Korku
Bir ceylanın; aslanın kafesine salıverilip başını pençelerine eğmiş olan aslanın başını kaldırıp tıslamaya başladığında ceylanın kapıldığı korkuydu şu anki korkum. Ben avcıya av olmaktan korkan bir ceylandım, onlar ise avına pençelerini geçirmek üzere olan aslan ya da aslan sürüsü.
Korku bütünüyle bedenimi ele geçirmişti. Kimisi bir köpekten korkardı; kimisi peşine takılan psikopattan, kimisi ateşten korkardı. Ben bu oyunda daha doğrusu verdiği görevleri oyun diye adlandırdıkları bu savaşta yenilgiye uğramaktan korkuyordum. Çünkü yenilgi demek benim felaketim demekti.
Bunu gönderen kişi veyahut kişileri merak ediyordum. Sol elimde bordo renginde, üzerine beyaz kalem ile yazılmış bir not ve diğer sağ elimde ise siyahlarla kaplı bir kutu vardı. Gecenin karanlığı iyice çökmüş etraf karanlığa bürünmüştü. Dışarıda sokak lambaları bozuk olduğu için ayın yansıttığı ışık vardı, birde evdeki ışık. Kırık kapıdan rüzgârın hafif uğultusu ilişti kulağıma. Rüzgâr içeri girmiş gibi tenimi okşamış ve tüylerim diken diken olmuştu. Zaman ne çabuk geçiyordu, ne ara hava kararmıştı anlamamıştım doğrusu.
Notu masaya bırakıp koltuğa oturdum. Tufan ayakta dikilmiş hareketlerimi ve vereceğim tepkileri merakla izliyordu. Kutunun üstündeki siyah paketi açtım. İçinden kol saati tarzında bir kutu vardı, lacivert bir kutuydu. Kutunun kapağını açtığımda içinde rulo şeklinde sarılmış, kurdele yardımı ile bağlanmış bir kâğıt ve bir cihaz vardı. İçinden kâğıdı alıp kutuyu içindeki cihaz ile masaya bıraktım. Kurdeleyi açıp güzel el yazısı ile yazılmış olan yazıyı okumaya başladım. Bu olaydan dolayı gerilmiş olan bedenim her bir satırı okurken daha da geriliyordu.
"İlk görevin; Öztürk Holdinginde işe başlayacaksın. Onların güvenini kazanıp herkesten sakındırdıkları kapalı odaya gidip siyah dosyayı alacak ve sana dediğimiz yere bırakacaksın. Kutunun içerisindeki cihazı da özel toplantı odasındaki masanın altına yerleştireceksin. Yakalanmamaya bak. Bol şans küçük hanım.."
Üzerimdeki kahverengi gözlere çevirdim bakışlarımı. Duygusuz bir şekilde ayakta dikilmiş vereceğim tepkileri merakla izliyordu. Saçma sapan görevlerini oyun diye adlandırdıkları bu savaşta bir kuklaydım. Onlar ise beni yöneten birer hayalbaz.
Hayat beni öyle bir yere sürüklüyordu ki kendi iç dünyamda kaybolup bulunmamak istiyordum lakin hayat kafamdaki iç dünya gibi ilerlemiyordu maalesef. Kafamdaki dünyayı ben yönetiyordum ama gerçek hayatımı onlar yönetiyordu. Kafamdaki iç dünyada ailem ile sonsuz mutluluk vardı. Bir gölün kenarında ilkbaharın üçüncü ayının başlarında pikniğe gidip stop oynadığımızı; can, saklambaç, körebe oynadığımızı düşlemiştim. Lakin içinde bulunduğum bu hayatta durum bambaşkaydı. Ailemle bir gölün kenarında değil ayrı yerlerde belki de ayrı şehirlerdeydik; ilkbaharın üçüncü ayının başlarında değil sonbaharın birinci ayının başlarındaydık ve ailem ile saklambaç, körebe, can, stop değil hayatta kalma oyunu oynuyorduk. Daha doğrusu oynuyordum. Bir düştü benimki; geldi ve geçti gitti..
Bir düş vardı iç dünyamda bütün kâbuslarımı unutturup güzelleştiren ve bir gerçek vardı bütün düşlerimi harabeye çevirip kâbuslu gerçekleri gün yüzüne seren. Ve yine bir düş vardı kâbusları yenip tüm güzelliği önüme seren.
Belki düşlediğim dünya büyük bir yenilgiye uğrayıp kâbuslu gerçekleri gün yüzüne çıkarmıştı ama ben bu oyunda galip gelecek ve düşlediğim düşleri gerçekleştirecektim.
Uzun gelen bir süre zarfı içerisinde açık kahverengi gözlerine baktım. Takdirkâr olduğum kahveleri beni tanıştığımız andan şimdiye kadar büyülemişti. Şu an karşımda tüm asaleti ile duran adam babamın göz rengindeki kahvelere sahipti. Hayranı olduğum kahverengine. Gözlerinin kahverengiliği farklı bir tondaydı. Sadece O'na ve babama özelmiş gibiydi. İnsanın içini ısıtan ama bir o kadar da soğukluğunu koruyan bir renk vardı gözlerinde.
"Ne yazıyor kâğıtta?" tok ve erkeksi sesi ile daldığım düşüncelerden çıkıp kâğıdı ona uzattım. Uzanıp kâğıdı biçimli parmakları ile aldı. Okuduğunda kalkan kavisli kaşları şaşırdığının birer belirtisiydi. Liseye giden biri olarak biraz olgun bir yapıya sahipti fakat pek bu konu üzerinde duracak durumda değildim. Bir ara Hasret ile bu konu hakkında konuşmuştuk ama Hasret'in ürettiği senaryolar dışında başka bir şey konuşmamıştık. Okula ara vermiş, üst üste sınıfta kalmış, kimliğini geç çıkarmış vb fikirleri sayesinde bu konuya bir açıklık getirememiştik. Her zamanki gibi! Beni kurtardığı günden şimdiye kadar bu soru kafamda dolaşıp duruyordu. Bu soruyu rafa kaldırmanın en iyi seçenek olduğu kanaatine varıp rafa kaldırdım.
"Öztürk Holding mi?" Bakışlarını bana çevirip tek kaşını havaya kaldırıp baktı. "Neden Öztürk Holding'e gitmeni istesinler ki?" bana sormaktan çok kendine soruyor gibiydi.
"Sen bu holdingi biliyor musun?" karşımdaki tekli koltuğa oturup mektuba çevirdi bakışlarını. Bir şeyler çözmek istermiş gibi bir ifade vardı yüzünde.
"Az çok" sesi tok ve duygusuz çıkmıştı her zaman ki gibi. Anlık değişen ruh haline ayak uyduramıyordum çoğu zaman. Sakin olduğu zamanlarda bir kelime ile öfkelenip her şeyi darma duman edebiliyordu. Sinirliyken de durum tam tersi olabiliyordu. Okulda sınıflar arası basketbol maçı vardı ve Tufan kaptandı. Takımdaki oyunculardan biri yanımıza gelip onu kaptanlıktan alınmasını istediğini belirttiğinde sinir küpüne dönüşmüştü. Çocuğu tehdit edip yollamıştı tabii ki.
"Ne biliyorsun?" derin bir nefes çekip anlatmaya başladı. Bakışları halen elindeki mektuptaydı.
