Yağmur sonrası toprak kokusu beni daima rahatlatmıştır. Yağmurun küçük damlaları bir çamuru oluşturdu; sonra da bir irkintiyi. Küçüklüğümde yaşadığım olay küçük bir damlaydı. Bu damlalar zamanla çamura dönüştü ve çamur irkintiye büründü. Küçücük bir damla bütün hayatımı değiştirmeye yetmişti. Kendisi küçük ama etkisi büyüktü.
Çaresizlik
Sonradan duyma yetisini kaybetmiş bir adamın kalabalık bir ortamda ağızlarını okuyup ona denileni anlamaya çalışmaktı. Ne kadar anlamaya çalışsa da boynu bükük bir şekilde sırtında yumruklar eşliğinde o ortamdan atılmasıydı. Ben sağırdım, onlar ise bana bir şeyler anlatmaya çalışıp, anlamadığım zaman sırtımda yumruklar eşliğinde kovan canavarlar.
Acımı bilircesine şiddetle çiseleyen her bir yağmur taneleri gerçekleri yüzüme vurur gibi çarpıyordu. Acı omuriliğimden aşağı doğru nüksedip bedenimi ele geçiriyor bedenime hükmediyordu.
Acı bedenime hükmediyordu.
Yaşamın gerçekleri karşımda taht kurmuş yıkılışımı büyük bir keyifle seyre dalıyordu. Bazen bunları hak edecek ne yaptım diye düşünür insan, bazen de bunları hak edemeyecek kadar ne yaptım? Ben ise bunları hak edecek ne yaptım diye düşünüyordum. Bunca zamandır suskunluğum, boyun eğişliğimin karşılığı bu olamazdı. Olmamalıydı da.
Rüzgârın sert esintisi çıplak kollarıma değdi ve tüylerimin ürpermesine neden oldu. Yağmurun sert çiseleyen taneleri bir tokat gibi yaşamın gerçeklerini, çöküşümü yüzüme vuruyordu; gerçekler bunlar artık kabullen dercesine.
Bu şekilde gitmelerini kabullenmek kolay mıydı sahi? Ardına bakmadan sadece gidişlerinin arkalarında bıraktıkları yağmur ve toprağın karışımıyla oluşan çamurun belli belirsiz ayak izlerini izlemek bu kadar kolay mıydı? Yere düşen iri damlalar çamura dönüşmüştü. Çamurda belli belirsiz ayakkabı izlerinden oluşan bir irkinti vardı. Bu irkinti yavaş yavaş siliniyor daha büyük bir irkintiyi oluşturuyordu.
Onlar benim bu dünyada sahip olduğum en güzel varlıklardı. Onlar bana Tanrı'nın birer armağanıydı. Şimdi ise sadece arkalarında bıraktıkları çamura bulanmış belli belirsiz ayakkabılarının silik izleri. Kedilerin nankör olduğunu söyler insanoğlu. Oysaki asıl nankör insanoğluydu. Git gide kaybolan silik izlere baktım. Okuduğum kitapları büyük bir heyecanla anlattığım ailem, sabahın erken saatlerinde gözlerimi yeni bir haftaya açtığımda yoklardı. Bir insanı bırakıp gitmek bu kadar kolay olmamalıydı, olamazdı. Ansızın gitmeleri benim yıkılış sebebimdi.
Çamura bulanmış ellerim bir bataklığa girmiş gibi daha çok çamurla birleşiyor, gömülüyordu. Ellerim çamura gömülmüştü. Lacivert geceliğim çamura bulanmıştı. Yağmurla birlikte yanaklarımdan aşağı gözyaşlarım usulca süzülüyordu. Tek fark yağmur şiddetli, gözyaşlarım usulca süzülüyordu. Yağmurun taneleri gerçekleri yüzümden aşağı şiddetle yüzüme çarparak süzülürken gözyaşlarım kafamdaki hayalin gerçek olması ümidi ile usulca süzülüyordu. Lakin yağmurun taneleri daha da hükümdardı gözyaşlarımdan. Çünkü gerçek, gerçekti; hayal ise hayaldi.
Kitapların birer kurgudan ibaret olduğu gibi hayallerde kurgulardan ibaretti. Hayalleri ve kitapları kendimizce yönetebilirdik. O anki ruh haline göre; ister mutlu, ister hüzünlü, ister acı çeken bir hayal kurabilir ve bunu, sonu güzel ya da kötü bir şekilde sürdürür, o hayale tutunurduk. Fakat kitaplar farklıdır; kitaplardaki kurgular kaleme alınırdı ve kaleme alınan kitap kurguları bir başkasının ruhuna dokunur, ona yol gösterirdi. Hayaller; büyük bir çaba ile ya hayatına koyardın ya da hayal olarak kalırlardı. Fakat gerçekler öyle sürmüyordu maalesef. Bir an vardır; çok mutlusun yüzünde gülücükler eksik olmuyor fakat bir bakmışsın bir salise önce gülen yüzün bir olayla hüzünleniverir.
