlerine bakıp bir başka yalanlarını dinleyecek durumda değildim. Oyunculuklarını izleyecek halim yoktu. Yavaş yavaş kapanan gözkapaklarıma dayanamayıp kendimi uykunun kollarına bıraktım. Ve hayatımın geri kalanında bildiğim sırrı susarak ve ailemin oyunculuğunu izleyerek geçirdim.
Şimdiki Zaman
Gözyaşlarımı silip kendimi toparlamaya başladım. Sol taraftan cama vurulması ile irkilip hızlı bir şekilde oraya döndüm. Kapının kilidini açıp içeri girmesini sağladım. Kapıyı açtığı gibi soğuk hava içeri akın etmişti. Koltuğuna yerleşip bana bakmadan anahtar uzattı. Elinden alıp arabanın anahtarını verdim.
"Neyin anahtarı bu?" konuşmam ile bakışlarını bana çevirdi ve uzun bir süre loş ışıkta yüzümü incelemeye başladı.
"Ağladın mı sen?" Soruma soru ile karşılık vermesi rahatsız etmişti. Aslında rahatsız eden soruma soru ile karşılık vermesi değil ağladığımı anlamış olmasıydı. Loş ışıkta bile nasıl bu kadar derin bakabiliyor ve hemen yüzümdeki değişiklikleri nasıl anlayabiliyordu şaşırıyordum doğrusu. Sesimden mi anlamıştı yoksa? Işığı açıp daha yakından bakınca söylediği şeyin doğruluk payını ölçtü. Gözlerimin kenarında eminim ki kızarıklık oluşmuştu ve ışığı açması ile ağladığımı görmüştü. Ses tonu ilgilenmiyormuş gibi çıkmıştı ama hal ve hareketleri ses tonuna oranla çok zıttı.
"Yok ağlamadım. Soğuk hava geldi içeri birden, soğuk hava gelince gözlerim yaşardı. " derin bir nefes çekip verdikten sonra gözlerini kapatıp açtı. Gözlerindeki duygusuzluk yerini koruyordu.
"Bir daha sormayacağım. Ağladın mı?" başımı eğip elimdeki anahtara çevirdim bakışlarımı. Başımı onaylar anlamda sallayıp ağladığımı doğruladım.
"Neden?"
"Ailemi özledim." Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum ama gözyaşlarım yine hücum etmişti gözlerime ve kontrolüm altına alamıyordum gözyaşlarımı. Doğru değildi söylediklerim. Dilimden dökülen küçük bir yalandan ibaretti. Doğruluk payları vardı elbette söylediklerimin ama ağlamamın asıl sebebi bu değildi. Bir nefes çekip verdikten sonra ışığı kapatıp arabayı çalıştırdı. Sarılmasını, yatıştırıcı cümleler kurmasını beklemiyor değildim açıkçası. En azından beni -rahatlatmayacağını bilsem de- rahatlatacak cümleler sarf edebilirdi.
"Sil yüzünü." Neden bu kadar duygusuzdu ki. Arabanın torpido gözünden peçete çıkartıp bana bakmadan uzattı. Peçeteyi elinden alıp yüzümü sildim. Kendimi toparlayıp camdan dışarıya baktım. Yolları seyrettim. Havada arabaların benzin dumanından ve bazı evlerde yakılan sobalardan dolayı kirli bir sis vardı. Bazen dışarı çöpü atmak için çıktığım zaman havayı içime çektiğimde huzur dolu bir hava değil de kirli bir hava burnumu dolduruyordu. Hava da ruhlar gibi kirletilmişti. Ruhları kirleten kişiler nasıl insanoğlu ise havayı kirletenlerde insanoğluydu. İnsanlar kendi yaptıkları hataları görmezler, ta ki bir başkası tarafından uyarılıncaya kadar. Kimileri bu uyarıları kendilerine gurur eder ve uygular kimileri ise tınlamaz bile. Okuduğum her kitapta iyi ve kötü alışkanlıkları, huyları kendime ders çıkarmıştım. Yapılan hatanın yapılmaması gerektiğini yapılan iyiliğin ise karşılıksız kalmayacağını öğrenmiştim kitaplarda.
"Kapının yeni anahtarı." Kurduğu cümle ile daldığım düşüncelerden çıkıp ona döndüm.
"Anlamadım?" ses tonum duygusuzluğu ifade ediyordu ve bu ses bana yabancı gelen bir sesti.
"Elinde sıktığın anahtar kırdığım kapının yeni anahtarı." o söylemeyene kadar elimdeki anahtarı sıktığımı fark etmemiştim bile. Bakışlarımı elime çevirdim ve ne zamandan beri sıktığımı bilmediğim elimi gevşettim. Bakışlarımı ona yönelttim tekrardan. Arabaya binip elime anahtarı verdiği zaman sorduğum sorunun cevabını şimdi alıyordum. En azından kafamdaki sorulardan birinin cevabını almıştım ve sorularla dolu odam yeni bir soruya yer açmıştı.
"Teşekkür ederim." cevap vermesini bekledim ama dümdüz yola bakmaktan başka bir şey yapmıyordu. Sustu, sustum ve gecenin asaleti konuştu.
Tanıdığım Tufan gitmiş yerine bir başkası gelmişti sanki. Okulda ben ve Hasret gülünecek şeylere güldüğümüz zaman sadece gülüşlerimizi izler hafif dudağını kaldırarak tepki verirdi, bazen de sadece bakmakla yetinirdi. Şimdi ise bir yabancıyla konuşuyormuşum gibiydi. Gerçek yüzü bu muydu yoksa okuldaki miydi karar vermekte zorluk çekiyordum. Tufan'ın ailesi ve özel hayatı hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik. Nerede kalır, kimle kalır, ne yapar ne eder hiçbir bilgiye sahip değildik. Sadece ismini ve soy ismini bilirdik. Tufan ATEŞ.
Saklı bir kutuydu. Anahtarı sadece o kilide özel tasarlanmış ve daha sonra anahtarı kaybolmuş bir daha kilidi açılmamış, anahtarı da bulunmamış pinhan bir kutuydu. Ve bu yollar bir yıldır tanıdığımız ama hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız kişiye götürüyordu bizi. Yandan yüzünü inceledim. Karanlıkta bile bu kadar kusursuz görünmesi olağandışı bir şeydi. Kirli sakalları, düzgün bir burnu, hafif çıkıntılı âdem elması, kavisli kaşları, güzel ve insanı etkileyecek yüz hatlarına sahipti. Gözlerinin kahverengiliği ise giydiği kıyafete göre değişim gösteriyordu çoğu zaman, yüzündeki soğukluk yerini koruyordu her zamanki gibi. Bazen tatlı bir yüz hatlarına sahip olabiliyorken çoğu zaman soğuk bir yüz hattına sahip oluyordu. Birçok kızı birkaç cümlesi ve dış görünüşüyle alt edebilirdi. Onu incelemeyi bırakıp yolu incelemeye başladım.
Yolda birikmiş küçük su birikintileri vardı. Araba her geçtiğinde o su birikintilerine denk geliyor ve etrafa su sıçratmasına neden oluyordu. Su sıçraması çöp kovalarının yanında duran köpeklere ve kedilere değiyor ve korkuyla kaçışıyorlardı. Dışarıdaki hayvanlara daima acımışımdır. Evde bazen et alır ve çöp atma bahanesi ile dışarı çıktığımda çöp kovasının yanına bırakırdım yemeleri için. Ertesi sabah okula gittiğimde de bıraktığım yerde etleri bulamayınca içime büyük bir huzur kaplardı.
Yaşadığım mahalleden çoktan çıkmış nereye gittiğimizi bilmeden ilerliyordu araba. Pencereden Tufan'ın yansımasına baktığımda kaşları çatık bir şekilde yola bakıyordu. Yüzünde bir şeyler düşündüğünü belli eden ifadeler yer alıyordu. Radyoya uzanıp rastgele bir şarkı açtı. Nasıl ki bir ortama girildiği zaman farkında olmadan o ortamın ruh haline bürünüyor isek bir arabaya binildiğinde de o arabanın içerisindeki ortama ayak uydurup farkına varmadan o ortamın ruh haline bürünüyoruz. Bu arabaya ilk bindiğimde bir soğukluk hissettim. Dışarıdaki havanın bedeni etkileyecek soğukluğundan çok insanın ruhuna dokunan bir soğukluktu bu.