"Bu Holding 1989 yılında Fahriye ÖZTÜRK tarafından kuruldu." Elindeki notu uzanıp masanın üzerine bıraktı. Koltukta rahat bir pozisyon alıp bakışlarını bana çevirdi. Her iki kolunu koltuğun kenarlarına koymuştu. "Bu holding birçok alanda faaliyet göstermiş; yiyecek, içecek, giyim ve mimari tasarımlarda vesaire. Fazlasıyla başarılı bir holding anlayacağın." Sağ cebinden sigara paketi ve çakmak çıkartıp ayaklarını masaya uzattı. Sigara paketinden bir dal sigara çıkartıp dudaklarına götürdü. Çakmağı çakıp sigarasını yaktıktan sonra sigara paketini ve çakmağı cebine koydu. Sigaranın ucu kızıllaşmıştı hafiften. Bir nefes çekip kızıllığı arttırdı. Sigarayı biçimli parmakları ile dudaklarının arasından aldı ve gözlerini hafif kısarak devam etti konuşmasına. " İç dekorlarda da tasarımları var." Sigara dumanı, soğuk bir günde ağzından çıkan buhar gibi döküldü dudaklarının arasından. Her bir kelimesinde sigara dumanı çıkıyordu ağzından. "Benim anlamadığım şey şu." Sigara tutan elini kaldırıp sallayarak konuşmasını sürdürdü.
"Bu gizemli kişilerin Öztürk Holding'i ile bağlantısı ne?" Tekrar bir nefes çekti sigarasından. Bu sefer ki uzun bir nefesti. Her çekişinde sigaranın ucu yanıyor ve yavaş yavaş küle dönüşüyordu. Serçe parmağının iki eklem arasındaki mesafesi kadar külü dolmuştu. Sol kolumu koltuğun kenarına yaslayıp düşündüm bir süre. Kafamdaki soruları bir kenara itip bu yeni soru üzerinde yoğunlaştım ama bir sonuca varamadım. Bir göle balık avlamak için bütün engelleri aşıp, büyük bir umutla göle gidip eli boş dönmek gibiydi. Bir mektup ile kafamdaki sorularımı hafifleteceğimi sanmıştım fakat koca bir hüsrana uğramıştım. Kafamdaki sorulardan oluşan karmaşadan dolayı hiçbir sonuca varamıyordum. Sorularımın üstüne yeni sorular ekleniyor ve ben geride kalmış cevapsız sorularım ile büyük bir hüsrana uğruyordum, işin içinden çıkamıyordum.
"Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum." Külünü yere silkeledi.
"Vakit vermemişler. O zaman istediğin zaman gidip başvurabilirsin iş için." Sigarayı dudaklarının arasına götürüp derince bir nefes çekti. Nefesini her çekişinde gözleri kısık bir şekilde yüzüme bakıyordu. Her zaman yapmış olduğu bu davranışa ne kadar alışmam gerekse de henüz alışamamıştım. Bazı alışkanlıklara alışmak zordur derlerdi inanmazdım. Gerçekten de öyle.
"Evet, ama ne kadar erken o kadar iyi. Bir an önce bu saçma sapan şeyden kurtulmak istiyorum. Bu iş için nereye başvuracağım peki? Bu holding nerede?" Hava iyice kararmıştı. Kırılan kapıdan soğuk geldiği için içerisi buz gibi olmuştu. Yeni duş aldığım için normalinden fazla üşüyordum ve ıslak saçlarım soğuk yüzünden hafif bir baş ağrısına neden olmuştu. Soğuğu seviyordum. Bedenimi hissizleştiriyor ve ruhumu daha iyi bir şekilde dinlememi sağlıyordu.
"Ankara'da."
"Ankara mı? Ankara'ya mı gideceğim?"
"Üstüne bir şeyler al. Gidiyoruz." Deyip art arda sigarayı içine son kez çekip masanın üstünde söndürüp ayaklandı. Aniden konu değiştirmeleri afallamama sebep oluyordu.
"Nereye?" diyip hemen bende ayaklandım. Kırılan kapıdan güçlü bir esinti geçti, tüylerim ürperdi. Kafasını çevirip kapıya baktıktan sonra gözleri gözlerimi buldu tekrardan.
zassss
"Kapın kırıldı. Burada yaşamayı düşünmüyorsundur herhalde." Kapıya çevirdim ilk önce bakışlarımı daha sonra da etrafa baktım. Sadece salonda ışık vardı. Diğer tüm odalar karanlıktı.