Şiddetle çakan şimşek beni korkutmuyordu artık. Çünkü beni en çok korkutan şey ailemi kaybetmemdi. Ölmemiş olabilirler belki ama arkalarına bakmadan beni öylece bırakıp gitmeleri de ölümden sayılmaz mıydı? Artık hayatımda değillerdi. Olmayacaklardı da. Ta ki o gizemli oyunu çözene kadar. Bu oyun saçmalığı hakkında hiçbir bilgiye sahip olamamak beni daha çok yıpratıyordu. Küçükken oynadığımız saklambaç oyununa benzer miydi acaba? Ya da evcilik? Arkalarında bıraktıkları belli belirsiz bir nottan başka hiçbir iz yoktu. Bir ipucu bulmak, onlara ulaşıp bunların bir şaka olduğunu söylemelerine, oyun saçmalığının olmadığını söylemlerine ihtiyacım vardı. Fakat evi alt üst etmeme rağmen hiçbir ize rastlamadım. Tek ipucu sağ kenarı yırtık, mürekkeple yazılmış bir mektuptu. Mektubun her bir sözcüğünü okuduğumda gözyaşlarım intihar etti gözlerimden. Mürekkeple yazılmış kelimeler dağıldı yalnızlığıma. Kenarın yırtıklığı yarım kalmışlığımın bir göstergesiydi belki de.
Eksik cümleler ve yarım kalmış bir açıklama...
Doğru dürüst açıklama yapmamaları beni daha da çıkmaz yola koymuştu. Ne yapacağımı bilmiyor olmak aklımı kaçırma sebebim olabilirdi. Şimşeğin bulunduğum yeri aydınlatması ve bulunduğum durumu yakarırcasına çakması benim yakarışımdı. Şimşeğin güçlü ışığı içimdeki ruhun bir zamanlar sahip olduğu ışıktı. Yıllar önce bir ruh vardı bedenimde. O ruh etrafa neşe saçan bir ruhtu fakat ablamla yaşadığım o olaydan geriye bana kalan şimşek gibi zikzaklı bir ışık olmuştu. Bir an ışık saçan, bir an karanlığa bürünen bir ruh olup çıkıvermiştim. Anım, anımı tutmaz olmuştu.
Ayağa kalkıp eve gitmeye mecalim yoktu. Gidişlerinin çöküntüsü ve artık yalnız olacağım bilgisi beni yiyip bitiriyor, kulübe yangını sonrası koca bir harabeye çeviriyordu. Önceden de bir yalnızlık ve bir çöküntü vardı ruhumda ama şu anki yıkılışım önceki yıkılışlarımı es geçmişti.
Bir insan aynı anda kötü duyguları bir arada hissedebilir miydi? Ben hissediyordum. Çaresizliği; geleceğini belirleyecek olan sınavda umursamadığı bir konuda soru çıkıp o soruyu bilememesi ve çaresizce sağına soluna bakması kadar, yalnızlığı; küçük bir kız çocuğunun tek sığınağı olan annesini kaybedip kendi kabuğuna çekilmesi kadar, çöküntüyü; yıllardır var olan bir devletin ansızın çökmesi gibi hissediyordum. Çaresizlik, yalnızlık ve çöküntü bedenimi esiri altına almışlardı. Ruhum çürümeye yüz tutmuş bir ruhtu.
Ruhum; yıkık bir ruhtu.
Ruhum; ruh-u izmihlaldi.
İçimdeki yıkılan ruhun adı buydu. İçimdeki o yıkık ruh içimden çıkmak için göğüs kafesimi delip parçalıyordu. Ruhumun bu acı çırpınışları canımı daha çok yakıyordu. Bir hançer misali saplanmıştı göğüs kafesime bu acı. Canımı en çokta yakan ailemin gidişiydi. Zaten insanı en çok yakan, yıkan en yakını; ailesi değil miydi?
Yalnızdım artık hayatımın geri kalanında. Yalnızlık, bana yabancı gelen kelimelerden bir tanesiydi bir zamanlar. Sahi neydi bu yalnızlık dedikleri lügat? Küçük bir kız çocuğunun elinden uçan ve gökyüzünde süzülen mavi bir balon gibi miydi; ya da terk edilmiş bir sokaktaki kedi gibi.. Yalnızlık benim hayatıma yıllar önce girmişti fakat tam anlamıyla o yalnızlığı hissetmemiştim. Şimdi daha iyi anlıyordum yalnızlığı. Yalnızlık; güvendiği biri tarafından ihanete uğrayıp kabuğuna çekilmekti ve insanlarla arasına duvar örmekti.