Tufan'ın radyodan rastgele açtığı şarkının duygusuna kapılmıştım. Tanıdık gelen şarkının atmosferine kapılmıştım.
Sayonara no mae ni let go (Elveda demeden önce, bırak gidelim)
De mo kokoro no meiro no naka de mayou (Ama ben yüreğimin labirentinde kayboluyorum)
Elveda dememe bile gerek kalmadan gitmem için bıraktılar. Hatta bırakmakla kalmadılar gitmem için sırtımdan ittiler. Ve evet ben yüreğimin labirentinde kayboldum. Bazı insanlar o insanı kaybetmemek için sıkı sıkı tutar, onu kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapardı ama benim elimden tutmak yerine sırtımdan güçlü bir şekilde itip gitmem için büyük bir çaba harcadılar. Şimdi evimden, şehrimden, anılarımla dolu olan bu şehirden uzaklaşıyordum. Kısacası her şeyimden uzaklaşıyordum. Tokat benim her şeyimdi ve her şeyim olmaya da devam edecekti. İçimde susturulmuş bir çığlık ve bir yakarış vardı. Ellerim arkadan kelepçe ile kapatıldı ve ağzıma bir bant bağlanıldı. 7 yıl önce bu bandı ocak ayında karların arasına fırlatılıp beni o sokakta bırakıp giden ablam bağlamıştı. Sonra da söylediği gerçekleri konuşmamam için ağzıma bant vurmuştu. Annemden önce her şeyimi paylaştığım ilk kişi. Ben sırlarımı hortuma söylemiştim ve bu hortum bütün her şeyi içine alarak sırrımı açığa çıkarmıştı.
Daldığım düşüncelerden kurtulup yola çevirdim bakışlarımı. Tren yolunu geçmiş yol ayrımına varmıştık. Sağa dönüp çarşıya doğru ilerledi. Saat yedi buçuktu ve bu saatlerde trafik orta derecedeydi. Birinci kırmızı ışıkta durup kırmızı ışığın süresinin dolmasını bekledik. Gözlerim hala yoldaydı ve bakışlarını kısa bir anlığına da olsa bana çevirmişti. Üzerimdeki keskin kahveleri hissetmemek mümkün değildi. Yanımızdaki arabaya baktım. İki karı koca ciddi bir konu üzerinde yoğun bir şekilde konuşuyorlardı. Hayat çok garipti. Kimisi evine yetişme telaşı içerisinde kıvranıp gidiyordu, kimisi eşini almış belki evlerine belki de misafirliğe gidiyor ve bir konu üzerinde yoğun bir şekilde tartışıyorlardı. Kimileri yarın ki toplantılarına hazırlanıyor, kimileri sınavlarına, kimileri ise iş bulma derdindeydi. Herkesin kendine göre bir derdi vardı. Benim derdim ailemi hayatta tutma derdiydi. Dışarıdan, kimsenin sorunu yok hayatı dört dörtlük gibiymiş gibi görünürdü. Sadece görünürdü. Narında dışı mükemmel bir kırmızılığa sahiptir ama içini açıp baktığında içerisindeki çürükleri, yenilmeyecek olan taneleri görürsün. Düşünürsün sonra nasıl olurda böyle yenilmeyecek durumda olur diye, sonra anlar insan her şey dıştan göründüğü gibi olmadığını. İnsanlar dışarıdan göründüğü gibi yargılamaya alışmışlar. Önyargılarla inşa ettikleri duvarı yıkıp empati duvarını inşa etseler her şey daha mükemmel olacaktı. Araba tekrardan hareket etti. Birinci ve ikinci kırmızı ışığı geçmiştik. Geriye iki tane daha kırmızı ışık kalmıştı çarşıya gitmek için. Tokat'ın ezbere bildiğim caddelerinde ilerliyorduk nereye gittiğimizi bilmeden. Arabadaki tek ses radyoda çalan sürekli değişen şarkılardı. Suskunluğumuz aramızdaki tek sesti. Radyodaki şarkı aramızdaki tek notaydı.