İki yıl önce boyanmış duvarlar, eskimiş halılar, yıkık- dökük kapılar. Buradaki anılarımı düşündüm. Bu duvarlarda kahkahalarım, hüzünlerim, ağlayışlarım, feryatlarım, hayallerim, acılarım, çığlıklarım vardı. Bu duvarlarda geçmişim vardı. Bu halılarda gözyaşlarımın damlaları vardı. Bu kapılarda yumruklarım vardı. Duvarlara ait anılarımın doldurulduğu bir evdi bu ev. Kapıdaki yumruklarım, sessiz iç çekişlerim ve gözyaşlarım. Bu ev 18 yıllık yaşamımı geçirdiğim ev. Bu ev anılarıma ortak olan ev.
Bu ev ait olduğum tek ev.
Anılarımla dolu duvarları bırakıp bir başka yere gitmek nasıl olurdu? Duvarların benden habersiz olduğu bir başka evde nasıl yaşayacaktım ki? Ne kadar yıkık dökük olsa da bu evde bir geçmişim vardı. İyisiyle, kötüsüyle..
Ağır bir şekilde balona bir nefes doldurup daha sonra onu hızlı bir şekilde içindeki havayı dışarı püskürtüp, balondaki havayı dağıtmak gibiydi gitmem. Anılarım burada yavaş yavaş birikmişti ve ben şimdi gidersem anılarımda saniyeler içerisinde gidecekti. Gidersem anılarımın izleri kaybolacaktı. Gözlerimi gözleriyle buluşturdum büyük bir kararlılıkla.
"Gelmek istemiyorum." Bakışları farklılaştı, gözleri karardı. Bakışlarımdaki kararlılığı ve dik duruşluğumu fark etmemesi imkânsızdı ki bundan olsa gerek sinirlenmişti.
"Kafayı mı yedin sen? Ne demek gelmek istemiyorum!" Bakışları sırtımı kızgın bir güneş gibi yakıyordu. Sesinin tınısı bir aslanın aç iken çıkarttığı hırıltı gibiydi. Ürkütücü ve ölümcül. İki kelimenin onu bu denli sinirlendireceğini düşünmemiştim. Kötü bir şey dememiştim; sadece gelmek istemediğimi belirtmiştim. Bunda sinirlenecek ne vardı ki?
"Kapısı olmayan bir evde yaşamayı mı düşünüyorsun? Gerçi neden bunu umursuyorum ki. Madem burada yaşamak istiyorsun, yaşa o zaman." Sert adımları ile kapıya yöneldi. Gidiyordu. Ailemin beni bırakıp gittiği gibi o da gidiyordu. Ama bu sefer gitmesini isteyen bendim öyle değil mi? Kırık olan kapıya sert bir adım atmasıyla irkildim. Onu bu kadar sinirli görüyor olmak alışık olduğum bir durum değildi. Aniden değişen ruh hallerine az çok alışkanlığım vardı elbette ama onu ilk defa bana karşı sinirli, öfkeden gözü dönmüş görüyordum. Ben miydim onu sinirlendiren yoksa başka bir şey miydi anlayamıyordum. Onu daima anlamaya çalıştım fakat kapalı bir kutuydu. Ulaşılması kolay ama açılması zor bir kutu. Bazen nasıl onunla arkadaşlık kurduğumuzu sorguluyorum. Hayatımı kurtarmıştı evet ama hayatımı kurtarması demek onunla arkadaş olacağım anlamına gelmiyordu. Beni ona çeken şey ne?
Yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizgideydim. Bu hayat bana Tanrı'nın sunmuş olduğu bir sınav ya da bir cezaydı. Uyuyabilmek için sağa sola dönen hastalar gibiyim. Sola dönsem kalp sızıntısı sağa dönsem böbrek ağrısı. Sırt üstü uzansam sırt ağrısı, yüz üstü uzansam nefessiz kalacaktım. Ne yapacağımı, hangi tarafa yöneleceğimi bilmiyordum.
Gitmeli miydim?
Anılarımı burada bırakıp gitse miydim yoksa kalsa mıydım? Belirsizlik içerisindeydim. Ne yapacağımı bilmiyordum. İlk adımlarını atan bir bebeğin annesinin çağrısına mı yoksa babasının çağrısına mı gidip gitmemesi gibi kararsızlık içerisindeydim. Kararsızlık tüm yaşamımda beni hep ikilemde bırakmıştı, şu anda da olduğu gibi. Her zaman kararsız, ikilemde kalan bir kız çocuğuydum ben. İkilemde kaldığımda aileme danışırdım ve onlarında kararlarıyla ona göre bir sonraki adımımı atardım. Şu an ise beni yönlendiren bir annem ya da bir babam yoktu; ya da bir ablam. Artık bundan sonraki yaşamımda bir sonraki adımlarımı kendi kararlarıma göre atacaktım. Peki, şimdi ne yapacaktım ben?
Anılarım duvarlara kazınmıştı ama bir gölge gibi de peşimdeydi. Yumruklarım kapıya dayanmıştı ama ellerimdeydi. Gözyaşlarım halıya akmıştı ama daima benimleydi. Gitsem bir şey değişmeyecekti. Kalsam çok şey değişecekti öyle değil mi? Allak bullak olan kafam iyice karışmıştı. Hangi tarafa yöneleceğimi bilmiyordum.
Fazla düşünmeden bende gitmeye karar verip hızlı bir şekilde dışarı çıkıp durması için bağırdım. Bahçe kapısına ulaşmıştı bile.
"Dur!" Bağırmam ile döndü tüm asilliği ile. Yüzünde, istediğini elde ettiği için kazandığını belli eden bir zafer işareti vardı. "Geleceğim seninle" başıyla onayladı. Hızla içeri girdiğim gibi odama gidip okul çantamın içerisindeki kitapları çıkartıp giyebileceğim elbiseleri yerleştirdim. Odamı bırakıp gidiyor olmak canımı yaksa da gitmek zorundaydım. Bugün gitmesem bile yarın gideceğimi biliyordum. Artık bir oyunun içindeydim ve Holding için başka şehre yolculuk edecektim. Tek ve en doğru seçenek gitmekti. Telefonumu, kulaklığımı ve şarjımı da alıp çıktım odadan. Hızlıca salona gidip masanın üstündeki notu ve kutuyu aldım. Ayakkabılıktan botlarımı alıp giydim ve askılıktan montumu alıp üstüme geçirdim. Son olarak beremi de alıp nemli olan saçlarıma geçirdim. Lambayı kapatıp kırılmış kapının üstüne basarak adımımı attım dışarı. Sokak lambaları bozuk olduğu için ayın ışığının yansıttığı ışık tek vardı. Bir iki merdiven inip arkamı dönüp eskimiş evime baktım. Tek katlı, bahçeli, küçük bir ev. Duvarları iki yıl önce boyanmıştı iç boyalar gibi. Tam tamına 18 yılım burada geçmişti. Dile kolaydı ama zamana göre değil. Bahçe duvarları evin dört bir yanını sarmıştı. Yazın ailemin ektikleri sebze, yeşillik ve meyve ağaçlarını düşündüm.
Bazısı çıkardı, bazısı çıkmazdı. Her yaz yumurta haşlandığında bahçeden kopartılan taze nane ile yumurtayı ekmek arası yemek, dalından bir elma, armut, kayısı yemenin tadı halen damağımdaydı. Lüks, şaşalı bir yaşamımız, evimiz yoktu ama huzurluyduk. Çok fakir değildik, çokta zengin değildik. Orta gelirli bir aileydik. Ablam başarılı bir doktordu, babam bir esnaf, annem ise ev hanımı. Dört kişilik bir aileydik. Kırıkları olan ama bir o kadar da mutlulukları olan bir aileydik. Bir yanımız kırık dökük bir yanımız bahar bahçeydi bizim aile.
Mahallemiz çok sessiz hatta ölü bir mahalle diyebileceğimiz bir mahalleydi. Kimsenin kimseden haberi dahi yoktu. Ölseniz bir ya da iki ay sonra haberleri olurdu. Bazen işime geliyordu, bazen değil. 7 yaşındayken güllük gülistanlık olan mahalle her ne olduysa herkes kendi kabuğuna çekilmiş, kimse kimseye gitmez olmuştu. Kimileri taşınmıştı kimileri ise evine kapanmıştı. Artık herkes kendi derdineydi.
Anılarımla dolu bu evi bu şekilde bırakıp gitmek canımı sıkıyordu fakat elden bir şey gelmiyordu. Gecenin bu saatinde hele ki böyle bir mahallede kalmak pek sıcak gelmiyordu.
Arkamı dönüp bahçenin çıkış kapısına doğru adımladım. Her bir hareketimi en ince ayrıntısına kadar inceliyordu. Bu kadar derin bir şekilde incelemek zorunda mıydı? Hasret ile birlikte bir yerlerde oturduğumuzda bile gözü hep benim üzerimdeydi. Çoğu zaman rahatsız olsam da zamanla az çok alışmıştım delici bakışlarına.
"Çilingirci çağırabilir misin? Evin kapısı bu şekilde kalmamalı." Havanın soğukluğundan dolayı konuştuğum için dumanlar çıkıyordu. Çantam içindeki kıyafetlerden dolayı biraz ağırdı ama havanın soğukluğundan dolayı pek onu düşünemiyordum.
"Çağırdım zaten. Yolda, geliyor." Bu kadar ince düşünmesi beni sevindirmişti açıkçası. Attığı her adımın bir sonrakini düşünerek hareket ederdi. Bir plan yapacaksa bir ipi iğneden geçirmeden tutun onu nasıl tutacağını, kaç santimlik aralıklarla dikeceğine kadar her şeyi düşünürdü. Soğuk hava onu etkilemiyormuş gibi dik bir şekilde duruyordu. Ben ise ellerimi montuma koymuş tir tir titriyordum.
"Araba az ileride. Daha fazla üşütmeden sen arabaya bin. Geliyorum ben."
"Sen ne yapacaksın?"
"Çilingirciyi bekleyeceğim. Al" arabanın anahtarını uzattı. Anahtarı alıp çıkışa yöneldim. Bahçe kapısından çıkacağım sırada aklıma sonradan dank eden şey ile durup soru dolu bakışlarımı ona çevirdim. Gözlerinde farklı bir parıltı vardı, daha önce şahit olmadığım parıltıydı. Aniden dönmem ile hemen kendini toparlayıp duygusuzluğu taşıdı gözlerine.
"Pardon da madem çilingirciyi çağırdın neden gidiyorum ki? Evimde de kalabilirim."
"Tek başına mı kalacaksın?"
"Gidecek misin? "
"Gitmeyeyim mi? "
"Gitmeyi mi düşünüyorsun? "
"Düşünmeyeyim mi? " kelime oyunu oynuyordu benimle. Alaycı sesinin tınısı ile benimle oynadığı bariz bir şekilde ortadaydı. Oflayıp sağ ayağımı sert bir şekilde yere vurdum. Bu hareketim hoşuna gitmiş olacak ki alaycı bir sırıtış yerleşmişti yüzüne; gözlerine ilişemeyen bir gülümseme. Karanlıkta ayın yansıttığı kadarıyla yüzünü az çok seçebiliyordum. Alaycı ses tonu ile konuşmasına devam etti.
"Ben kimsenin evinde kalmam. O yüzden ya benimle gelirsin ya da bu ıssız yerde geceni burada geçirirsin." Tehdit mi ediyordu bu beni? Tek başıma gecenin yedisinde böyle bir evde hele ki böyle bir mahallede geçirmek aptallık olurdu ki bunu bende biliyordum. Boyun eğip ona itaat etmek istemesem de mecbur bir şekilde kabul etmiştim. Aslında benim ki itaatlik değildi tek başına kalma korkusu ile ona sığınmamdı.