Benim lügatimde bir zamanlar; yalnızlık, çaresizlik ve çöküntü yoktu. Ama artık geçmişimde var olanlar geleceğimde olmayacak, geleceğimde var olan lügatler geçmişimde olmayan lügatler olacaktı. Geçmişimde bu kelimeler sadece ruhuma dokunmuştu. Tam anlamıyla içime işlememişti. Lakin şimdi ruhuma dokunan kelimeler yayılmış ruhumun büyük parçaları olmuştu. Bu kelimeler ruhumun ta kendisiydi.
Bunların yine o iğrenç gördüğüm kâbuslardan birinin olmasını diledim. Ama hissettiğim o hançer saplantısı misali acıyı kâbusta da hissetmek mümkün müydü? Değildi, olamazdı da.
Çamura bulanmış ellerim ve git gide artan yağmura inat ne kadar oturdum orada bilmiyorum. Artık burada oturup yaslarını tutmanın lüzumu yoktu. İri yağmur damlaları yüzüme çarpıyordu. Başımı kaldırıp yüzüme sert bir şekilde vuran iri katreleri gözlerim hafif kapalı bir şekilde seyrettim. O kadar güzel bir görüntüydü ki büyülenmemek elde değildi. Gözlerimi kapattım ve damlaların yüzüme vurmasına izin verdim. Gözyaşlarım yağmurun damlalarına eşlik ediyordu. Yalnız bırakmıyordu yağmuru.
Ne kadar o pozisyonda öylece kaldım bilmiyorum. Bana saniye gibi gelen ama aslında saatlerce kaldığım bir zaman dilimi içerisindeydim. Gözlerimi açtım ve yavaş yavaş açılan havaya baktım. Yağmur durmuştu. Gökyüzü aydınlanıyordu, rüzgâr hafif uğulduyordu.
Başımı indirip çamur olmuş ellerime ve pijamama aldırmadan yerden destek alarak doğrulmaya çalıştım. Islanmış saçlarımın tutamları yüzüme gelmişti. Islanmış ve çamur olmuş olan bedenim yükümün üzerine yük eklenmişti. Bitkin, paytak adımlarla eve doğru yol aldım. Yüzüme yapışmış olan saçlarımı geriye çekecek takatim yoktu. Olsa bile çekecek ellerim yoktu. Yüzüm ve saçlarım yağmurdan dolayı ıslanmıştı ve saçlarımın tutamları bu sayede yüzüme yapışmıştı.
Merdivenleri paytak adımlar ile çıkıp açık kapıdan içeriye girdim. Kapıyı sert bir şekilde kapattım. Üstümün berbatlığına ve üzerimden dökülen çamurlara aldırmadan banyoya girdim. Arkamda bıraktığım çamur izleri tozpembe hayallerimin çamura dönüşmesiydi. Küçükken sokakta arkadaşlarla çamurdan hayallerimizdeki heykelleri, mutfak gereçlerini yapardık. Şimdi bana kalan ailemin gidişlerinin arkalarında bıraktıkları izler ve bu izler benim çökmeme sebep olan izlerdi.
Bu izler hayallerimi yıkan izlerdi.
Bu izler benim yok olmama neden olan izlerdi.
Duşa kabine girip suyu açtım. Yerle bağdaş kurup dizlerimi kendime doğru çektim. Başımı çamurlu dizlerimin arasına koyup suyun üzerimdeki çamur yükünü almasına izin verdim. Halen kabullenemiyordum gidişlerini. Özellikle de annemin ve babamın beni bırakıp gitmelerini hazmedemiyordum. Ablamla aramız bozuktu, bana yıllar önce yapmış olduğu ihanetten dolayı aramız açılmıştı zaten ama ailemin ihaneti; işte o kötüydü. Aklım almıyordu gidişlerini, bu oyun dedikleri saçmalığı. Nereden çıkmıştı bu oyun? Yıllardır süregelen bir şey miydi yoksa sonradan çıkmış bir şey mi? Kafamda o kadar çok birikmiş cevapsız sorular vardı ki sorularımın cevabını verecek bir kişi bile yoktu. Bir süre su üzerimden aktı. Ne kadar bir zaman geçti bilmiyorum fakat uzun bir süre kaldım o şekilde.
Tıpacı gider yere takıp suyun küvette dolmasına izin verdim. Ayaklarımı uzatıp başımı küvetin kenarına koyup uzanma pozisyonuna girdim. Su o kadar sıcaktı ki hissetmiyordum. Suyun sıcaklığı ile buharlarla dolan banyo insanı nefessiz bırakacak türdendi. Bazen insan nefes almak istemez yaşadıklarından, yaşayacaklarından. O an ölmeyi yeğler. O an o durumda bulunmaktansa ruhunun bedeninden çıkmasını ister.
