BÖLÜM 11 - KARANLIĞIN KIYISINDA

846 Words
Pınar, hastane koridorunda hızlı adımlarla yürürken içindeki huzursuzluğu bastıramıyordu. Son birkaç haftadır yaşananlar, neşesini törpülemiş, gülüşlerini sığlaştırmıştı. Bölgedeki operasyonlar artmış, her yeni çatışma haberi, yüreğinde bir diken gibi saplanır olmuştu. Özellikle Burak sahadaysa, zaman iki kat ağır akıyordu. Onu tanıdığından beri hayatı bambaşka bir boyut kazanmıştı. Aşk gibi sıcak, çatışmalar kadar tehlikeliydi. Ama her an, her şeye değerdi. Nöbet odasında gözlerini kapatmış bir an başını dinliyordu ki telsizden gelen sesle irkildi. "Yaralı geliyor. Acil müdahale!" Hemen kendine gelip koşturdu. Sedye üzerinde getirilen askerin yüzü kan içindeydi ama yüzündeki çizgiler tanıdıktı. “Burak mı?” dediği an dudaklarından dökülen nefes bir dua gibiydi. Ama hayır, o değildi. Fakat o askerin gözleri Burak’a dair bir şey söylüyordu. Onu gören son kişiydi belki de. Kalbi küt küt atarken, hem yaralıyla ilgilendi hem de dikkatlice fısıldananları dinlemeye çalıştı. “Tim komutanı Burak. Çatışma çıktı. Siper aldı ama geri dönemedi.” Pınar’ın elindeki gazlı bez yere düştü. Dizlerinin bağı çözülür gibi oldu. Ama hiçbir şey olmamış gibi toparlandı. “Yarası nerede?” diye sordu hem soğukkanlı hem de titrek bir sesle. Yaralı fısıldadı: “Kendini siper etti… Sonra görmedim.” Pınar başını eğdi. Kalbini susturması gerekiyordu. Şimdi onun mesleği, duygularının önünde durmalıydı. Ama içi parçalanıyordu. Çünkü sevmek bazen bir çatışmanın ortasında, elinde gazlı bezle dua etmeye benziyordu. Akşam olduğunda Burak’tan hâlâ haber yoktu. Tüm üs hareketliydi. Komutanlar, haritalar, telsizler... Herkes telaşlı ama profesyoneldi. Pınar ise kendi savaşını yaşıyordu. İçeriden bir ses onu dürtüyordu. “Ya dönmezse?” Bu soruyla gözleri doldu ama yine de başını dik tuttu. Gecenin ilerleyen saatlerinde kapıdan içeri giren bir siluet belirdi. Üzerinde toz, ter, kurumuş kan. Gözleri yorgun, adımları ağırdı. Ama canlıydı. “Burak...” Pınar olduğu yerden kalktı, hızla ona doğru yürüdü. Kimseyi umursamadan, bakışları gözlerine kenetlendi. Burak dudaklarını kıpırdattı: “Yaralılarım öncelikliydi. O yüzden geç kaldım.” “Geç değil... Yeter ki geldin,” dedi Pınar. Ama Burak birden sendeledi. Pınar hemen onu yakaladı. “Kanıyorsun! Otur çabuk.” “Yok, bir şeyim... Önemli değil.” “Sen önemliysen, her şey önemlidir,” dedi Pınar. İlk defa bu kadar açık konuşmuştu. Ve Burak, ilk kez böyle yumuşamıştı. O çatışmalarla sertleşmiş yüzünde, göz bebeklerinin kenarından bir sıcaklık geçti. “Merak ettin mi beni?” diye sordu alaycı ama kırılgan bir tonla. “Seninle ölecek kadar çok,” dedi Pınar. Burak suskunlaştı. Bir şeyler diyecek gibiydi ama sustu. Belki o gece, susmak en büyük itiraftı. Burak’ı kontrol altına aldıktan sonra onu gözlem odasına aldılar. Küçük bir sıyrık gibi görünse de kanama içten devam ediyordu. Pınar onu muayene ederken elleri titrememeye çalışsa da gözleri onu ele veriyordu. Burak ise gözlerini tavana dikmiş, çatışmanın içinden bir görüntüyü tekrar yaşıyor gibiydi. "Üsse dönmeden önce... o çocuk gözümün önünde bağırdı. 'Komutanım, beni bırakma' dedi," diye fısıldadı. Pınar’ın kalbi burkuldu. Elini Burak’ın omzuna koydu. "Sen elinden geleni yapmışsındır." Burak, derin bir iç çekti. "Her zaman yetmiyor. Her zaman geri dönemiyoruz." Bu cümle, Pınar’ın içindeki tüm duvarları yıktı. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı ama konuşmadı. O ağlarken, Burak’ın gözleri de nemlendi. “Ben senin ölümünü düşündüm,” dedi Pınar aniden. Burak ona baktı, gözlerinde ilk kez bir titreme vardı. “Ölürsem... ağlar mısın?” Pınar başını eğdi, cevap vermedi. Çünkü o anda susmak, tüm itiraflardan daha yüksekti. Ama sonra toparlandı, cebinden bir peçete çıkardı, gözyaşlarını sildi ve bir adım geri çekildi. “Artık daha fazla yokum,” dedi net bir sesle. Burak kaşlarını çattı. “Ne demek bu?” “Bu korkuyu daha fazla kaldıramam. Her göreve gittiğinde öleceksin diye düşünemem. Seni böyle sevmek... bir savaş gibi.” Burak yatağından doğruldu, acısını unutur gibi oldu. “Yani kaçıyor musun?” Pınar gözlerini kaçırmadı. “Hayır. Sadece bazı savaşlar silahsız kazanılmaz.” İçeri başka bir görevli girince konuşmaları yarıda kaldı. Pınar yavaşça dışarı çıktı. Koridorda yürürken içinde derin bir acı taşıyordu. Sevmek cesaret isterdi, ama aynı zamanda sevileni kaybetme korkusunu da getirirdi. Ertesi sabah erkenden hastane bahçesinde yürüyüşe çıktı. Başını kaldırdığında Burak'ı gördü. Bandajı hâlâ duruyordu ama o, ayakta duruyordu. Yanına geldi. "Bugün gitmiyorum," dedi. Pınar ona baktı. "Senin gitmen gerekmiyor muydu?" “Komutana rapor verdim. Üç gün buradayım. Ama başka bir nedenim daha var.” Pınar durdu. “Neymiş?” Burak bir an durdu, sonra cebinden kırık bir kolye çıkardı. “Operasyon sırasında elimde kaldı. Senin boynundan düştü. Ben bunu cebimde taşıdım, çünkü seni hatırlamak bana cesaret verdi.” Pınar gözyaşlarına engel olamadı. “Onu hastanede kaybettiğimi sanmıştım.” Burak kolyeyi ona uzatırken, aralarındaki mesafe bir adım kısaldı. “Ben seni hiç kaybetmedim. Ama sen kendini kaybediyorsun. Korkmak seni sevmediğim anlamına gelmez. Ama birlikte yürüyemezsek, bu aşk da ilerleyemez.” Pınar başını eğdi. Uzun süre konuşmadılar. Sadece sessizlikte birbirlerini duydular. O sırada üsse yeni bir görev bilgisi ulaştı. Tüm timler hazırlık için çağrılıyordu. Burak’a da haber ulaştı. Ama bu defa Burak Pınar’a döndü: “Ben gitmek zorundayım. Ama senin ne düşündüğünü bilmeden gitmeyeceğim.” Pınar derin bir nefes aldı. “Git ama geri döneceğini bilmemi sağla. O zaman beklerim.” Burak o an başını eğdi ve sadece “Söz” dedi. Ardından gözlerini Pınar’dan ayırmadan üs aracına bindi. Pınar uzaklaşan araca bakarken kendi kendine fısıldadı: "Bu savaş ikimizin… Kazanabilirsek aşk, kaybedersek acı olur."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD