BÖLÜM 1- YENI GÖREV YERI
Tozlu yolun kıvrımlarında ilerleyen askeri konvoyun içindeki minibüste sessizlik hâkimdi. Pınar Aksoy ellerini dizlerinin üzerinde kenetlemiş, camın ardından dışarıya bakıyordu. Bozkırın sararmış görüntüsü, uzaklarda yükselen dağlar ve gökyüzüne doğru savrulan ince bir toz bulutu eşlik ediyordu yolculuğuna. İçinde garip bir ürperti vardı. İstanbul’daki kalabalık acil servisin gürültüsünden sonra bu sessizlik yabancıydı ama daha çok, bilinmeyene yolculuk yapıyor olmanın gerginliğiydi bu.
Yanında oturan yaşlı çavuş, "Şuradaki tepeyi geçince karakolun hastanesini göreceğiz" dedi usulca. Pınar başını eğerek teşekkür etti. Konuşmak istemiyordu. Düşüncelerini toparlamakla meşguldü. Geçici görev için üç aylığına gönderilmişti. Kafasında “Sadece görevimi yapıp dönerim” cümlesi yankılanıyordu ama kalbindeki huzursuzluk bu kadar kolay susturulmuyordu.
Karakolun girişinde konvoy durdu. Pınar minibüsten indiği anda üzerine sert bir rüzgâr vurdu. Üniforma içindeki askerler nöbet kulübelerinde hareketsiz bekliyordu. Ellerindeki tüfekler, yer yer suskun ama tetikte bir hayatın habercisiydi. Askeri hastanenin girişine doğru yürürken kendini küçük hissetti. Gökyüzü grileşiyor, üzerindeki bulutlar olduğu gibi yüreğine çöküyordu.
İçeri girdiğinde onu karşılayan başhemşire kısa boylu, gözlüklü ve sert yapılı bir kadındı. “Aksoy, değil mi?” dedi kaşlarını çatarak.
“Evet, Pınar Aksoy. Geçici görevlendirmeyle geldim.”
“İnşallah geçici de olsa işini hakkıyla yaparsın. Burada herkes görevini canla başla yapar. Ne şehirdeki gibi ne de rahat. Hastanemiz küçük, ama sorumluluğumuz büyük. En küçük hata bir cana mal olur. Aklında bulunsun.”
“Anladım. Elimden geleni yapacağım.”
Başhemşire Pınar’ı revir kısmına götürürken, koridor boyunca sıralanmış yataklar ve kan lekeleri göze çarpıyordu. Her şey düzenliydi ama savaşın kokusu sinmiş gibiydi duvarlara. O anda kapı hızla açıldı. Bir asker, nefes nefese içeri daldı.
“Şehit var, iki yaralı getiriyoruz. Helikopter indi. Hazır olun!”
Başhemşire hızla komutlar vermeye başladı. “Sedye hazırlansın, oksijen tüpü buraya. Aksoy, sen de al eldivenlerini, hemen destek ver!”
Pınar ne olduğunu tam anlayamadan koşar adım sedyenin başına geçti. İlk kez böyle bir ortamdaydı. Telaşlı ama soğukkanlı olmaya çalışarak eldivenlerini taktı. Helikopterin uğultusu yaklaşınca, herkes koşarak dışarı çıktı. Sedyeler sıraya dizilmişti.
Helikopterin kapısı açıldığında içeriden akan sıcak kanın kokusu Pınar’ın midesini bulandırdı. İlk yaralı getirildiğinde göz göze geldiği kişi, silahını bırakmamış, yaralı arkadaşına sarılmış ve kaşının üzerinden kan süzülmüş bir askerdi. Gözleri kararlı ama öfkeliydi. “Kıpırdatma onu!” diye bağırdı.
Pınar bir an durakladı. Bu adamın sesi hem komut gibi, hem yakarış gibi yankılandı kulaklarında. Göz göze geldiler. Adamın adı o an bilinmese de, duruşu ve gözlerindeki karanlık silinmeyecek kadar keskin bir iz bıraktı.
“Onu bana bırakın, hayatta tutacağım!” dedi Pınar ve ilk kez bu kadar netti sesi.
Asker bakışlarını birkaç saniye daha onun üzerinde tuttu, sonra başını eğdi. “Size emanet. Canımızdan parça o.”
O an adı hala bilinmeyen bu adamın, ileride kalbinde bir yer edineceğini bilmiyordu. Ama kalbi bir anlığına çarpmayı unutmuştu.
Yaralılar içeri alınırken başhemşire “Onun adı Astsubay Burak Karahan. Birliğin en sert ama en güvenilir adamıdır. Onun güvenini kazanırsan burada yaşarsın. Yoksa işin zor.” dedi.
Pınar sessizce başını salladı. Kalbi deli gibi atıyordu. Bu adamda bir şey vardı. Görev aşkıyla çarpan kalbi, o an ilk defa başka bir duyguyla sarsıldı.
Burak kapının önünde bir süre bekledi. Sedyede yatan arkadaşına son bir kez baktı. Sonra gözlerini tekrar Pınar’a çevirdi.
“İyiyseniz… yardım ederim.”
“İyiyim. Ama bu kadar kanı ilk kez bu kadar yakından gördüm.”
“Burada çok göreceksiniz hemşire hanım. Alışırsınız. Ya da… gidersiniz.”
Pınar cevap veremedi. Kısa bir sessizlik oldu. Burak başını eğerek arkasını döndü ve sessizce uzaklaştı. Pınar ise gözlerini onun ardından alamadı. Gökyüzü griydi. Karanlık çökerken içindeki boşluk birden dolmuş gibiydi.
Ve o an başladı nöbet. Sadece askerî değil… bir kalbin, bir ruhun da nöbeti başlamıştı.
Pınar ellerini sabunla yıkarken lavabonun üzerindeki aynaya bakıyordu. Gözlerinin altında beliren mor halkalar, yaşadığı şoku yüzüne kazımıştı adeta. Kan, ter ve toz birbirine karışmıştı. Az önce ilk kez bir helikopterden inen kanlı sedyeler görmüştü. Dahası, bir astsubayın elleriyle taşıdığı yaralı bir askeri. Ama en çok o bakışlar… O adamın, Burak Karahan’ın kararlı ve aynı anda hem öfkeli hem yorgun gözleri aklından çıkmıyordu.
Lavabodan uzaklaştığında, revirde hummalı bir çalışma hâlâ devam ediyordu. Askerî doktorlar dikiş atıyor, hemşireler serumları değiştiriyor, ellerindeki en küçük müdahaleyi bile disiplinle yerine getiriyordu. Başhemşire onun yanına gelip dosya uzattı.
“Bu senin. Nöbet çizelgen burada. Yarın sabah ilk sorumlu sensin. İtiraz istemem.”
Pınar dosyayı aldı. Gözleri tarihlere kaydı. Aralıksız nöbetler, gece vardiyaları ve bazıları doğrudan görev alanında yer alıyordu. Sadece revir değil, cepheye yakın istasyonlara da çıkacağı belliydi. İçten içe titredi ama belli etmedi.
“Tamam. Hangi saatte başlamam gerekiyor?”
“Sabah sıfır yedi. Geç kalanı kimse sevmez burada.”
Akşam yemeği vakti geldiğinde yemekhaneye gitti. Metal tepsilere sırayla yemek dağıtılıyordu. Masalar düzenliydi, duvarlarda Atatürk portresi ve askerî disiplin yazıları asılıydı. Askerler birbiriyle çok konuşmuyor, görev bitse de ciddiyetini koruyorlardı. Uygun bir köşeye oturup yemeğine başladı. Ancak masanın bir köşesinden gelen ses dikkatini çekti. Göz ucuyla bakınca onu gördü. Burak, dört arkadaşıyla birlikte yemek yiyordu. Sessizdi ama konuşmaları hep dinleniyordu. Onun bulunduğu masa, ister istemez dikkat çekiyordu.
Yemekten sonra hava kararmış, karakolun etrafı projektörlerle aydınlatılmıştı. Gökyüzünde yıldızlar yoktu ama içeri sızan rüzgâr sertti. Pınar revire geri döndü, gecelik nöbetin devrini almadan önce sedyelerin başında bekleyen bir askerin sessizce ağladığını fark etti.
Yanına yaklaştı.
“Bir şeye ihtiyacın var mı?”
Asker başını kaldırmadı.
“Arkadaşım o sedyede. Sabah beraber kahvaltı etmiştik… Şimdi yaşıyor ama bir daha yürüyemezmiş.”
Pınar diz çökerek onunla aynı hizaya geldi.
“Senin gibi bir dostu olduğu sürece yine ayağa kalkar. Bu topraklarda en çok dostluk ayakta tutar insanı.”
Asker gözlerini sildi, yutkundu.
“Sağ olun hemşire hanım.”
O sırada kapıdan içeri giren ayak sesleriyle başını çevirdi. Burak içeri adım attı. Gözleri önce sedyedeki arkadaşına, sonra Pınar’a döndü.
“Onun için teşekkür ederim. Bugün burada kalmanı istememiştim ama iyi ki vardın.”
“Ben de kalmayı planlamamıştım ama…”
“Hayat planları sevmez. Özellikle burada. Sadece olur. Yaşarsın. Gidersin. Ya da kalırsın.”
Pınar bakışlarını kaçırdı. Burak’ın sesi yumuşamıştı. Soğuk değildi artık.
“Sabah ilk nöbette sen mi olacaksın?”
“Evet. Revir devriyesini ben alıyorum.”
“Bir tavsiye vereyim mi?”
“Elbette.”
“Hiçbir yaraya alışma. Ama hiçbiri seni de yıkmasın.”
Pınar bu sözün ardından bir an sustu. Göğsünde bir boşluk doldu.
“Anladım.”
Burak birkaç adım attı. Sedye başındaki arkadaşına baktı.
“Geri geleceksin kardeşim. Sana söz verdim. Bu karakolda bir tek senin kahveni içebiliyorum, o yüzden geri dönmen şart.”
Pınar başını eğdi. O an bu adamın sadece sertliğini değil, kalbindeki bağlılığı da görmüştü.
Burak yeniden doğruldu, çıkarken dönüp ona son kez baktı.
“İyi geceler Hemşire Aksoy.”
“İyi geceler Astsubay Karahan.”
Kapı kapanırken içeride sadece cihazların ritmik sesi ve geceye sızan yalnızlık kalmıştı. Pınar, ilk gününü tamamlamıştı. Fakat içindeki his çok daha fazlasının başlayacağına dairdi. Bu yalnız, sessiz, koca karakolda iki kalp... aynı ritimde atmaya başlamıştı.