Şarkı sözleri kulağıma dolmaya başladı. Başımı, omzuna gömüp bir süre daha orada öylece kaldım. Erkeksi, kehribar ve karamel kokusu burnuma doldu. O konuştukça şeytanlarım susuyordu.
Nefesim düzene girdi. Kanlı yüzümü elimin tersiyle sildim.
Benden ayrıldı, çekmeceli devasa bir dolabın önünde durup içinden bir iğne çıkardı ve bana doğru yaklaştı.
Kolumu tuttuğunda itiraz etmedim. İğneyi yavaşça damarlarıma enjekte etti.
Birkaç saniye başım döndü. Ardından...
Kollarında bayılmıştım.
⏳
Gözlerimi şeytanlarımın fısıltılarıyla araladım.
Hezeyan etkisi, başımı sarsıyordu. Kurumuş boğazımda kalmayan sıvıyla yutkunup boğazımı ıslatmaya çalıştım ama olmadı. Dilim yanıyordu, aksi gibi nefes almakta da zorlanıyordum. Kurumuş kan lekelerini boynumda hissediyordum.
Buz mavisi gözlerim yavaş yavaş aralandı. Başım sola doğru kaydı. Ve gördüğüm şeyle ağzımdan bir çığlık koptu.
Kutay tam yanımda oturmuş ve kehribar gözlerini üstüme dikmiş bana bakıyordu.
Bu kadar kusursuz güzelliğe sahip bir adamdan neden korktum bilmiyorum.
Ama korkutucu bakıyordu.
Ve erkeksi, tok sesi...
"Gece boyu uyumadım. Kendime seni öldürmek için sebepler saydım. Onlarca sebep çıktı ve tek yapmam gereken silahı kafana sıkmaktı."
"Ama..." dedim boğuk bir sesle. Kalbim rotasından sapmış gibi hızlı hızlı çarpıyordu. "Ama yaşıyorum."
"Evet, yaşıyorsun. Canını bağışladım."
Sağolun Kutay hazretleri...
Dilimin ucuna gelen neden sorusu orada durdu. Soramadım. Dünden sonra onunla konuşmaya çekinir olmuştum. Soru sorma hakkım yokmuş da onun cevapları, bana bahşedilmiş bir ödüldü sanki.
Böyle düşünmemi sağlayan O'ydu. İnsan psikolojisi onun taşlarıydı. Harika bir analiz ve düşünme yetisi vardı. Hamleleri önceden tahmin ediyor ve ona göre oynuyordu.
Herkes onun piyonuydu, bütün değerli taşları tek başına o oluşturuyordu.
"Neden öldürmedin?"
Zorlukla ona sorduğum soru, başımda hissettiğim sarsıcı ağrıyı tetikledi. Şeytanların tekrar fısıldamaya başlamıştı.
"Çünkü şeytanlarım bana, senin işime yarayabileceğini söyledi."
Sözlerini duyduğum an dünya durdu sanki. Tekrar tekrar bozuk zihnimde yankılandı cümlesi. Yanlış duymamıştım değil mi? Ne demişti?
"Şeytanlarım bana işime yarayabileceğini söyledi."
Şeytanlarım... Şeytanları...
Benim gibi... Tıpkı benim gibi... İlk defa benim gibi biri...
"Senin şeytanların mı var?"
Sorum üzerine güldü. "Sadece şeytanlarım yok. Benim cehennemin var."
Uzun işaret parmağıyla etrafı gösterdi. Gösterdiği yere baktım. Burası dünkü fantezi odası değildi. Daha ferah, daha büyük, daha güzel bir oda...
"Benim de şeytanların var."
Niye bunu söyledim bilmiyorum. Kendimi ona açıklama arzusuyla yanıp tutuşuyordum.
"Senin şeytanların yok."
Ters ters ona baktım. Ne demek yok?
"Sen şeytanın ta kendisisin Elisa."
Buz mavisi gözlerim onun kehribarlarında gezindi. Gülüşüm, yüzümde genişledi. Ama benim aksime o hiç gülmüyordu.
