bc

GÖLGE'NİN KOKUSU

book_age18+
553
FOLLOW
5.0K
READ
dark
fated
stepfather
mafia
heir/heiress
drama
kicking
scary
loser
city
rebirth/reborn
war
love at the first sight
like
intro-logo
Blurb

Ben Baran Sancaktar. Küçük yaşta annemi, büyüdüğümde ise babamı toprağa verdim. Kan davasıydı adı ama en büyük yük, geride kalan bizlerin yüreğine çöktü. Hayat, çocuk yaşta sırtıma omuzladı yükü, erken yaşta dilime suskunluk verdi. Kendime verdiğim sözle Ankara yollarına düştüm. Eğitimlerimi tamamladım, özel harekâtçı oldum. Devletin gölgesinde görev aldım; yurt dışında bastığım her toprak, içimdeki yangını biraz daha harladı. Ama kalbim hep Artvin’de kaldı . Sevdiğim Zeyneb'im ...Artvin'e yollara düştüm.Sevdiğim kızı isteyecek, hayatıma yar edecektim . Babamın öldürenler sevdiğim kadının kanı ellerime bulaştırana kadar ...

chap-preview
Free preview
SON GÖREV
BARAN SANCAKTAR (GÖLGE) Zeyneb’im ; Bir tek görev kaldı geride. Onu da tamamlayıp Artvin’in yollarına düşeceğim. Bu sefer elimde silah değil, yüreğimle varacağım kapınıza. Babandan isteyeceğim seni, adım gibi onurla, Baran Sancaktar olarak. Yazan: Baran Sancaktar Elimdeki telefonu usulca bırakıp radyonun düğmesine bastım. Radyonun uğultulu sesi odanın içinde yankılanırken ağır ağır sigaramı yaktım. – Bahara ermedi mevsim, hazan olup gidiyor… O bitmeyen geceler bir ân olup gidiyor… Yazık ki şu ömrüm ziyan olup gidiyor… – Camın kenarındaki iskemleye oturup gökyüzüne daldım. O gece yıldızlar her zamankinden daha uzak, daha yabancıydı. Parıldıyorlardı ama içimi ısıtmıyorlardı. İçimde, her zaman olduğu gibi Zeyneb’im vardı. Onun gözlerinde gördüğüm umut, bana hayatta kalmak için bir neden veriyordu. Ama bu gece, huzur bile düş gibiydi. Uyku mu? Mümkün müydü böyle bir gecede gözlerimi kapamak? Yarınki görev, son görevimizdi. Belki de son sabahımıza uyanacaktık. Hepimiz bunun farkındaydık ama hiçbirimiz konuşmuyorduk. Sessizlik, bazen en net çığlıktı. Beraber savaştığım kardeşlerim yanımdaydı: Tuğra, Metehan ve Eren. Yıllardır aynı siperdeydik. Aynı sofrayı, aynı korkuyu, aynı özlemi paylaştık. Halep’in yanan göğü altında nice geceyi beraber geçirmiştik. Şimdi ise son perdedeydik. Metahan Karabulut, adeta gökyüzünden kopup gelen bir kara bulut gibiydi; sessiz, sarsıcı ve kaçınılmaz. Varlığıyla düşmanın üzerine çöker, bir bir avlardı teröristleri. Silahı eline aldığında, tetiği bir ok gibi çekerdi ve hedefini asla ıskalamazdı. O, timin en usta keskin nişancısıydı. Gözünü kırpmadan karar verir, nefesini tutar ve tek kurşunla sessizliğin içinde adaletin sesini yankılatırdı. Eren Kurtbey, timin bomba ve mayın uzmanıydı. Ona “bomba imamı” derdik, çünkü elini attığı her patlayıcıyı adeta dualarla etkisiz hâle getirirdi. Bugüne kadar girdiğimiz her tuzaklı araziden, her ölümcül düzeneğin içinden bizi sağ salim, tek parça hâlinde çıkarmayı başarmıştı. Tuğra Yalçın ise timin sağlıkçısıydı ama eline iğne yerine silah aldığında dağları sarsardı. Yaralıyı taşırken bile gözleri tetikte, kalbi görevdeydi. Bir yandan kurşun yağmurunun ortasında arkadaşlarının kanını durdurur, diğer yandan gerektiğinde sırt sırta çatışmaya girerdi. Ben ise kod adıyla Gölge... Karanlığın içinde yürüyen, iz bırakmadan yok olan bir efsaneydim. Ne gece saklayabiliyordu ne de düşman fark ettiğinde hayatta kalabiliyordu. Soğukkanlılığım, zekâm ve ölüm sessizliğimle tanınırdım. Vatan için doğmuş, iz bırakmadan yaşamış, gerekirse kendini yok sayarak yüzlerce cana hayat vermiş bir destandım. Gölge’si düştüğü yerde düşman çoktan susmuş olurdu. O düşüncelerle ne zaman gözlerimi kapattım, nasıl sızıp kaldım sandalyede bilmiyorum. Bir anda keskin bir sesle irkildim. Komutan : " Birazdan çıkıyoruz Gölge ! Hemen hazırlan askerlerinle ! " Gölge : " Tamam komutanım . Hemen hazırlanıyoruz . " Halep’te olduğumuzdan sivil giyinmek zorundaydık. Üniforma, burada mezar kadar net bir hedefti. Hızla üzerimizi giyindik. Silahlarımızı kontrol ettik, her mermiyi dua eder gibi saydık. Sonra bindik araçlara. Sokaklar sessizdi ama ölüm o sessizliğin ardında nefes alıyordu. Görev bölgesi mayınlarla ve gizli bombalarla doluydu. Her adım, her soluk, ince bir ipte yürümek gibiydi. Tuğra yanı başımdaydı. Metehan ve Eren’i diğer tarafa gönderip destek konumuna yerleştirmiştim. Plan netti ama hayat hiçbir zaman planlara sadık kalmazdı. Derken, her şey bir anda oldu. İlk kurşun sesiyle birlikte gökyüzü paramparça oldu sanki. Ardından patlamalar, mermiler… Dumanın içinden düşmanın siluetleri belirdi. Biz, o karanlıkla boğuşurken, göğsümüzde sadece silah değil, korku ve umut da taşıyorduk. Tuğra, sol kanattan gelen düşmanları bağırarak haber verdi. Hemen pozisyon almalarını, arkama dikkat etmelerini söyledim. Kendimizi alevin ve kurşunun ortasında bulmuştuk. Zaman kavramı silinmişti; sadece savaş vardı. Yüreğimizde sevdiklerimiz, gözümüzde kan, elimizde silah… Sonra bir patlama sesi .Kulaklarımı sağır eden bir uğultu. Dizlerim çözüldü, gözüm karardı. Sadece düşüşü hatırlıyorum. Sessizlik... Sonra karanlık. Gözlerimi açtığımda bembeyaz bir tavan karşılıyordu beni. Nefes alışlarım zayıftı. Kulaklarımda hâlâ o uğultu vardı. Gözlerim bulanıktı, başım sanki yere çakılmış gibiydi. Yanımda bir hemşirenin silüeti belirdi, ardından bir doktor. Yaşadığımı söylediler. Ağır bir sarsıntı geçirmişim ama hayattaymışım. Sadece gözlerimle tepki verebildim. Kıpırdayacak gücüm yoktu. İçimde karmaşık bir duygu çarpışması vardı. Yaşamak mıydı bu? Yoksa savaşın seni yaşamaya zorladığı bir boşluk muydu? İlk sorduğum şey silah arkadaşlarım oldu. Onların iyi olduğunu öğrenince bir nebze olsun içim rahatladı. Tedavim boyunca ilgilenen kişi Doktor Yasmin Çakıroğlu’ydu. Ama o, zamanla kalbimin en kuytusuna sessizce yerleşen bir