Ruhum bedenime hapsolmuş bir mahkûmdu. Her kötü durumda çıkmasını beni o durumdan kurtarmasını beklerdim. Tıpkı şu an olduğu gibi ama mahkûmlar cezaları bitene kadar hapis yatardı. Kimisi üç yıl, kimisi on yıl, kimisi müebbet..
Benim ruhumun cezasının bedeli bu oyunu kaybedinceye kadardı. Bu oyunu ne zaman kaybedersem ruhum hapsolmuş bedenimden o zaman özgürlüğüne kavuşurdu. Ama ruhumun özgürlüğüne kavuşması demek aileminde ruhlarının özgürlüğüne kavuşması demekti.
Son zamanlarda gördüğüm kâbuslar hayatımda olacak olan olayların birer belirtisiydi sanırım. Kâbuslarım benim birer ipuçlarımdı. Tek hatırladığım kâbus dün gece gördüğüm sadece kesikleriyle hatırladığım kâbustu. Hiçbir zaman ne rüyalarımı ne de kâbuslarımı doğru dürüst hatırlayamazdım. Birkaç gün sonra unuturdum. Hatta birkaç güne kalmaz o gün unuturdum. Ta ki bir ışık yardımı ile aydınlanana kadar aklıma gelmezdi kâbuslarım. Balıklar 30 saniyede bir her şeyi unuturlardı. Bende öyleydim. O an içerisinde unuturdum kâbuslarımı.
Küvetten taşan kirli sular fayansla yere çarptığında bıraktıkları ses bir tokat sesiydi. Gerçekleri gün yüzüne çıkaran bir tokat misaliydi. Gerçekleri unutamayan insan bir tokat sesine mi ihtiyaç duyacaktı? Kim unutabilirdi ki terk edilmişliği?
Ruhumu özgürlüğüne bırakıp bu ıstıraptan kurtulmak istiyordum. Ama ailem elimi kolumu bağlamama sebep oluyorlardı. Her ne kadar gerçeği kabullenmek istemesemde onlar benim ailemdi. En azından bana anlıkta olsa yaşattıkları o huzurlu anıları unutmamam gerekiyordu. Geçmişimin tek katili ablamdı. İhaneti sayesinde içimdeki o huzurlu ruhu öldürmüştü ve beni kendi kabuğuma çekilmeme sebep olmuştu. Ailemi bazen suçlamıyor değildim. Ablama izin vermeselerdi belki böyle bir ruha sahip olmazdım. Engel olsalardı ona belki her şey daha farklı olacaktı. O gün orada izliyor olduklarını biliyorum. Buğulu gözler ile gördüğüm gölge yansıması onlara aitti.
İçinde bulunduğum kirli suya baktım. Ellerime ve pijamama bulanmış çamurun kirli suyu. Çamurdan geriye kirli su kalmıştı. Berrak olan su kire bulanmıştı. Beyaz bir çarşafa çamur lekesi döküldüğünde ne yapılırsa yapılsın gitmezdi. Çünkü çamurun lekesi sülük gibi yapışıp bırakmayan nadir lekelerdendi. Ailem gittiklerinde arkalarında bana bir leke bıraktı. Çamurun bulanık kara lekesi. Bu leke ruhuma dokunan bir lekeydi. Bu leke bedenime hançerlenmiş olan bir lekeydi. Üzerimden dökülen sular sadece bedenime dokunuyor ve sadece bedenimdeki lekeyi alıp götürüyordu. Su ruhuma dokunmuyordu. Bedenimdeki o hançerlenmiş çamuru söküp alıyordu fakat ruhumu es geçiyordu. Yıllar önce bir leke bulandı ruhuma. Sonra geriye silik bir leke kaldı; belli belirsiz bir leke. Ve şimdi bugün; 14 Eylül sabahı tekrardan bir leke bulaştırdılar ruhuma. Bu sefer sadece ablam değil, annem ve babamda bu lekeye ortak oldu. O günde ilk lekenin ruhuma değmesine neden olmuşlardı fakat bugün ki leke ruhuma bıraktıkları gerçek bir lekeydi. Ruhuma dokunan her bir leke beni karanlığa çekiyordu. Aydınlığın var olduğu bu dünyada karanlık benim dünyamda tahtını kurmuş tahta geçmemi bekliyordu. Beni kraliçe ilan ediyordu. Aydınlığı aldım arkama karanlığa doğru ikinci adımımı attım. Yıllar önce o ilk bir bebeğin ilk adımı gibi atmıştım ama şimdi bir 4 yaşındaki çocuk gibi atmıştım. Ürkekçe ama bir o kadar da cesurca.
Küvetin içinden tıpacı bulup çektim. Yavaş yavaş giderden giden kirli suya baktım. Sadece ellerimdeki ve üzerimdeki kiri alan suya. Ruhuma dokunamayan suya. Küvetten aşağı taşan suyun bir başka giderden gitmesiyle üzerimi çıkartıp duş aldım.
Küvetten çıkarken kaymamaya dikkat ederek bornozumu giyip odama gittim. Dağılmış bir yatak ile karşılaştım. Eserime baktım. Ailemin arkalarında yıkık, dökük bir eser bıraktıkları gibi bende bir eser bırakmıştım. Yıkmıştım, dökmüştüm, kırmıştım. Benim arkamda bıraktığım eser toparlanabilen bir eserdi. Fakat ruhumdaki o eserin toparlanması biraz güçtü.
Hava da öğle ve ikindi arasında oluşan bir kızıllık vardı. Perdeleri çekili olan penceremden içeri süzülüyordu. Zaman çok çabuk ilerlemişti. Benim zaman kavramım dünya ile bağlantısını kesmiş bulunduğum duruma göre ilerliyordu. Zamanım saatin akış hızına göre ilerliyordu. Akrep ve yelkovan bana ayak uyduruyordu. Ya da içinde bulunduğum durum akrep ve yelkovana ayak uyduruyordu. Perdeleri çektim, ışığı açıp odayı aydınlattım. Siyah pantolon ve beyaz boğazlı kazak giyip saatlerce suda kalan buruşmuş ellerimle saçlarımı ördüm. Oldum olası saçlarımı kurutmayı hiç sevmemiştim. Bornozu banyoya geri koyduktan sonra salona ilerledim. Salondaki çamurlara ilişti gözüm. Ellerimden dökülen çamur taneleri ve ayaklarımın izleri vardı parkede. Çamura bulanmış tozpembe olan hayallerim vardı zeminde. Temizlemek için viledayı banyodan getireceğim sırada kapının çalması ile kapıya yönelttim adımlarımı. Çamurlara basmamaya gayret ederek ulaştım kapıya. Dürbünden baktığım zaman kimseyi göremedim. Yanlışlıkla çalındığını düşünüp geri gideceğim sırada tekrardan kapı çaldı. Anlık bir duraksama ile yerimde durdum. Az önce dürbünden baktığımda kimseyi görememiştim. Şimdi nasıl olurdu da tekrardan çalınırdı. Oyun başlamadan beni öldürmeye mi gelmişlerdi acaba? Belki de beni de kaçıracak ve işkence ederek yavaş yavaş ölmemi sağlayacaklardı. Çabucak sildim bu düşünceleri kafamdan. Korkunun vermiş olduğu adrenalin ile birdenbire geldi bu düşünceler. Nasıl bir anda bu kadar panik atak yapmış ve böylesine bir düşünceye girmiştim bilmiyorum. Tecrübeliydim; okuduğum kitaplardan, izlediğim filmlerden birer tecrübe edinmiştim ama şu an o tecrübelerden eser yoktu sanki. İnsan bir olayı yaşamadan doğru dürüst bir tecrübe sahibi olamıyormuş.
Kalbimin korkuyla atmasına aldırış etmeden mutfağa gidip keskin olduğunu düşündüğüm bir bıçak aldım. Kapı kırılırcasına yumruklanmaya başlandığında bedenim zangır zangır titremeye başladı. Kalbimin korku dolu çarpıntısına ve bedenimin titremesine aldırış etmeyerek mutfak kapısının arkasına saklandım. Mutfağın kapısından kimin geldiğini görecek ve rahatlıkla bıçağı bedeli ne olursa olsun saplayacaktım. Eli zilde unutulmuş gibi duraklamaksızın çalması ve kapının kırılmasına ramak kalmış gibi yumruklanması korkuma yeni korkular ekleniyordu. Kapı, kırıldı kırılacak gibiydi. Kapımız demir yerine tahra türündeki kapılardan olduğu için kırılması hiçte zor olmayacaktı. Kapının kırılma sesi ve ardından gelen gürültü ile nefesimi tuttum. İçinde bulunduğum bu durumda ailemin yanı başımda olmaları için her şeyimi verirdim. Zar zor ayakta duran kapı bu kadar yumruklanmaya dayanamamış ve yere devrilmişti.
Kapının kırılması ile yere devrilen kapı boş evde büyük bir yankı uyandırmıştı. Arkasından gelen sert rüzgârın uğultusu korku dolu ana daha da korkunçluk hissiyatı veriyordu. Kırılan kapının üzerine basılan ayak seslerini işitmem gelen kişinin evin içine doğru adımladığının göstergesiydi. Bıçağı iyice kavradım duvara olabildiğince yapıştım. Mutfağın penceresinden içeriye yayılan tek ışık kızıllığın ışığıydı. Nefesimi kontrol altına almaya çalıştım. Korkunun bedenimi esiri altına almasına izin vermemeye, kendimi kontrol etmeye çalıştım. Korku omuriliğimden yukarı doğru nüksedip beynimi ele geçiriyor ve mantıklı düşünmemi engelliyordu. Azrail'im kapıdaydı ve Tanrı'nın emrini bekliyordu. Ölecektim, sonum yaklaşmıştı. Kendi karanlığımda ölmeyi isterdim ama Azrail'im çoktan kapıma dayanmıştı bile.