"Ama senin cehennemindeyim Kutay Alavaris."
Sırtını yasladığı yatakta doğrulduğunda güzel kokusu burnuma doldu. Bu kadar tehlikeli bir adam, böyle güzel kokmamalıydı.
Düşüncelerimi çekimi altına alıyordu ve ben, karşı koyma yetimi kaybetmiş gibi sarsılıyordum.
"Beni burada tutmaya devam edecek misin?"
Sorum üzerine yüzü gerildi. Buz mavisi gözlerim istemsizce eline kaydı. Sargıya sarmıştı. Benim yüzümden.
Dün ona bıçak çeken bendim. O bana merhamet edip çözmüşken ben az kalsın onu öldürecektim.
Pişman mıydım?
Değildim.
Şeytanlarımın isyanı sarsıcı olurdu. Ve bu oyunda sarsılan ben olurdum. Elimde değildi, bazen öyle bir hâl alıyorlardı ki onlara karşı koyamıyordum.
Ve hiç şüphesiz hayatım boyunca geçirdiğim en tehlikeli sinir krizini dün yaşamıştım. Kalp atışlarım hâlâ kulağımdaydı. Kutay beni sakinleştirmeseydi ya bir şekilde acıya dayanamayıp ölecektim, ya da o bıçaklardan birini kendime geçirecektim.
Ama Kutay bunu engellemişti. Beni kurtaran düşmanımdı.
Aklımdan bir sürü düşünce aynı anda geçerken o, yatağın üstünden yavaşça yüzüme eğildiğinde kalbim tekrar tekledi.
"Yalan makinesinden kurtulduğunu sanma. Tekrar bağlanacaksın."
Nefesim boğazıma takıldı. O makineye tekrar bağlanmak benim sonum olurdu.
"Su..." dedim konuyu değiştirmek için. "Su ver bana çok susadım!"
"Zıkkım iç."
"Puşt." dedim oldukça içten bir şekilde. Ben küfürlerimi çok içten ederdim.
"Ben de diyorum o kadar dakika geçti, bu aptal niye bana küfretmiyor?"
Sözlerini duyuca kaşlarımı çattım. "Ben de diyorum o kadar dakika geçti, bu manyak niye bana aptal demiyor?"
Büyük bir su şişesini bana uzattı.
"Kes sesini de şunu iç!"
Neden bilmem, içime bir kurt düştü o an. Ya içine zehir koymuşşa?
Ya su isteyeceğimi bildiği için suyun içine bir şey kattıysa?
O dememiş miydi ben hamleleri önceden tahmin ederim diye... Ya bu suyun içinde zehir varsa?
"Önce sen iç."
İçimden içmesi için dua ediyordum. Gerçekten boğazım kupkuruydu, biraz daha susuz kalırsam bayılacaktım. Ama önce onun içmesi lazımdı. Zehir varsa o zehirlensin.
Ama... Ya suyun içinde zehir varsa ve panzehir ondaysa?
İkimiz de zehirlendiğimizde panzehiri kendi içip beni ölüme terk ederse?
Düşünmekten başım dönmeye başlayınca düşünmemeye karar verdim. Ama bu imkansızdı. Ben durdurmak istesem bile zihnim asla durmuyordu.
Ve kalbim hızlı hızlı çarparken aklımdan geçen her düşünce, beni sonu çıkmaz bir sokağın içine sokuyordu. İyi değildim.
Yemek yemem, su içmem lazımdı. Şeytanlarım yorgundu.
"İçine zehir koymuş olmamdan mı şüpheleniyorsun?"
Güldü. İki yanağında da gamzeler vardı, ilk defa o an fark ettim. Ve gamzeleri, tehlikeli gözlerini gölgede bırakacak kadar güzeldi.
"Eğer seni öldürmek isteseydim bunu suyun içine zehir koyarak değil, bizzat kendi ellerimle sana acı çektirerek yapardım."
Yani beni öldürmek istemiyordu?
Sözleri, bozuk zihnimin çarklarını tekrar çevirmeye başladı. Dudaklarından dökülen her kelimeyi bir ipucu bulmak maksadıyla en ince ayrıntısına kadar irdeliyordum.
O sırada suyu uzattı. "İç şunu, sabrımı zorlama."
"Önce sen iç."
Teklifimde hâlâ ısrarcıydım. Çünkü hedef şaşırtıp beni ikna etmeye çalışıyor olabilirdi.
Kimseye güvenmeyen şeytanlarım, tekrar şüpheye düştü.
Olabilirdi, zira bu hayatta asla olmaz dediğim her şeyi yaşamıştım. Bu yüzden hiçbir insana zerre güven duygusu yoktu içimde.
Ama o beni yanılttı. Suyu içti. Yarısını bitirmişti.
"İster iç ister içm-"
Devamını getirmesine izin vermeden şişeyi elinden çektim. Tek dikişte bitirmiştim. Derin bir nefes verip şişeyi ona uzattığımda hiçbir şey demeden yataktan kalkıp odanın içine doğru ilerledi.
O an yüzünü daha dikkatli inceledim. Ve istemsiz bir tebessüm dudaklarımda peyda oldu. Dün, bana çektirdiklerinin acısını çıkartmış ve beni, yatağa kelepçelemek istediğinde kusursuz yüzünü berbat etmiştim. Pürüzsüz ve beyaz teni tırnak izlerimle dolmuş, bıraktığım kanlı yaralar kabuk tutmuştu.
Bu beni mükemmel hissettirdi. Acı çektirmeyi seviyordum.
"Bu gülüşün sebebi yüzümü bu hâle getirmiş olman, değil mi?"
Zeki adam.
İtiraz etmedim. Sadist bir insan olduğumu saklamadan başımı olumlu anlamda sallayıp ateş dolu kehribarlara baktım.
"Evet. Bu hâline bakmak bana çok zevk veriyor Alavaris."
"Ama." dedim benden bağımsız çıkan cilveli sesimle.
"Tırnak izlerim sırtında olsaydı daha çok zevk alabilirdim."
Sözlerim üzerine dehşet içinde açıldı gözlerim. Hayatımda ilk kez, yemin ederim ki ilk kez bir erkeğe karşı böyle bir cümle dökülmüştü dudaklarımdan.
Ve bu, benim kontrolümde değildi. Hatta... Şeytanlarımın bile kontrolünde değildi.
Öyleyse ne oluyordu bana?
Söylediklerime inanamıyormuş gibi kehribarları üstümde dolandı. Ama bu şaşkınlığı hemen üzerinden atıp gülümsedi.
"Saçlarını daha farklı sebeplerle çekebilir, boğazını sen zevk içinde kıvranırken sıkabilirdim."
Gülümsemesi anında yüzünde soldu. Sanki söyledikleri ondan bağımsız dökülmüştü dudaklarından. Benim gibi... İkimiz de kontrolü kaybetmiş gibiydik.
Siktir. Ne oluyordu?
Kutay öfkeyle homurdandı. "Az önceki konuşmamız hiç olmamış farz et."
Canıma minnet.
"Evet, az önce aramızda asla öyle bir konuşma geçmedi."
İkimiz de manyaktık.
O yüzden aramızdaki gerilim de, kavgalar da, imalar da normal geliyordu. İyi değildik. Ve... İki düşmandan fazlası olamazdık.
"Kalk ayağı."
Bana emir veremezsin, sen kimsin triplerine girecektim ama girmedim.
Onun yerine derin bir nefes alıp ayağa kalktım ve ona doğru ilerlemeye başladım. Beni öldürmeyeceğini söylemişti. O yüzden fazlasıyla azalmış gücümü boşuna tüketemezdim.
En azından şimdilik. Şeytanlarımla birlikte yeni bir plan bulana kadar...
O önde, ben arkada kan ve küf kokan duvarların arasından geçmeye başladığımızda aklıma dünkü anılar nüksetti. Buradan kaçışım, kendi içime hapsoluşumdu. Burası bir cehennemdi, karşımda duran kehribar gözlü de buranın sahibi. Yanındaki çetesi de zebanileri.