"Tamam, seninle geliyorum." Onaylar anlamda başını salladı.
Arkamı dönüp bahçeden çıktım. Sağa sola baktığımda arabayı sol kaldırımın kenarına park etmiş olduğunu gördüm zar zor. Sadece ay ışığının ve az ilerideki alanlarda tek tük çalışan sokak lambalarından dolayı etraf aydınlıktı hafiften. Araba siyah olduğu için sokak lambalarının yansıttığı ışık ile ancak seçebilmiştim. Adımlarımı sayarak arabaya doğru ilerledim. Küçüklüğümden şimdiye kadar hep adımlarımı saymıştım ve kaldırımın kenarındaki taşlarla yolu adımlardım. Artık alışkanlık haline gelmişti. Sokak fazlasıyla ıssız olduğu için korkak ve temkinli adımlar ile arabaya yaklaştım. Tam tamına 27 adım atmıştım. Anahtardan zar zor kilit işaretini bulup kilidi açtığım gibi bindim. Tedbirimi alarak kapıyı kilitledim. Çantayı arka koltuğa bırakıp koltukta rahat bir pozisyon aldım. Boş sokakta tek başıma olmaktan her zaman korkmuşumdur. Hele ki akşamın yedisinde daha çok korkardım. Sokakta hiç kimse yoktu. Ne bir kedi ne de bir köpek vardı etrafta. Normalde sokağımızda kedi ya da köpek eksik olmazdı ama bu gece ikisine de rastlanmak çok zordu sanırım.
Bakışlarım bu sokak kadar boştu. Ne düşündüğümü bile bilmiyordum. Düşüncelerimin ve cevapsız sorularımın içerisinde kaybolmuş gibiydim. Çok yorgun ve bitkin hissediyordum kendimi. Bedenen değil ruhen. Bir beden yorgun olduğu zaman bir iki saat uyuduğunda o yorgunluk giderdi ama ruh ne kadar uyursa uyusun ruhun yorgunluğu gitmezdi. Ruhum, bedenime hapsolmuş bir mahkûmdu ve bu mahkûm ruhun sahibinin yaşadığı anları yoğun bir şekilde yaşardı ve yorulurdu.
Bir ruhu mahkûm eden o ruha sahip kişidir.
Acı geçmişim bir gölge gibi peşimde beni her daim takip ediyor ve benimle birlikte geliyordu. Attığım her adımı birlikte atıyorduk geçmişimle.
Her bir anım artık birer hayallerimdi. İyi kötü bir geçmişim vardı ve ben bu geçmişi büyük bir özlem ile anıyordum. Ailemi fazlasıyla özlüyordum. Annem, babam ve aramıza kalın duvarlar ören ablam. Ablamla olan acı geçmişim yaralarıma tuz serpmiş beni tekrardan yakmıştı. Ne kadar etrafa gülümsersem gülümseyeyim içimde hala bir yerlerde bir kırıklık vardı. Umutlarım bitmişti, hayallerim tükenmişti, kalbim kırılmıştı. Kırıklığın üzerine umudun dikişini attılar. Dikiş izleri yeni çatlakları oluşturdu ve bu çatlaklar hayallere tutundu. Çatlaklar hayallerime tutunarak kapatmaya çalışıyordu yaralarımı. Oysaki bilmiyorlar ki umudun bittiği yerde hayallerinde tükeneceğini.
Bazı yaralar vardır ufak bir bez parçası bile yeter kapanmasına ve bazı yaralar vardır on tane dikiş atılsa sadece başlangıç yeri kapanır. Benim yaralarımın başlangıcı kapanmadan yeni yaralar oluşmuştu. Kapanmak bilmez ve durmadan kanayan yaralar.
Ablam ile olan halen kabullenemediğim anım gözümün önünde canlandı ve bir damla gözyaşı intihar etti gözlerimden.