Gözlerimi kapatıp bunların birer rüya olmasını diledim. Ama hayat tüm gerçekliğiyle çıplak bir şekilde karşımdaydı. Evde sadece gelen kişinin adım sesleri ve benim gümbür gümbür atan kalbimin sesi vardı. Kapının arkasında kalan bedenim zangır zangır titriyordu. Bedenimi kontrolüm altına alamıyordum. Bacaklarım beni taşımakta güçlük çekiyordu. Ölüm meleğim gelmişti.
Mutfağa doğru geldiğini belli eden ayakkabı sesleri ile bıçağı daha sıkı kavradım. Bıçağı o kadar çok sıkıyordum ki parmak eklemlerim bembeyaz kesilmişti adeta. Gözlerimi tekrardan kapatıp kendime yatıştırıcı sözler söyleyip sakinleşmeye çalıştım. Delicesine atan kalbim kulaklarımda atıyordu adeta. Duvara yapışmış titreyen bedenim, deli gibi atan kalbim gözlerim kapalı bir şekilde öylece ayakkabı seslerinin mutfağa adımlayışını dinliyordum. Her bir adımı korkuma korku ekliyordu. Kesilen ayakkabı sesi ile afalladım. Vazgeçmişti gelmekten. Geri gideceği düşüncesi beni bir nebze de olsa rahatlatmıştı. Kendimi bu şekilde rahatlatmam gülünç bir durumdu. Gözlerimi yavaş yavaş araladığımda gözüme ilk ilişen siyah ayakkabılar olmuştu. Ben ayakkabı giymemiştim.
Karşımda dikilen biri vardı ve ben başımı kaldırıp bu kişiye bakmaya korkuyordum. Gözlerimi kapatıp tekrar açtım. Yavaş yavaş gözlerimi bedenini süzerek, gelen kişinin kim olduğuna baktım. Siyahlara bürünmüş olan beden ve tanıdık irisler ilişti gözlerime. Gözlerime ilişen açık kahverengi gözler beni rahatlatmıştı. Tanıdık yüzü görmek bütün korkularımı alıp götürmüştü. Elimde sıkıca tuttuğum bıçağı yere atıp boynuna doladım kollarımı. Burnuma dolan mentol kokusu beni daha çok rahatlatmıştı. Dışarıdan geldiği için soğuk olan bedeni ile irkilsemde bırakmadım. Güven verircesine bedenimi saran kolları ile daha sıkı sarıldım boynuna.
Kollarımı serbest bırakıp koyu kahverengi gözlerimi açık kahverengi gözlerine diktim. Benden fazlaca uzun olan boyuna başımı kaldırarak bakıyordum.
Ben gözlerimi şenlendirmeye çalışırken açık kahverengi irislerine baktığımda içimde bir burukluk oluştu. Tufan. Bir şehri kasırga gibi yıkıp ardından büyük bir harabeye çeviren bir fırtınaydı o. Ateş olup bir insanı ölüme sürükleyecek kadar da acımasız.
Lise üçüncü sınıfta gelen ve yeni bir yıllık arkadaşımızdı Tufan. Arkadaş konusunda daima seçici olmuşumdur. Arkadaş çevrem serçe parmağımı geçmezdi. Lisede iki arkadaşım tek vardı. Biri Hasret idi. Kısa süre içerisinde tanışıyorduk. Lise başladığı zamanlarda tek boş sıra onun yanıydı. Onun yanına oturmuştum mecbur bir şekilde. Dışarıdaki insanlara her zaman mesafeliydim. Sıcakkanlılığı ve sevecenliği ile çabucak kaynaşmış ve yıllardır süre gelen bir dostluk elde etmiştik. Bu kısa süre zarfı içerisinde birçok anı biriktirmiştik. Aramıza girmeye çalışan nankör insanlara inat daima dostluğumuzu korumuştuk. Bir diğer arkadaşım ise şu an karşımda tüm asilliği ile duruyordu. Siyah tüm hâkimiyetini üzerine taşımış gibiydi. Onunla ilk tanıştığımızdan şimdiye kadar hep siyah giyindiğini görüyordum. Siyahlara bürünmüş bir adamdı. Yeni tanışıyor olmamıza rağmen ona çok güveniyordum. İnsanların bir iki güzel sözüne aldanıp hemen arkadaşlık kuran biriydim. Bu huyumu bildiğim için her zaman soğuk davranmıştım çevremdeki insanlara. Fakat bu adam güzel söz söylemesine gerek kalmadan ona güvenmiştim çünkü o gün beni o bataklıktan kurtaran adam şu an karşımdaydı. O günden sonra güçlü bir çekim aramızda bağlantı kurmuştu. Mıknatısın kuzey ve güney kutuplarının birbirini güçlü bir şekilde çekmesi gibi güçlü bir bağ beni ona çekiyordu. Beni ona çeken bir şeyler vardı. Adını bilmediğim bir şeyler.