Sola dönüp gidişat rotasını değiştirdi. Çarşıya gideceğini sanırken sitelerin olduğu yola doğru ilerliyordu. Gözlerimi dinlendirmek için kapattım fakat ruhumun ve bedenimin yorgunluğu ile karanlığa çekildim, uykunun huzurlu karanlığına.
Sırtımda ve bacaklarımın altında bir el hissettim. Birkaç sözcük döküldü dudaklarımdan ama ne dediğimi uyku sersemliği ile hatırlamıyordum. Beni taşıyan kişiye biraz daha sindim ve tekrardan uykunun huzurlu kollarına bıraktım kendimi.
İçeriden gelen sesler ile açtım gözlerimi. Etraf zifiri karanlıktı. Yattığım yerde bir süre durup gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Başımın ağrısı bir nebze de olsa dinmişti ama kendimi fazlasıyla yorgun hissediyordum. Gözlerimi kapattığım gibi açmışım gibi bir hissiyat vardı üzerimde. Gözlerim tam karanlığa alıştığında yattığım yerden doğrulup kapının yolunu bulmak için ellerimi duvarda gezdirdim. Kapı kolunu çok zorlanmadan buldum. Kapıyı açık bırakıp ışığın içeriye yansımasına izin verdim. Ev geniş ve güzel bir evdi. Uzun, orta genişlikte L harfinde bir koridoru vardı. Yattığım odanın yanında iki tane oda vardı, her ikisinin kapısı kapalıydı. Hemen sağ kenarda da iki tane kapı vardı. Banyo ve lavabo olmalıydı. Salon olduğunu düşündüğüm yerden sesler geliyordu. Sessiz adımlar ile sesin geldiği yere doğru adımladım.
"Yarın için bilet ayarlayın Ankara'ya, artık oradayız."Karşımda giriş kapısı vardı. Bizim kapının aksine çelik bir kapıydı. Giriş kapısının hemen yanında bir kapı ve o kapının yanında da bir kapı vardı. Bu ev bir yerlerden bana tanıdık geliyordu fakat tam olarak çıkartabilmiş değildim.
" Öğleden sonra olsun." İlk kapıdan kafamı eğip baktığımda koridorun ışığının yardımı ile mutfak olduğunu gördüm. Adımlarımı salon olduğunu düşündüğüm odaya doğru adımladım. Işığı açık aynı zamanda kapısı aralık olan kapıdan arkası dönük bir şekilde koltukta oturmuş olan Tufan'ı gördüm. Koltuğa yaslanmış, sağ ayağı sol ayağının üzerinde telefon ile konuşuyordu.
"Tamam." Deyip karşı tarafın bir şey demesine gerek kalmadan kapattı telefonu. Telefonu karşısındaki masaya bırakıp daha çok koltuğa yaslandı. Oda turkuaz mavisi ve krem rengi ile döşenmişti. Koltuklar turkuaz mavisi rengine sahipti, ortadaki masa krem, halı ise turkuaz ve krem renginin içinde barındırdığı bir halıydı. Çok güzel sportif bir şekilde dekore edilmişti.
"Orada dikilmeye devam edecek misin yoksa geçip oturacak mısın?" bana yöneltmiş olduğu soru ile olduğum yerde mıhlanmış bir şekilde durdum. Burada dikildiğimi nasıl anlamıştı şaşırmadım değil doğrusu. Aralık olan kapıyı açıp içeri girdim. Odanın geri kalanı da aynı şekilde krem ve turkuaz rengi ağırlıklı olmuştu. İç açıcı bir şekilde döşenmişti. Karşısındaki tekli koltuğa oturup görüş açısına girdim.
Böyle bir adamın iç açıcı renklerle evi döşemesi şaşırtıcıydı doğrusu. Onun evini hep siyahın hâkim olduğu bir şekilde dekore ettiğini düşlemiştim. Giydiği kıyafetlerin rengi ruhunun rengini yansıtırken evin mobilyalarının rengi neyi yansıtıyordu? Kaç tane kişiliğe sahipti bu adam böyle.
"Yarın Ankara'ya gidiyoruz." Boş bakışlar ve hiçbir duygu barındırmayan bir ses ile söylemiş olduğu cümleyi tekrar zihnimde tekrar edip ölçüp, biçtim. Kurmuş olduğu cümleyi birkaç dakikalık zaman diliminden sonra kavrayabilmiştim.
"Neden gidiyoruz?" sesim kendimden beklemediğim bir şekilde fazlasıyla duygusuz çıkmıştı.
"İlk görevin için gidiyoruz."
"Ailem burada benim. Onları burada bırakıp asla gelmem." Sesimi biraz yükselttiğim için kaşlarını çatarak duygusuzca bakmaya devam etti.
"Ailenin burada olduğunun garantisini verebilir misin?" Ayaklarını indirip öne doğru eğildi, kollarını dizlerinin üzerine koyup ellerini birleştirdi. "Dur kendini hiç yorma ben sana söyleyeyim, yok öyle değil mi?" bu adama ne olmuştu böyle? Önceden konuşma tarzları incitmek, kırmak, üzmek istemezken nasıl olurdu da bir cümleyle bile kırabiliyordu? Karşımdaki kişi gerçekten kimdi?
"Evet, garantisini veremeyebilirim ama bir ih-"
"İnci, ailen burada olsun veya olmasın bu ilk görevin için istesen de istemesen de gideceksin. İhtimallere bakarak bu oyunu kazanamazsın. Bu oyunu kazanmak istiyorsan gerçekten, verilen görevleri tamamlaman gerekecek. O yüzden yarın öğleden sonra Ankara'ya gideceğiz, şu dedikleri holdinge iş başvurusu yapacaksın. Anlaştık mı?" başımı olumlu anlamda salladıktan sonra cebinden bir tane sigara ve çakmak çıkarttı. Sigarayı ağzına götürüp yaktı. Bir nefes içine çektikten sonra sigarayı dudaklarının arasından aldı. Bakışlarımı yere indirip göz bağlantısını kestim. Bir insanı delip parçalayan bakışları üzerimde her bir ayrıntımı en ince noktasına kadar inceliyordu bir röntgen gibi.
"Her şeyimi burada bırakıp gideceğim yani. Evimi, Hasret'i, okulumu.. Sahi okuluma ne olacak?" deyip göz bağlantısını tekrardan kurdum.
"Bir süreliğine donduracağız." Diyip sigarasını yudumlamaya devam etti.
"Sende mi donduracaksın?"
"Evet."
"Neden? Kendim halledebilirim." Alaycı bir mırıltı döküldü dudaklarından.
"Bu oyunu tek başına kazanabileceğini mi zannediyorsun?"
"Bu oyun hakkında hiçbir bilgiye sahip bile değilsin."
"Sahip olmadığımı nereden biliyorsun?" onunla ilk defa bu kadar uzun bir diyalog kuruyordum. Kısa ve başından salacak şekilde konuşurdu.
"Bu oyun hakkında ne biliyorsun?"
Gençliğimi bu oyuna verecek olmayı kabullenemiyordum. Böyle bir saçmalık nerede görülmüştü ki hayatımda da yer ediniyordu? Lise son sınıf öğrencisiyim ve benim şu an bu sene gireceğim sınava hazırlanmam gerekiyorken hayatta kalma oyunu oynuyordum ve okulumu bu saçmalık yüzünden donduruyordum. Tükeniyordu umutlarım, kararıyordu hayallerim. Karanlık beni yavaş yavaş ele geçiriyordu.
"Ailem, böyle bir saçmalıktan dolayı vefat ettiler. Babam bir şirketle anlaşmıştı. Adı daima gizli tutulan bir şirket. Daha çok ün sahibi olmak için bu kişilerin verdiği görevleri yerine getirecek ve istediğini elde edip güzel bir yuva kuracaktı bize. Her bir görevi tamamladığında bizimle birlikteydi." Sigarasından derin bir yudum çekip üfledi. "Babam bütün görevleri tamamlamıştı ve istediğini elde etmişti. Zengin olmuştu, Türkiye'de hatta birçok ülkede ün kazanmıştı. Fazlasıyla mutluyduk. Daha sonra yapılan yanlış bir şeyin düzeltilmesi istenildi babamdan ama kabul etmedi." Gözlerini kapatıp açtıktan sonra elinde tutmuş olduğu sigaradan bir yudum aldı, konuşmaya başladığında dumanlar döküldü dudaklarından.
"Babam ve annemin öldürüldüğü gün yani 15 Mart, ben arkadaşıma performans ödevi için gitmiştim. Gece orada kalmıştım. Annem ve babam gece uyurlarken eve girip kafalarına sıkmışlar. Eve geldiğimde kafalarına sıkılmış bir şekilde yataklarında yatıyor olduklarını gördüm." Alaycı bir mırıltı döküldü dudaklarından. "Beni unutmuşlardı ama." Derin bir şekilde gözlerimin en iç noktasına kadar bakıyordu. Onun ailesi hakkında ilk defa bir bilgiye sahip olduğum gerçeği ve ailesinin ölüm hikâyesi ile şaşırmış bir şekilde gözlerine bakmaktan başka bir tepki veremiyordum. Ailesi daha rahat bir gelecek için böyle bir yola başvurmuş ama yanlış yapılan bir şey yüzünden öldürülmüştü.
"Sanırım senin ailende benim ailem gibi bu işe bulaşmış."
"Nasıl yani?"
"Senden böyle bir şeyi neden durduk yere istesinler? Böyle bir şeye bulaşılmış ki isteniliyor öyle değil mi?" Haklıydı, hem de fazlasıyla haklıydı. Ailem bir zamanlar zengin miydi yani?
"Hiçbir şey anlayamıyorum. Daha açık konuşur musun lütfen." Sigarasını söndürüp konuşmasına devam etti.
"Şimdi, ailenin büyükleri yani deden, babandan büyük amcan vesaire bu tür aile fertleri bu işlere bulaşmış büyük bir ihtimalle. Daha sonra verilen görevlerde yapılan hataları senin ailenden düzeltilmesi istenilmiş tahminlerime göre. Tabii ailende kabul etmemiş bu görev sana kalmış."
"İyi de ailem neden böyle bir görevi kendi üstlerine almak yerine bana bıraksınlar ki?"
"Seninle tehdit etmiş olabilirler. Baban artık ihtiyar biri fakat sen gençsin ve ihtiyarın yapacağı iş ile bir gencin yapacağı iş aynı olmadığı için bu görev sana devredildi."
"Her şey başa sarıldı yani."
"Bozuk bir gramofonun plağı başa sarması gibi başa sarıldı her şey. Plağı devam ettirmekte senin elinde, gramofonu tamir ettirip başka şarkılarla devam ettirmekte senin elinde İnci. O yüzden ya süreci devam ettirirsin ya da bu oyuna devam eder bunlara bir son verirsin. Her şey sana bağlı."
Sırat köprüsünde ilerliyordum. Ya o köprüyü geçecek cennete kavuşacaktım ya da düşüp cehennemin kızgın ateşinde yanacaktım. Ben bu çizgide kurtarılmayı ve yanmamayı bekliyordum. Yaşıtlarım geleceklerini belirleyecek olan sınavlara hazırlanıyorken ben yaşam ve ölüm sınavı içerisindeydim. İlk görevi tamamlamak için yarın bir adım atacaktım. Büyük bir adım. Bilmiyordum ki ölümün bu kadar yakın yaşamanın uzak olduğunu. Yaşamın benden yana olmadığı bu geceden sonra hayatım değişecekti. Bilmediğim bir şehre gidecek söylenilen holdingde işe başlayacaktım. Hayatım yarından itibaren tamamıyla değişecekti.