Burayı hiç sevmemiştim. Kurtulmam gerekiyordu. Vaktim yoktu, zaman aleyhime işleyen bir çark gibi durmak bilmeden dönüyordu. Çünkü Kutay kodları değiştirip özel sistemimi çökertebilirdi. Aceleyle buradan kurtulmam ve o, sistemin analitiğiyle oynamadan kodları deşifre olmuş bir şekilde yer altı dünyasının karanlık yüzüne yaymam lazımdı.
Ben kötü kalpli bir insandım. Ona bıçak çekip bıçaklayamadığım an bana göre ödeşmiştik. Dün bana yardım etmesi, hayatımı kurtarması benim nezdimde önemli değildi.
Hiç düşünmem, yapardım. Ama önce... Bu lanet tutsaklıktan sıyrılıp kendi hürriyetime kavuşmam lazımdı. Ama nasıl?
Yardım edin aptallar!
Her zaman konuşan şeytanlarım, bu sefer susmuştu. Toplanın şeytanlarım. Bir plan kurmanız lazım.
Derin bir nefes verip etrafa baktığım sırada bana mahkumiyetimi hatırlatan duvarlardan başka bir şey göremiyordum. Kutay, gizli geçit gibi bir kapının önünde durdu ve özenle gizlenmiş kodlara bastı.
Ağzım şaşkınlıkla aralanırken kolumdan tutup beni içeri sokmuştu. Alta doğru uzanan merdivenler vardı ve... Ve burası güzel kokuyordu. Onun gibi.
"İn!"
Verdiği emri sorgulamadım. Şeytanlarım susup en azından yeterli enerjiyi depolayana kadar bu adama uymamı söylüyorlardı.
Onun hızlı adımlarının aksine yavaş yavaş inerken önümüzde tekrar bir kapı belirdi.
"Nereye götürüyorsun beni?"
Pekala şeytanlar. Merak ediyorum ve soru sormam lazım. Bağırıp durmayın. Hatta mümkünse susun.
"Cehennemime."
Tek kelime. Açık ve net. Cehennemine...
Kutay tekrar önümüze çıkan kapıya parmak izini ve yüzünü okuttu.
Kapı aniden iki yana açıldığında şaşkınlıkla ona baktım. Sistematik, kodla çalışan gizli geçitli kapılar...
Kalbim rotasından saparken Kutay kapıdan geçti. Tam ben de geçecekken karnımdan başlayıp yavaş yavaş bütün uzuvlarıma nükseden bir sancı hissettim. Boğazım düğümlenirken dizlerimin bağı çözülmüş gibi kendimi yere bırakmıştım.
Buz mavisi gözlerimi Kutay'a çevirip yardım ister gibi baktığımda gülüyordu.
Gülüyordu... Şeytanlarım, yeni bir isyanın habercisini çağırır gibi bağırmaya başladılar.
Ben Esila Balanis'tim. Hayatım boyunca kimseye muhtaç olmadan kendi ayaklarımın üstünde durmuş Balanis. Şimdi bu adam... Bu adam ipleri eline almak istiyordu, beni yönetmek; hakimiyeti üzerinden baskı kurmaktı amacı.
"Sistem tanımadığını çarpar. Dua et de elektriğini bu sefer az ayarlamıştım."
Sistem tanımadığını çarpar.
Tabii ya. Bu düzeneği o kurmuştu. Kapılar, geçitler hepsini o yönetiyordu. Ve yabancı kişiler geçtiğinde elektrikle çarpılıyordu.
Kutay Alavaris. Sen şeytanlarımdan bile tehlikelisin.
Çok zekiydi. Ve karşımda, benden zeki birini görmek şeytanlarımın hoşuna gitmedi.
Zeka, keskin bir ok; saplantılı bir oyuncak gibi işlerdi. İnsanın hayatını da kurtarabilirdi, sonunu da getirebilirdi. Ve zekanın, dereceleri vardı.
İlk katman. Gerizekalılar...
Bu topluluk en alt basamakta, çoğunluğu oluştururdu. Vasıfsız olmakla birlikte toplumun düzenine ayak uydurur, ara sıra isyan çıkarsalar da bu isyanlar bastırılabilir ve kontrol edilebilir oldurdu. Tek dertleri dünyevi zevklerini gidermekti. Tembel olurlardı ve bu tembellik, onlara zarar verirdi.
Tamamen boş bir hayatları vardı ve vasıfsız insanlar bu topluluğu oluştururdu. Vasıfsızlığın gölgesinde kalmış vicdanlarıyla bir şeyler başarmak isteyen insanların enerjilerini sömürmeye çalışırlar, o insanlar gerçekten başardığı da biz senin yanındaydık diye yalanlar atarlardı. Bu topluluk gerizekalı olmasına rağmen tehlikeliydi. Ama toplumun en alt sınıfını bunlar oluşturuyordu ve bitmek bilmez bir şekilde ürüyorlardı.
İkinci katman. Orta zekalılar.
Bu katmandaki insanlar normaldi. Kötülüğün içindeki iyilik, iyiliğin içindeki kötüğü bunlar oluştururdu. Her şeyin ortasıydı onlar. Orta iyi, orta kötü...
Ve orta zekalılar, paraya düşkün olurlardı. Para uğruna hayatlarını geçirirlerdi.
Orta zeka böyle çalışırdı. Sıradan bir hayat, sıradan bir yaşam... Birbirinden farksız dökülen kum taneleri gibi geçerdi hayatları. Boş bir hayat, boş bir ölüm. Orta zeka böyleydi, amacı sadece hayatını bir şekilde devam ettirmekti.
Üçüncü katman. Zekiler.
Zekiler toplumda bir şeyler başarmak isteyenlerdi. Paraya düşkün olurlardı ama bu düşkünlüğü kontrol edebilirlerdi. Zekiler de tembel olurdu ama bu karanlığın içinde parlayan bir yetenekleri olurdu.
Zekiler çalışırdı, toplumun algısının aksine zekiler istese her şeyi yapardı ama bu insanlar genellikle toplumun gölgesinde kalırdı. Bazen bir oyuncak gibi kullanılır ama fark edildiği takdirde bir ışık gibi parlarlardı. Zekiler hırslı olurdu. Maceracı. Daldan dala atlamayı, keşfetmeyi seven tiplerdi. Çok ender bulunmazlardı ama yine de diğer türlere göre daha az rastlanırdı.
Ve son katman. İleri zekalılar.
İşte ben bu katmandaydım.
Karşımdaki kehribarlar da bu katmandaydı.
Bu katman, en tehlikelisiydi. Çünkü toplumun düzenini bunlar değiştirirdi.
Bir şeyleri bulan, çarkları insanların lehine veya aleyhine çeviren, düzene baş kaldıran, susmayan; sussa bile bir gün patlamak için hazırlananlardı.
Yetenekli bir topluluktu ve çok ender rastlanırdı. Ve evet, en ender rastanan kişiler bunlar olurdu.
Her şeyi yapacak gücü içlerinde bulundururlardı. Zeka, çok tehlikeli bir güçtü. Bedenen güçlü olmasan bile zekânı kullanarak toplumun düzenini bozabilirdin.
İşleyişe boyun eğmezdin, herkes bir robat gibi ilerlerken sen baş kaldırırdın. Herkes aynı yöne giderken sen onların peşinden gitmezdim. Kendine yeni bir yol bulmaya çalışırdın. Bulamasan da o yolu kendin yaratırdın.
Çekinmezdin, söylerdin. Hızlı yazar, hızlı konuşurdun. Hiçbir insanı kendine ait hissetmezdin. İstisnasız hiçbir insanı. Aileni bile. Egon, senden bağımsız çalışırdı. İç dünyan durmak bilmeden esen bir fırtınadan farksızdı. Kimseyi küçümsediğini söylemezdin ama sana göre herkes senden daha alçak pozisyonlardaydı.
Bu insanların şeytanları olurdu, kötü ve acımasız olurlardı.
Ve benim grubumdaki bu insanlar, sessiz olurlardı. Ama bu sessizlik, zehirliydi. Zehirlerdi. Sessizliklerinin aksine akılları o kadar hızlı işlerdi ki asla durdulamazdı.
Asla acıma duyguları yoktu. Günah sevap, ayıp yanlış kavramları da yoktu. Akıllarına ne eserse onu yaparlardı.
Dünya yansa umurlarında olmazdı. O kadar umursamaz, o kadar tehlikeli...
Kötü. Saf kötülük. Karanlık kötülük. Her türlü kötülük bu insanların içindeydi. İyiye dair her şey onlardan soyutlanmıştı. Ve bu, o kadar tehlikeli bir kötülüktü ki asla belli etmezlerdi.
İleri zekalılar; sinsi, kurnaz, bencil, sessiz ve kibirli insanlardı.
Ama harika oyunculardı. İyiymiş gibi yaparlardı. Ve bunu o kadar iyi oynarlardı ki kimse farkına varmazdı.
İşte o zaman da içlerinden aptallıklarına gülüp herkesi küçümserledi.
Her şeyi başaracak potansiyelleri vardı. Ve hayatlarının yarısında herkesten habersiz çok büyük planlar kurmuş, çoğunu gerçekleştirmiş olurlardı. Para onlar için önemliydi, hatta çok önemliydi ama daha önemli bir şey vardı... Güç ve itibar...
Egolar... Egoları tatmin etmek için güç ve itibar isterlerdi. Savaşçı olurlardı. İstedikleri uğruna her şeyi yapacak kadar cesur, o yolda çektikleri acılara dayanacak kadar da metanetliydiler.
Kendileri en değerli taştı. Yani vezir.
Gerizekalılar onların piyonları, orta zekalılar kaleleri, zekiler filleriydi, kalan kesim atlarıydı. Bütün taşlar onların elindeydi. İstedikleri gibi oynarlardı.
İleri zeka. Çok tehlikeliydi.
Ve bu tehlikenin tek bir sebebi vardı. Ne zeka, ne hırs, ne cesaret, ne de metanet... Tek sebebi duygusuzluktu. Acıma duygun yoksa, ne kendine ne de çevrendeki hiçbir insana... Ve de kaybetme korkun yoksa... Dünya gözünde değilse... Hiçbir şeyden korkmuyorsan... İstediğin her şeyi yapabilirdin.
İşte bu yüzden bu kesim çok tehlikeliydi.
Ve her şeye rağmen... Sisteme boyun eğmeyen ve toplumun düzenini değiştiren bunlar olurdu.
Yani biz. Kutay ile ben.
Ve bizim gibiler...
"Ne düşünüyorsun elli saattir?"
Öfkeyle konuştuğunda elime doğru bir taş uzattı. "Tut bunu, elektriğini alır. Pirana cadısı gibi kabarmış saçların."
Çok komikti piç. Bir daha olmasın.
Diyemedim tabii. Elektrik yemeye niyetim yoktu.
Taşı tutmadan önce aklıma sinsi bir plan gelmişti. Gülümseyerek Kutay'ın koluna dokunduğumda irkilerek kendini geri çekti.
"Amına koyayım!"
Edepsiz küfründen sonra öfkeli kehribarları üzerimde dolaştı ve diğer eliyle dokunduğum yeri temizledi. Ama... Ama çok geçti çünkü bendeki elektrikle onu da çarpmayı başarmıştım.
"İstediğin yerime koyabilirsin Alavaris."
Göz kırptım ve taşı elinden alıp ilerlemeye başladım. Ama iki adımdan sonra durup düşünmeye başladım. Ne oluyordu bana? Niye sabahtan beri böyle imalar yapıyordum?
Hiç huyum değildi. Ben cinselliğe düşkün biri değildim.
Siktir. Öyleyse ne oluyor?
Kutay da yaptığım imaya şaşırmıştı ama gözlerindeki ifadeyi ustalıkla gizleyip peşimden gelmeye başladı. Üçüncü kapının önünde durduğunda bıkkın bir nefes verdim.
"Sabahtan beri geç geç bitmiyor. Anadolu'nun kapılarını Türklere mi açıyoruz, hayırdır?"
Yüzünü buruşturdu. "Sen bir daha şaka yapma."
Piç.
Son kapıdaki kodu da girdiğinde kapı, dört tane dikdörtgene bölündü. Ardından dikdörtgen de ikiye bölünüp üçgen şeklini oluşturdu ve kapı ortasında dörtgen bir boşluk oluşturacak şekilde açıldı.
Matematikle aram iyiydi. Kodlar, sayılar, problemler... Bunlar benim dünyamdı.
Ama bu adam benden daha iyiydi.
Farkındaydım. Çünkü onun yaşına yakın olduğumu tahmin ediyordum ama onun başardıklarının yarısını bile gerçekleştirememiştim.
Tabii bunda hapis kalarak kaybettiğim yılların da etkisi vardı.
Ama her şeye rağmen... Bu karanlık kehribarlardan bir şeyler öğrenebilirdim. Ufku geniş, donanımlı biriydi.
Kavgayı bir kenara bırakıp ona sinsice yaklaşacaktım.
Bilgi birikimini ve bu yaşta nasıl bu kadar başarı elde edip yer altının en tehlikeli mafyası olabildiğini öğrenmem lazımdı.
Kıskançlığımı bir kenara bırakıp objektif bir şekilde yorum yapmam gerekirse... Bu adam cidden iyiydi.
Ve ne kadar kabul etmek istemesem de benden daha zekiydi.
Çünkü acımasız, duygusuz piçin tekiydi.
Ama onunla aramızda fark vardı.
Benim kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Hiçbir şeyim. Ama onun kaybedecek çok şeyi vardı. Gücü, itibarı, kurduğu düzeni, çetesi...
Ve bu öyle bir farktı ki, bütün oyunun kaderini baştan yazacaktı.
Dörtgen şeklindeki giriş kapısından adımımı attığım an dehşet içinde aralandı bakışlarım. Burası... Burası bambaşka bir dünyaydı.

En üstte yuvarlak, beyaz ve alandan tasarruf ettirecek kadar kalınlığı dar bir aydınlatıcı, ortada kırmızı sandalyeler ve toplantı masası. Güzel ve ferah kokuyordu. Sadeydi ama o kadar ihtişamlıydı ki hayranlığımı güçlükle gizledim.
"Yürümeye devam et."
Emrini sorgulamadan peşinden gitmeye devam ettim. Çünkü karşıma çıkan her şey, bu adama karşı duyduğum kıskançlığı ve onu alt etme arzumu körüklüyordu.
Beni, hayranlık yaratıcı yerlerden geçirmişti. Havuzlu odalar, 3D efektli sahte camlar, lüks dizaynlar, nostalji odalar... Burası gerçekten farklı bir dünyaydı.
Camlar sahteydi. Manzara varmış gibi görünüyordu ama aslında 3D'den ibaretti.
Sadece ortama aydınlık ve hava katsın diye konulmuştu. Burası yer altıydı. Buradan gün yüzü görmek imkansızdı. Çünkü burası, tehlikenin dünyasıydı.
Ve son bir kapı açtı. Beni içeri soktuğunda burasının geçtiğimiz yerlerle ilgisi dahi olmadığını gördüm. Çünkü burası, sorgu odasıydı.
İşkence aletleriyle dolu sorgu odası.
Kutay kapıyı kilitledi. Kilit sesi kulaklarımı doldurduğu an kalbim tekledi. Güçlü hissetmem gerekiyordu ama hayatımda ilk defa gücüm tükenmiş gibiydi. Enerjim yoktu. Şeytanlarım suskundu.
Bu adam yüzünden.
Yanıma geldi. Önümde durduğu an boyunu yüz hizama eşitlemek için eğilmişti. Ve son sözleri...
"Cehennemime hoşgeldin Elisa."
?