"Sen iyi misin?" sorduğu soru ile başımı olumlu anlamda sallayıp onayladım.
"Okula gelmedin bugün. Aradık açmayınca da merak ettik seni. Hasret gelip bakmamı iyi olduğundan emin olmamı istedi. İyi misin gerçekten?" sesinin farklı tınısını ilk defa işitiyordum. Duygularını daima gizlemiş olan bu adamı anlamak güç vericiydi. Başını salona yöneltip kurduğu cümleye devam etti. "Salondaki bu çamurlar da neyin nesi? Bir şey mi oldu?" deyip gözlerimin içine baktı. Yaşından büyük olgun yapısı bir lise öğrencisi gibi durmuyordu. Karizmatikliği lisedeki kızları etkileyecek türdendi. Siyah botları, siyah fazla dar olmayan pantolonu, siyah deri ceket ve siyah boğazlı kazağı ile tamamıyla siyaha bürünmüştü. Vücudunda bulunan tek farklı renk gözlerinin açık kahverengi olmasıydı. Gözleri de bazen renk değiştiriyor ve siyaha çalan koyu bir kahverengiye bürünüyordu. Siyah saçları yağmurdan dolayı olsa gerek bir iki tutamı alnına düşmesine neden olmuştu. Kavisli kaşları, biçimli burnu, nadir gülen düz dudakları ile karşımdaydı.
Kurduğu cümle sabah bulunduğum durumu tekrardan gün yüzüne çıkartmaya yetmişti. Gözlerimi gözlerinden kaçırıp başımı hafif eğerek salonda kırılan kapıya baktım. Kapıyı neden kırmıştı ki? Neden seslenmemişti? Aklıma gelen düşünce ile hızla ona dönüp tekrardan gözlerimizi birleştirdim.
"Kapıyı ilk çaldığında dürbünden baktığımda kimseyi göremedim. Neden?" aniden değiştirdiğim konu ve ona yönelttiğim soru ile ilk önce afallasa da hızlı bir şekilde kendini toparladı.
"Ayakkabımın bağcığı açılmıştı. Onu bağlamak için eğilmiştim." Dedi; duygusuz ve tok sesi ile.
"Kapıyı neden kırdın? Ve neden alacaklı gibi çaldın? Neden seslenmedin?" derin bir nefes içine çekti. Sabır dilermişcesine. Ardı ardına sorduğum sorular onu kızdırmış olmalıydı.
"Seni ne kadar merak ettiğimizden haberin yok sanırım. Seni aradığımızda telefonuna ilk başlarda ulaşılıyordu fakat daha sonra ulaşılmadı. Aileni aradık fakat böyle bir numara bulunmadığını söyledi. Seslenmedim çünkü ailenin evde olduğunu düşündüm. Şimdi sorgulaman bittiyse benim soruma gelelim." Derin bir nefes alıp oksijeni içine çektikten sonra içinde biriken havayı özgürlüğüne kavuşturdu. Fazlasıyla sabırsız biriydi. Elinde olsa gırtlağıma yapışıp sorduğu sorunun cevabını aldıktan sonra hemencecik öldürebilirdi. Onun katil olabileceği düşüncesi bile ürpermeme yetmişti.
"Hasret'i aramak istiyorum. Telefonunu verir misin?" sabır dilercesine bir nefes içine çektikten sonra sol cebinden telefonu çıkartıp bir iki tuşa basıp telefonu verdi. Ekrana baktığımda Hasret'i aradığını gördüğüm gibi telefonu kulağıma götürdüm. Bir iki çalıştan sonra telefon açıldı ve sanki bu anı bekliyormuş gibi bir ses ilişti kulağıma.
"Alo, Tufan?" sesi heyecanlı ve bir o kadar da meraklı çıkmıştı.
"Hasret, benim; İnci." Ne zamandan beri tutmuş olduğu nefesini bir solukta geri verdi.
"Oh. Nasılsın, iyi misin? Merak ettim seni. Başına bir şey geldi sandım." Abartılı bir şekilde konuşmasına göz devirdim. Ben veyahut Tufan okula gitmediğimiz zaman başımıza bir şey gelmiş düşüncesi ile abartılı bir şekilde merak eder ve farklı farklı senaryolar oluştururdu kafasında. Bunca yıllık yaşamımda bile okuduğum kitaplarda böyle senaryolar yoktu. Nasıl uyduruyordu bunları?
"İyiyim merak etme. Başım ağrıdığı için gelemedim."
"Özcan Amca ve Sena Abla'yı aradık fakat böyle bir numaranın olmadığını söyledi. Bir sıkıntı mı var? Numaralarını mı değiştirdiler? Senin neden telefonun kapalıydı?" meraklı çıkan sesi ve ardı ardına sorduğu sorular ile konunun uzayacağını anladım. Böylesi bir durumda konuşacak durumda değildim. Tufan'a açıklama yapacağım yetmezmiş gibi Hasret'e da açıklama yapmak çok yorucu olacaktı benim için. Bir yalan uydurup şimdilik konuyu kapatmak en iyisiydi. Tufan'a çaktırmadan baktığımda bana baktığını görmem ile bakışlarımı yere indirdim hemen. Gözü sabahtan beri üzerimdeydi. Okulda da devamlı gözlerinin bana takılı kalması rahatsız ediciydi.
"Evet numaralarını değiştirdiler. Birçok kişide numaraları olduğu için değiştirmek istemişler. Öylesine bir şey anlayacağın önemli bir şey yok merak etme. Telefonumun da şarjı bitmiş fark etmemişim."
"Tamam o zaman ben kapatıyorum. Dikkat et kendine yarın görüşürüz. Okula gel bak merak ettim seni." Konuyu uzatmak istemediğimi anlamıştı. 4 yıllık arkadaşımın beni bu kadar iyi tanıması işime geliyordu çoğu zaman. Leb demeden leblebiyi anlıyordu.
"Tamam görüşürüz" deyip kapattık. Bakışlarımı sabahtan beri bakışları üzerimde olan açık kahverengi gözlerin sahibine çevirip telefonu uzattım. Telefonu alıp tekrar cebine koydu. Benden bir cevap beklediği bariz bir şekilde ortadaydı. Bir hocanın çalışmayan öğrencisini ansızın ayağa kaldırıp bilmediği daha doğrusu çalışmadığı bir konu üzerinden soru sorup cevabını beklemesi gibiydi bakışları. Sorusunun cevabını bekleyen bir hocaydı. Konusuna çalışmamış bir öğrenciydim.
Sorduğu sorunun aklıma yeniden gelmesi ile dolan gözlerimi irislerinden kurtarıp pencereye yönelttim. Sert bir şekilde yutkundum güçlükle. Çenemden tutup tekrar ona bakmamı sağlasa da gözlerimi kapatmıştım. Onun yanında güçsüz görünmekten nefret ederdim. Güçlünün yanında güçsüz olmak acizliğin simgesiydi. O simgeyi şu an bulunduğum durumdan dolayı çok iyi bir şekilde taşıyordum. Aciz olmaktan ve bunu görmesini istemediğim insanların görmesinden nefret ederdim. Şu anki durumdan delicesine nefret ediyordum.
"Gözlerini aç." Emredici sert çıkan sesine itaat edip gözlerimden düşen damlalarla gözlerimi açtım. Çenesine baktım. Başımı yukarı kaldıracak yüzüm yoktu. Ona yaşadığım bu travmayı anlatacak dilim yoktu. Dilimden dökülecek olan her bir kelime tekrardan bir hançer gibi göğsüme saplanıp ruhumdaki lekeyi bana hatırlatacaktı. Buna gücüm yoktu.
"Bana bak." Yumuşayan sesiyle gözlerimi kapatıp tekrar açtım. Bana acıyordu.
Bulunduğum bu durumdan dolayı sesinin bu şekilde çıkmasının başka hiçbir açıklaması olamazdı. Her zaman sesinde sertlik vardı. İlk defa onu yumuşak konuşurken duymak gururumu incitti. Halen çenemde olan eli söylediği şeyi yapmam için canımı acıtmayacak şekilde sıkılmıştı. Bu hareketinden sonra başımı kaldırıp gözlerine baktım. İrislerinin güzelliği bir insanı büyüleyecek türdendi. Okuldaki kızların peşinde koşmasında haksız olmadıklarını düşünüyordum çoğu zaman.
"Seni dinliyorum." İki kelime altı hece; kısa ve net. Sorduğu sorunun cevabını almak için diretmesi beni zor durumda bırakıyordu.
Saat tahminimce beşe geliyordu. Kızıllık yerini karanlığa hazırlıyordu. Dişlerimi birbirine bastırıp daha fazla ağlamamayı diledim. Derin bir nefes içime soluduktan sonra tek çaremin anlatmam olduğu gerçeği ile omuzlarımı düşürdüm. Elini çenemden çekip bir adım geriledi. Bu hareketi beni bir nebze de olsa rahatlatmıştı. Gözlerimi pencereye yöneltip anlatmaya başladım buğulu gözler eşliğinde.