başka hikâyenin baş kahramanı oldu. Başta anlamamıştım. Anlamak istememiştim belki de. Gözlerindeki o ışıltıyı “mesleki sorumluluk” diye geçiştirmiştim. Ama onun yemek saatimi aksatmadan kontrol etmesi, ilaçlarımı elleriyle uzatması, odama her gelişinde gözlerimin içine uzun uzun bakması… Bunların hiçbiri sadece bir doktor ilgisi değildi. O bakışlarda bir yabancıya değil, sevdiğine bakan bir kadının derin, ürkek ama vazgeçmeyen sevgisi vardı. Ben mi? Ben hâlâ sırtımda silahımın soğukluğunu hissediyordum. Yıllarca kaçıp durduğum geçmişim, omzuma çöken sorumluluklar, görevden göreve sürüklenen hayatım… Sevgiye yer bırakmamıştı bende. Ama ne yaptıysam da bu çekime karşı koyamadım. Yasmin ile aramda açıklayamadığım bir bağ, görünmeyen bir ip gibi beni ona bağlıyordu. Yine de kalbimi bastırdım, susturdum. Çünkü bir görev daha bitmişti. Benim kalbim ise baskasına aitti. Hastaneden çıkma vakti gelmiş iyileşmiştim. Doktorun bana olan tavırlarını gören Metahan , Tuğra ve Eren benimle uğraşıyordu. Ayrılık vakti gelmiş çatmıştı. Halep’ten kalkan ilk uçakla Türkiye’ye döndüm. Ardından, yıllardır içimde yanan hasretin peşinden memleketime, Artvin’e doğru yol aldım. Arabamın direksiyonuna geçerken ellerim titriyordu. Yirmi yıl… Tam yirmi yıl sonra, ilk kez toprağıma basacaktım. Dağlar, taşlar, yollar boyunca içimde kabaran duygu selini durduramadım. Her kıvrımında bir anı saklıydı bu yollar. Güneşin doğuşuyla birlikte Artvin’e girdim. Küçük, sessiz ama geçmişim kadar gürültülü bir kasaba karşıladı beni. Eski evimiz, yıllar boyu yalnız kalmış bir yürek gibiydi. Kapısı yerinden sarkmış, camları çoktan dağılmıştı. Ama duvarları hâlâ ayaktaydı. Tıpkı benim gibi… Ne yaşanırsa yaşansın, yıkılmamıştı. Evin içine adımımı attığımda, küf kokusu ve yılların sessizliği karşılamıştı beni. Her adımda geçmişin hayaletleri dolaşıyordu sanki etrafımda. Bir zamanlar annemin koyduğu masa, babamın okuduğu kitaplık… Hepsi paramparçaydı. Ama o evin kalbinde hâlâ bir şey yaşıyordu. Annemin, babamın ve küçük yaşta kaybettiğimiz ailemin mezarlarının yolunu tuttum. Her birine ayrı ayrı çiçekler bırakıp elimle üzerlerindeki toprağı düzelttim. Sessizce diz çöküp, yanımda getirdiğim suyla mezar taşlarını temizledim. Yıllar sonra ilk kez onların başucuna geliyordum. Kalbim acımalıydı belki ama garip bir hissizlik vardı içimde. Ne gözyaşı döküldü ne de içimdeki fırtına bir sese dönüştü. Sadece derin bir boşluk ve zamanın bizden çaldığı yılların ağırlığı vardı omuzlarımda. Ayağa kalktım. Biliyordum, durup yas tutmakla geçecek zaman yoktu. Eve dönmem, kolları sıvayıp geçmişin yorgunluğunu temizlemem gerekiyordu. Tavan arasından sarkan örümcek ağları, nemden kabarmış duvarlar, çürümüş tahta döşemeler, yırtılmış perdeler, tozla kaplanmış kitaplar… Her biri zamanın sessiz tanığıydı. Hiç oyalanmadan işe koyuldum. Perdeleri söktüm, eski tahta rafları yerinden çıkardım, tozlu kitapları elime alıp tek tek bahçeye taşıdım. Her eşya, her köşe başka bir anının izi gibiydi. Vaktiyle kahkahaların yükseldiği odalar şimdi yorgun ve suskundu. Ter içindeydim. Havanın yakıcı sıcaklığı ve hareketin verdiği ağırlıkla daha fazla dayanamadım. Üzerimdeki tişörtü çıkarıp kenardaki taşların üzerine bıraktım. Gökyüzüne kısa bir bakış attım; güneş tam tepedeydi. Ama ben… İlk kez, yıllar sonra bu evde gerçekten var olduğumu hissettim. Ve tam o an, arkamdan gelen adım sesiyle irkildim. Kalbim hızla çarptı, ellerim yumruk oldu. Dönüp baktım… Gözlerim doldu. Karşımda Zeyneb’im duruyordu. Tüm o yılların ardından, çocukluğumun en güzel yerinde, dimdik karşımdaki kadındı artık. Küçücük elleriyle kocaman bir özlemi boynuma sararak boşaltmıştı. Başını omzuma yasladı, sessizce. Güneşin altın gibi vurduğu o kumral saçlarına usulca ellerimi daldırdım. Parmaklarımın arasından kayan saçlarını yüzüme doğru çektim. Burnuma götürüp derin bir nefes aldım. O tanıdık, içimi titreten koku… Yıllardır hasret kaldığım, geceleri rüyama düşen o koku, sonunda gerçekti. Gözlerimin içine baktığında her şey apaçıktı. Kelimelere gerek bırakmayacak kadar güçlüydü bakışları. Yüzündeki o mahcup tebessüm, gözlerinde parlayan ışıltı beni sevdiğini haykırıyordu. Artık hiçbir şüphem yoktu. Sessizce, içimden bir fısıltı yükseldi: "Geldim, Zeyneb’im..." O ise utangaç bir ifadeyle başını eğdi, sonra hafifçe gülümsedi. Tam yanağımdan öpmek isterken birden geri çekildi, gözlerini kaçırdı ve çocukça bir edayla koşar adım uzaklaştı. Ardından dönerken sesi duyuldu: "İlk önce babamdan isteyeceksin, Baran bey. Hem sen nerelerdesin ha ? Telefonlarıma bile bakmaz oldun. Bir mesaj ile ortadan kayboldun. Sana nasıl hasretim, aşığım bilmez misin ?" Bu söz, dudaklarımda bir tebessüm, kalbimde kıpır kıpır bir umut bıraktı. Gerçekten dönmüştüm. Ve bu defa yalnızca toprağıma değil, sevdiğime de. Zeynep’le iletişimimizi hiçbir zaman tamamen koparmamıştık. Aramızdaki bağ öyle kolay kolay kopacak türden değildi zaten. O, benim için Ankara’da üniversite kazanmış, uzak mesafelere rağmen birlikte dört yıl boyunca bu şehirde aşkımızı büyütmüştük. Her anını birlikte yaşamış, gençliğimizin en güzel yıllarını birbirimize adamıştık. Üniversitenin bitmesi ile birlikte Zeynep Artvine dönmek zorunda kalmıştı. Beş yıllık bir özlem doluydu. Yıllar şu gibi akmış. Sonunda düğün için gerekli olan parayı biriktirmiş . Zeyneb’imi baba ocağından telli duvaklı gelin alacaktım.

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

KIZIL ŞEYTAN (BERDEL) TAMAMLANDI

read
14.1K
bc

Sessiz Çığlık

read
9.9K
bc

İNFAZ

read
4.8K
bc

Askerin Yaralı Gelini

read
26.3K
bc

Askerin Gelincik Çiçeği

read
33.0K
bc

KARŞI KOMŞUM Bİ ROMEO

read
7.3K
bc

YIKIK MESKEN

read
3.3K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook