GÖRÜCÜ

2185 Words
Bir hafta sonra. Bugün tam bir hafta olmuştu odama kapanalı. Bir hafta boyunca odamdan bir kere bile çıkmadığım için ablalarım ve annem sürekli yanıma gelip beni aşağı indirmeye çalışmışlardı. Babam kararından vazgeçmezse odada kalmaya devam edeceğim dememe rağmen babam kararından vazgeçmemişti. Kimi zaman sessiz kimi zaman ise sesli ağlayıp neredeyse onlara yalvarmama rağmen üzülüp yanıma gelmemişti. Bugün hayatımın bittiği andı. Sabahtan beri konakta telaş vardı. Görücü geleceği için sanki ben gönüllüymüşüm gibi davranıyorlardı. Yemekler pişiyor, kahkaha sesleri yükseliyordu avluda. Benim içim kan ağlarken nasıl mutlu oluyorlar aklım almıyordu. Pencerenin önünden ayrıldığımda yengem odaya girdi. Hâlâ pijamalarımla durduğum için başını iki yana sallayıp, “Ayıp ediyorsun,” dedi. “Birazdan gelecekler sen hâlâ hazır değilsin.” “İstemediğim bir adam için hazırlanmam.” “Kızım bu saatten sonra kimse sözünden vazgeçemez. Hadi hazırlan baban seni aşağıda bekliyor, konuşacak seninle.” Yatağa oturdum. “Geldiler,” diyen Gülbahar ablanın sesiyle alt dudağım titredi. “Yenge istemiyorum.” Burnumun direği sızlarken yanıma gelip sarıldı bana. “Alışırsın kuzum, seversin.” Başımı iki yana salladım. Kontrol edemediğim hıçkırıklarımın sesi yükseliyordu. “Öldürün beni daha iyi.” “Konuşma böyle, annen ablanlar çok üzülüyor yapma böyle. Hadi hazırlan, inelim aşağı.” Yüreğime yerleşen korku bütün bedenimi ele geçirdi. Bütün itirazlarıma rağmen dolaptan mavi elbiseyi alan yengem pijamalarımı çıkarıp elbiseyi giydirdi. Gözyaşlarımı sildi, ardından saçlarımı düzeltip ayağa kaldırdı beni. Koyun gibi sahibime götürülüyordum. Ayaklarım geriye geriye giderken, “Yapma böyle,” diyerek beni koridora çıkardı yengem. “Teşekkürler efendim, sizler nasılsınız?” Gözlerimi sımsıkı yumdum. Duvara doğru yaslanırken yengem elini ağzıma bastırıp hıçkırığıma engel oldu. “Çok ayıp.” Bana ayıp değil miydi? Sevmediğim adama veriliyordum. Boğuluyordum. Boğazımı sıkan el gücünü her saniye arttırdığında soluğum kesiliyordu. “İyi değilsin sen.” Ayakta tutamadığım bedenim yere yığıldığında yengemin, “Eyvahlar olsun,” diyen sesi kulaklarıma boğuk geliyordu. O adamla evlenmek, onların ailesiyle birlikte yaşamak istemiyordum. “Yenge ne oldu?” “Çabuk acele et, odaya sokalım.” Avazım çıktığı kadar bağırsam içimdeki yangın söner miydi? Kendimi yüksek bir yerden atsam kemiklerimin ağrısı diner miydi? Koşsam koşsam karanlıktan aydınlığa çıkar mıydım? Yük olan bedenimi yatağın üzerine bıraktıklarında derin derin iç çekerek ağlarken, dudaklarıma yaklaştırdığı bardaktan zorla su içirdi Cemre ablam. “Ceylan, gelen görücü Samet değil.” Kalbimin acısı o kadar fazlaydı ki boğazıma kadar yanıyordum. “İstemiyorum, neden bunu bana yapıyorsunuz? Ben size bir şey yapmadım ki. Bu zamana kadar bir tane bile erkekle görüşmedim, asla ailemin adına leke getirecek bir harekette bulunmadım. Ben sadece atımla dolaşmayı, çalışmayı istedim. Niye bana bu acıyı yaşatıyorsunuz? Biriniz yahu biriniz mi sevmiyorsunuz beni?” Kollarını bedenime dolayan ablam benim gibi ağlasa da neye faydaydı. Bir kişi bile karşı gelmemişti bu duruma. “Bana bak.” Bakmadım. “Biz seni çok seviyoruz, sevmediğimizi asla düşünme. Gelen kişi de Samet değil, nasıl oldu bilmiyorum ama düğünde seni bir asker görüp beğenmiş. Zehra teyzeyle haber göndermiş rızaları varsa gelip konuşmak isterim diye.” Ağlamaktan yanan tenimin üzerindeki yaşları sildim. “Görsen upuzun boylu. Kumral saçlı, mavi gözlü bir adam. O çirkin Samet’ten çok iyi Ceylan, hem buralıya da benzemiyor.” Acı bir gülüş misafir oldu dudaklarıma. Samet olmazsa Ahmet olurdu, Ahmet olmazsa Mehmet olurdu onlar için. Ben bu evden evlenip gideyim onlara yeterdi. “Ay ben bir bakayım. Ailesi gelmemiş mi?” Heyecanlanan yengeme kaydı gözlerim. “Yok yenge, ilk önce babamla konuşmaya gelmiş, istemeye gelirken de ailesiyle gelir galiba.” Sabırsızlanan yengem arkasına bakmadan odadan çıkarken yatağa uzandım. “Daha fazla kendine eziyet çektirme. Ben inanıyorum bu kısmet Samet’ten daha hayırlı gelecek sana.” Gözlerimi kapadım. İstemiyorum dediğim halde beni anlamayan insanlara kendimi daha nasıl anlatacağım bilmiyorum. Odanın kapısı açıldığında içeriye babam girdi. Anında gözlerimi sımsıkı yumdum. “Kardeşinle bizi yalnız bırak kızım.” Bir haftadır yanıma gelmeyen babam şimdi beni aşağı indirmek için mi gelmişti yanıma? Ne kadar da acı bir durum… Odanın kapısının kapanmasıyla uzandığım yerden doğruldum. Bakışlarını yüzümden çekmeden yanıma oturdu. Perişan halim canını yakmış olmalı ki derin bir iç çekti. “Küsme, kızma bana. Sen sanıyorsun ki ben mutluyum. Değilim kızım. Sen benim el bebek gül bebek büyüttüğüm kızımsın, hiç ister miyim mutsuz olmanı? Gözünden akan bir damla yaş ciğerimi yakarken her şey normalmiş gibi yaşadığımı mı sanıyorsun? Sen kendini bu odaya kapattın ben ise bir kuyuya.” Ellerini başının iki yanına vurduğunda elbisemin kumaşını sıktım. “Günlerdir düşünmekten başım çatlıyor. Alıp seni kaçırsam bulurlar yine zarar verirler. Eve saklasam da alnıma sıkıp beni vururlar. Ölmekten korkmam ama sana, ailene zarar verirler diye çok korkarım. Hep dedim sana, bu topraklar güzel ama bu toprakların üzerinde yaşayan bazı aileler bu toprakları çirkinleştiriyor diye. Devletten korkmazlar, polisten korkmazlar, herkes böyle olmasa da bizim bağlı olduğumuz aşiret böyle bilmez misin? Ben buna rağmen seni okuttum, yanımda çalışmaya götürdüm, at seviyorsun diye sana at aldım. Kötülüğünü istesem daha on yedi yaşındayken seni isteyen Samet’e vermez miydim?” Dudaklarımı ısırdım. “En doğru olan evlenmem. Bana kızıp bağıracaksın ama olması gereken bu kızım. Bir hafta önce Zehra ana sana bir askerin görücü gelmek istediğini söyledi. Eğer Zehra ana kapıma geldiyse bu asker iyidir diye düşündüm. Bir hafta boyunca amcanla birlikte araştırdık. Ordulu bir iş adamının oğlu. Tıpkı bizler gibi birbirine düşkün aileler. Çocuğun anasının tekstil fabrikası varmış, ablası İstanbul’da psikologmuş. Babası desen Ordu’nun önemli adamlarından biriymiş. E çocuk da üsteğmen. Ne içkisi varmış ne de sigarası.” Elimi buz gibi elinin içine aldığında bakışlarımı yüzüne çevirdim. “Anası babası ölmüş çocukların eğitim masraflarını karşılıyormuş. Okumak isteyen kızları okutuyormuş. Amcanla düşündük taşındık Samet’ten daha iyi bir kısmet olduğuna karar verdik. Hem buralı değil. Her ne kadar üzülüyor olsam da seni alıp götürür buradan. İstediğin gibi özgür, huzurlu yaşarsın. Ağlama kurban olduğum.” Gözyaşlarım farkında olmadan akıyordu. “Ben her şeyi anlattım ona. Okumak istiyorsa okur dedi, at binmeyi seviyorsa biner dedi. Ben yaşamını kısıtlamam, istediği gibi yaşar dedi.” Nasıl bu kadar emin olabiliyordu? “İnanıyor musun bu dediklerine? Hangi erkek karısını özgür bıraksın? Karısının okumasına izin veren erkek tanımadım ben bu zamana kadar. Hele ki evli bir kadının ata bindiğini hiç görmedim.” “O buralardan değil. İnan bana senin için en iyisi bu olacak.” Artık hiçbir şeye inanmak istemiyorum. El birliğiyle ruhumu bedenimden çekip aldılar. Bu saatten sonra nasıl yaşanır bilmem ben. “İki gün sonra ailesiyle birlikte gelecekler buraya. Yüzük takıldıktan sonra bizler Ordu’ya gidip yaşadıkları yeri göreceğiz.” “Siz ne istiyorsanız onu yapın baba. Benim cevabım bellidir.” Ellerini dizlerine vurarak ayağa kalktı. “Böylesi senin için en hayırlısı olacak. Aşirete haber gönderdim üç gün içinde söz olacağını. Odaya kapanıp kendini hasta etme. Ananlarla birlikte bir şeyler yap kafan dağılsın.” Omuzları önde odadan çıkarken yataktan kalkıp çarşafları etrafa savurdum. Sessiz çığlığım duvarları başıma yıkarken dizlerimin üzerine çöküp avazım çıktığı kadar bağırdım ama sesim çıkmadı. Tükettiniz beni… *** Eskiden sürekli hayal kurmayı, güzel günlerin en yakın zamanda geleceğini düşünerek geçerdi zaman benim için. Şimdi ise Allah’ın verdiği canı kendim almamak için yaşayarak geçiyordu. Yemeği zorla yiyor, suyu zorla içiyordum. Günah olmadığını bilsem bedenime zarar vermek canımı acıtmazdı. Cıvıl cıvıl olan dünyada solmuş bir çiçek gibiyim. Yarın akşam gelecek olan dünürler için annem, yengem ve ablamlarla çarşıya inmiştik. Onları en güzel şekilde ağırlamak istedikleri için her şeyin en güzeli ve pahalısından alıyorlardı. Annemle yengem baharatları içleri giderek seçiyorlardı. Ablamlar ise rengârenk elbiselerin birini üzerime tuttuktan sonra diğerine geçiyorlardı. Kalabalık olan pazar beni boğduğu yetmiyormuş gibi bir de onlar üzerime geliyordu. “Ceylan, gözlerin mavi olduğu için sana bebek mavisi çok yakışıyor. Elbiseni mavi alalım mı?” “Ben siyah giyinmeyi düşünüyorum abla, ruhum ölmüşken bedenimi süsleyemem.” Yüzünü astığında umursamadım. “Az canlan, olan oldu bu saatten sonra yapacak bir şey yok. Bak Aycan’a, enişteyle ne kadar mutlu. Adam bir dediğini iki etmiyor, ona her istediğini alıyor. Dün akşam konuştum Adnan eniştenin görevi burada bitince İzmir’e yerleşeceklermiş. Seninki de Ordulu, sizde onun memleketine yerleşirsiniz.” Evlilikle ilgili hiçbir şey duymak istemiyorum. “Toka bakacağım kendime.” Yanlarından uzaklaşıp insanların arasına karıştım. “Birlikte bakalım, tek başına dolaşma!” Adımlarımı hızlandırıp onları epey geride bıraktım. Nefes almaya ihtiyacım vardı. Eğer üzerime gelmeye devam ederlerse kendime bir şey yapmam an meselesiydi. Pazarın sonunda bulunan toka tezgâhının önüne gidince ne incelediğimin farkında olmadan tokaların üzerinde ellerimi dolaştırdım. “Kırmızı tokanın demiri paslanmış, onu alma.” Elimdeki kırmızı tokayı yerine bırakıp kenara geçtim. Uzandığım pembe lastikli tokayı alamadan yanımda duran adam, “Lastiği sıkı, canını acıtır, dediğinde öylece kaldım. Bana mı diyordu? Doğrulup başımı ağır ağır ona çevirdim. Upuzun boylu adamın yanında benden başka kimse yoktu. Bana diyordu. Kaşlarım çatılırken, başını eğip kaldırdı. “Merhaba.” Beni birine mi benzetmişti? “Sizi tanıyamadım.” Parmaklarının arasına aldığı çiçekli beyaz tacı elime uzattığında başımı iki yana salladım. “Beni birine benzettiniz sanırım?” Ona arkamı döndüm. Tezgâhın başına gidip diğer tokaları incelerken yine yanıma geldi. “Tel tokalar başını acıtır.” “Sizi tanımadığımı söylemiştim. Rahatsız oluyorum gider misiniz?” “Niyetim seni rahatsız etmek değil.” “O zaman git.” Tezgâhtaki abi, “Hangisini alacaksın?” dediğinde bakışlarımı çektim üzerinden. “Yeşil toka saçlarına daha çok yakışır.” Kaşlarımı çatıp, “Gider misiniz?” dedim dişlerimi sıkarak. Geriye çekilip ellerini iki yana açtı. “Seni rahatsız etmiyorum.” Etmiyor muydu? Deminden beri baktığım tokalara kulp takıp duruyordu. “Eğer beni rahatsız ederseniz sapık var diye bağıracağım.” Gök mavisi gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Sapık, ben mi? Bak şimdi kalbimi kırdın.” Hastaydı kesin bu. Ya da meczuptu. Gerçi giydiği siyah kot pantolonu, beyaz tişörtü, bileğindeki marka saati, saçlarının düzgün taranması onu meczup gibi göstermiyordu. Daha fazla muhatap olmamak adına kenara doğru kayıp taçları inceledim. “Saçların uzun olduğu için ince taçlar durmaz başında.” Elimdeki tacı sıktım. “Ablamdan biliyorum, onun da saçları uzun ve gür. Bak bu güzel, bunu takalım saçlarına.” Kaşınan avcumu suratına geçirmemek adına kendimi zor tutuyordum. Allah’ım, ben farkında olmadan erkeklere cilve mi yapıyordum da peşime takılıyorlardı? “Rahat bırak beni.” “Sen beni hatırlamadın mı? Ablanın düğününde düşecekken seni tutmuştum.” Gözlerim gözlerinde bir süre kaldığında geriye doğru çekildim. Tanıdık siması aklıma düşünce hatırladım. O, askerdi. Düşmemem için beni tuttuğunda Ahmet bizi görüp herkese yalan yanlış olaylar anlatmıştı. Onun yüzünden evleniyordum. Midem kasılırken dilimi zor tuttum. Bağırıp çağırmak istesem de karşımdaki adamın bir suçu yoktu. O sadece düşmemem için beni tutmuştu. Keşke tutmasaydı da düşseydim. Ben düşüncelerimin arasında kaybolurken o elindeki mavi tacı saçıma taktığında irkildim. İki saniye bile saçımda tutmadığım tacı tezgâhın üzerine fırlatıp burnumdan soludum. “Utanmaz mısın adam sen? Git diyorum gitmiyorsun, belki evliyim, belki nişanlıyım ne demeye peşimde dolaşıyorsun?” Kızmıyormuşum gibi gülümsediğinde bütün kemiklerim kasıldı. “Merak etme, başkasının karısına, nişanlısını, sevgilisine yaklaşmam. Benim olana yaklaşırım.” Ayağımı yere vurdum. “Git o zaman senin olana yaklaş.” Tekrar güldüğünde arkamı dönüp koşar adım bizimkilerin yanına gittim. Nerede bela var beni buluyordu. Deli mi neydi? Gelen görücü bunun arkadaşı mıydı acaba? Umarım değildir. *** Tıpkı diğer ablamların isteme gününde olduğu gibi konakta telaş vardı. Herkes bir şeyler yapıyordu. Dünürlere karşı mahcup olmamak adına çeşit çeşit yemekler yapılmıştı sabahtan beri. Herkes en güzel elbiselerini giyinmişler yüzlerinde gülümsemeyle kahkahalar eşliğinde sohbet ediyorlardı. Aycan ablam Alpaslan çok iyi biri diyordu. Adı Alpaslan’mış. Bir iki kere karşılaştıklarında ona nazik davranmış. Etrafımızdaki erkekler kaba olunca bir erkek hoş kelime söylese onun hakkında güzel düşüncelere sahip oluyorduk hemen. Biri çok yakışıklı diyor, diğeri zenginmiş diyor, bir diğeri ise elini sıcak sudan çıkarıp soğuk suya sokmaz diyor ama ben hiçbir şey hissetmiyordum. Herkes konuşuyor ama kimse beni duymuyor. Ruhumun yasını tutar gibi simsiyah bir elbise giyindim. Hiçbir özelliği yoktu elbisenin. Yarım kollu, beli dar, etek kısmı hafif geniş olan elbisenin boyu dizlerimin birazcık altındaydı. Kızlar çok güzel oldun diyorlardı ama bana göre beni güldürmek için çabalıyorlardı. Dümdüz sade elbise işte. “Arabalar geldi.” Annemin ve ablamların yanında gerim gerim gerilirken erkekler konağın kapısına gittiler. Yengemin gözleri bir benim bir de kapının üzerinde gidip geliyordu. Sanırım onları rezil edecek bir hareket yapacağımı düşünüyordu. Yapmazdım. Bu yaşadıklarımın suçlusu gelenler değildi. Eğer suçlu arıyorsam bu kapının eşiğinde sırıtarak duran Ahmet’ti. Elime aldığım taşı kafasına atsam yüreğim nasıl rahatlardı anlatamam. Keşke yapabilsem. Konağın büyük kapısı açıldığında içeriye ilk önce zayıf, kumral saçlı bir kadınla Zehra teyze girdi. “Hoş gelmişseniz.” Annem kadına sarılırken kadın tüm nezaketiyle gülümseyip elindeki tatlı sepetini annemin kollarının arasına bıraktı. Kadının ardından genç bir kız girdi içeri. O da zayıf, benim boylarımdaydı. Simsiyah saçları neredeyse kalçasına kadar uzanıyordu. Bizimkiler tek tek onlara sarılırken ben yabancı gibi geride duruyordum. Aycan ablam bacağımı sıkarken kendimi zorlayıp kadına sarıldım. “Hoş geldiniz.” “Hoş buldum kızım.” Evde kız çok olduğu için gözleri benim ve ablamların üzerinde geziyordu. Zehra teyze gözleriyle beni işaret ettiğinde siyah saçlı kız, “Hiç anlaşılmadı teyze,” dediğinde herkes gülümsedi. “Selamın aleyküm.” İçeriye bu sefer uzun boylu bir adam girdi. Elli yaşlarında olan adamın boyu epey uzun olduğu için bizimkiler yanında kısa kalıyordu. Kadınlara gözlerini değdirmeden amcamın yanına geçti. Eğer baba buysa oğlu elbette ki uzun olurdu. “En arkadan giren damat.” Gözlerimi kapıdan giriş yapan adama çevirdiğimde göz bebeklerim an be an büyüdü. “Yok artık!” Sesimin yüksek çıkmasıyla ablam bacağımı sıktı. Anında dilimi ısırırken saklanmak istedim. Benimle evlenmek isteyen kişi beni düşmekten kurtaran asker miydi? Merhaba sevgili okurlarım, beğendiniz mi hikayemizi? Tek yorum dahi olsa düşüncelerinizi yazar mısınız? Devam edelim mi?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD