#2:Ceset

1463 Words
Bölüm Şarkısı: Şebnem Ferah - Yalnız Nokta; cümle sonlarına gelen ve cümlenin bittiğini bildiren ufak imge olarak tabir edilirdi. Ama nokta insan yaşamına lanse edildiğinde ikiye ayrılırdı; doruk noktası ve dönüm noktası. Doruk noktası, yapılanın, yazılanın tamamen bittiği yerde dururdu. Öyle ki; siz ondan sonrasını her ne kadar getirmek isteseniz de imkanınız olmazdı. Bazıları için doruk noktası mutluluk, bazıları için ise büyük bir yıkım olabiliyordu. Dönüm noktası ise yeni başlangıçlar sunardı hep önümüze. Belki paragraf bitmiş olabilirdi ama yazı kesinlikle bitmiş sayılmazdı. İlk paragraf kötü bitmiş olsa bile ikincisi için hep bir umut vardı. Şu an yaşadığım şeyin bu noktalardan birine tekabül ettiğini hissediyordum. Sonuç hangisi olurdu bilmiyordum ama bu yaşadığım anın doruk veya dönüm noktam olacağını biliyordum. Aslında doruk noktam olmasından korkuyordum. 17 yıllık hayatım boyunca hiç bir zaman sonları sevmedim, sevemedim. İzlemediğim bir dizi bile final olunca üzülen biriydim ben. Mutlu veya mutsuz fark etmezdi ben sonları sevmiyordum. Hemen önümde duran çocuğa odaklandım. Doruğum ya da dönümüme en büyük etki olacağına inandığım çocuğa... Şu an omzuyla bakışıyordum. Boyu biraz fazla mı uzundu ne? Halbuki uzaktan bu kadar uzun durmuyordu. Ani bir cesaretle kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Çenesinden başlayıp gözlerimi yüzünde gezdirdim. Hafif kirli sakalları, esmer teni, biçimli dolgun dudakları, çıkık elmacık kemikleriyle bile yunan mitolojisine olan inancımı sınıyorken gözlerine geldiğimde donup kaldım. Gözleri kapkaranlık bir sokakta yanan tek sokak lambası gibi esmer teninde patlamış bir maviydi. Ama bu maviyi gökyüzü veya deniz ile betimlemek yaratılışına hakaret gibi geliyordu. Aslında teni çok esmer değildi, sadece gözleri fazla belirgindi. Gözlerindeki bir şey bana sonsuzluğu çağrıştırıyordu. Ve atlanmaması gereken bir diğer niteliği ise yoğun vanilya kokusuydu. Aslında sadece vanilya değildi ama ben ayırt edemiyordum diğer kokunun ne olduğunu. Sadece ferah ve bir o kadar da ağır bir kokuydu. Kısacası muazzamdı. Her insan belirli tabirlere, belirli şekillere hayranlık duyardı. Ben hep sonsuzluğa hayrandım. Ama bu çocuğun gözlerinde gördüğüm sonsuzluk beni üşütmeye yetmişti. En fazla bir kaç saniyelik izlenimlerim çocuğun omzuma çarpıp geçmesiyle sona ermişti. Gözlerime değen zengin mavileri bana ters bir bakış atıp yanımdan geçerken bir parçası olduğu vücut ile arkasına dahi bakmadan gitmişti. Tamam! Benden daha odunları da evrende yer kaplıyordu anlaşılan.. Az önce köşeye sıkışmış ve derin bir ölüm tehdidi yiyen çocuğa diktim bu defa da gözlerimi. Ellerini cebine koymuş yaylana yaylana bana doğru geliyordu. Uzun koyu sarı saçları yürürken rüzgarın etkisiyle boyunun izin verdiği kadar savruluyordu. Yüzünde anlamsız bir sırıtış vardı. Tam önüme geldiğinde durdu ve üzerime doğru eğilmeye başladı. Kahverengi gözleri benim kahvelerimi esir almıştı. O üzerime geldikçe ben belimi geriye doğru eğiyordum. Gözlerini kısarak gözlerime baktı. Daha sonra ani bir hareketle kendini çekerek kahkaha atmaya başladı. Hey Allah'ım ya! Bir tane akıllısı da beni bulsaydı keşke. Oda mavi gözlü çocuk gibi omzuma çarparak ilerlemeye devam etti. Bunun da arkasından bakarken aklıma gelen ders düşüncesiyle bir nevi nevrim döndü. Umarım derse geç kalmamışımdır. Geldiğim yolu hızla geri giderken bir yandan da dua ediyordum. Sınıfın kapısına geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Öne doğru eğilip ellerimi dizlerime yerleştirdim ve derin nefesler alıp vermeye başladım. Sınıfın kapısı kapalıydı ama içeriden gelen gürültüler hocanın henüz gelmediğinin habercisiydi. Biraz daha orada durup kendime gelmeyi bekledim. Eğildiğim için önüme dökülen saç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırıp sınıfın kapısını araladım. Üzerime dönen birkaç gözün beni rahatsız etmesine çok takılmayarak, sarışının sabah gösterdiği sıraya yerleştim. Sarışın arkasını dönüp konuşmak için araladığı dudaklarını açılan kapı nedeniyle kapamak zorunda kalmıştı. Sınıfa giren hocanın varlığı tüm sınıfı susturmaya yetmişti. Sessizliği her zaman sevmişimdir ama büyük bir gürültüden sonra ani bir sessizliğe kavuşmak insana tarifi imkansız bir haz veriyordu. Uzun süre suyun altında nefessiz kalmış birinin bir anda su yüzeyine çıkıp aldığı o ilk nefes kadar vazgeçilmezdi bu his. Çok saygıdeğer hocamız(!) yoklamayı alıyordu. "Mısra Gezgin?" sıra bana geldiğinde sessiz kalmakla yetindim. Ses gelmeyince hoca kafasını kaldırıp gözlerini sınıfta gezdirdi. Sağ elimi havaya kaldırarak ona aradığını vermiştim. "Demek Mısra sensin. Listede bir kaç gündür adınla karşılaşıyorduk. Nihayet seninle de tanışabildik. Kendini tanıtır mısın?" Aslında cümle her ne kadar kibar bir cümle gibi dursa da altında gizli bir emir barındırıyordu. Ama o emir kipini anlamamış gibi davranarak başımı iki yana salladım. Bordo çerçeveli gözlüklerinin altındaki gözlerinden birazdan ateş çıkacağını düşünmeye başlamıştım ki önümdeki sarışının hareketleri dikkatimi çekti. Bayan hoca da ona bakıyordu. Kız bir eliyle ağzını kapatırken diğer elini de olumsuz yönde sallıyordu. Sanırım hocaya benim konuşamadığımı anlatmaya çalışıyordu. Onun bu hali çok komikti. Ama sınıfta benden başka gülmemek için kendini tutan kimse yoktu aksine bana acıyan gözlerle bakmaya başlamışlardı. Bütün gülme isteğim buhar olup en sevdiğim yere, gökyüzüne ulaşınca yüzümü nötr bir hale getirdim. Bu sarışına uyuz olmaya başladım. Ona neydi ki benden? Gerçi sınıftakiler de eninde sonunda öyle düşüneceklerdi ama olsundu onun söylemesine hele bir de bu kadar acınası bir duruma sokmasına ne gerek vardı? Hoca kaşlarını anladığını belirtir bir şekilde yukarı kaldırınca benim sinirlerim iyice gerilmişti. Daha fazla tahammül edemeyeceğimi anlayınca sandalyeye astığım çantamı hızla omzuma atıp koşar adımlarla sınıfı terk ettim. Koşarak geçtiğim yollar bile acizliğime şahitlik ederken onlara bile durun diye bağıramadım. Hayır ben konuşabiliyordum ama bu insanlarla lisanım aynı değildi. Kaldığım apart odasına geldiğimde çantamı kenara savurup sırt üstü yatağıma uzandım. Oyuncak pandam Kömür'ü kucakladım. Şu hayatta beni yalnız bırakmayan bir tek o vardı. Sımsıkı sarıldım ve ağladım. İçimdeki birikmişliklerin gözlerime tırmanmasına izin verdim. En fazla bunu yapabilirdim zaten. İçimin yangınını gözlerimdeki iki damla tuzlu suyla söndürmeye çalışıyordum. Yoktu ki bir bardak su verecek olan. Gözyaşlarımın kadim dostu olan hıçkırıklarımda tanıklık edince ağlayışım iyice şiddetlenmişti. Ağladım içim çıka çıka ağladım. Biliyordum, nasıl olsa kimseler görmezdi gözyaşlarımı...kimseler duymazdı sessiz çığlıklarımı. Kendimi parçalardım ve yine kendimi kendim toparlardım. Kimsenin olmadığı bir labirentin içine sıkışmış gibiydim, çığlık atmak istiyordum ama çığlığım bile bana sadık değildi, boğazıma kadar gelip orada kalıyordu. Kurtulmak için salmaya çalıştığım çığlığım beni boğmaya çalışıyordu. Sanırım ihanet buydu. İçimden gelenlerin bile beni yıkmaya çalışmasıydı. Bilselerdi koşarlar mıydı yardımıma? Sanmam. Bilenlerde bilmez olurlardı. Ama ben onlardan beklerdim bir yardım eli yine de. İçime serpiştirirdim umut tohumlarını. O zaman da acının en büyüğünü yaşardım. Umutlarım bile elimden alındığında geriye neyim kalırdı ki? Dedim ya yorgundum. Yorgunluğum öyle bir raddeye geldi ki, artık susmaya bile mecalim yoktu... Babam şimdi gelse, alsa beni. Affeder miydim onu? Bilmiyordum. Sanırım affederdim. Bu kadar gecikmiş olması ona olan kırgınlığımı arttırdı. Ama geri geleceğini bilsem hemen affederdim. Fakat gelmeyecekti. Yatakta dizlerimi karnıma çekmiş bir halde cenin pozisyonunu almış yatıyordum. Ağlamam durmuştu. Yalnızca yine düşüncelerimin esiri olmuştum. Daha fazla dayanamadan kendimi bir diğer sadık dostum olan uykunun kollarına teslim ettim. O bile tam anlamıyla benim değildi ama terk de etmiyordu işte. "Anne!" kendi çığlığımla uyanmıştım yine. Yüzümün sıcaklığı ve ıslaklığı ağladığıma delalet ediyordu. Yine o günü görmüştüm. Kabus diyemiyordum buna çünkü kabuslar gerçek değildi ama benim gördüklerim yaşadıklarımın bire bir aynısıydı. Annemin arabada yanışını görmüştüm. Diri diri yanmıştı annem. Beni o arabadan son anda çıkarmayı başarmıştı ama kendisi arabayla beraber patlamıştı. Kömür'e daha sıkı sarıldım, bir tek ondan teselli alabiliyordum. Aklıma annemin o halinin hücum etmesiyle birlikte elimi boynumdaki kolyeye götürdüm. O gün takmıştı bu kolyeyi boynuma. Altın renginde kardelen çiçeği vardı zincirin ucunda. Her gece bana kardelenle hercainin hikayesini anlatırdı. Nefret etmiştim hercaiden, kandırmıştı kardeleni. Yastığımın kenarındaki telefonu alıp saate baktım. Okul saatinin yaklaşmış olduğunu görünce kalkıp hazırlandım. Kahvaltıyı da okulda yapardım artık. Okulun bahçe kapısına yaklaştığımda bir kaç kişinin bağırışlarını duydum. Her ne kadar dünkü gibi bir şey yaşamak istemesem de içimdeki meraklı Mısra'ya daha fazla baş kaldıramadım. Okulun bahçesine girdiğimde etrafta gözlerimi gezdirdim. Ortalıkta kimse yoktu. Sesler yine arka bahçeden geliyordu ama normal seviyeyi çoktan aşmıştı. Bir kaç kızın çığlıklarını duyuyordum. Adımlarımın yönünü arka bahçeye çevirdim. Yaklaştıkça Gördüğüm insan sayısı ve onlardan çıkan sesler artıyordu. Kalabalığı yarıp insanların nereye baktığını anlamaya çalıştım. Gözlerim yerde yatan bedene takıldığında donup kaldım. Bütün vücudum kasılıp kalmıştı. Ensemden aşağıya yoğun bir ürperti geçmişti. Hareket edemiyordum. Yapabildiğim tek şey yerde hareketsiz yatan, rengi çekilmiş bedende, açık kalmış koyu kahverengi gözlere bakmaktı. Gözlerindeki bütün yaşam belirtisi kaybolmuştu. Bu gözler değil miydi daha dün dibime kadar gelip, gözlerimle arasında hatırı sayılır bir mesafe bırakan. Yine bu gözler değil miydi dün ağır bir ölüm tehdidiyle parıldayan. Aklıma gelenle gözlerimi çıkacak gibi açmam bir oldu. Etrafa bakınmaya başladım. Gözlerim dondurucu mavi gözlerle buluştuğunda tenimden ikinci bir ürperti geçti. Tüylerim diken diken olurken aklımda bir an önce buradan uzaklaşmak vardı. Bakışlarında tarifi imkansız bir korkutuculuk vardı ve bakışlarının adresi bendim. Gelirken yardığım kalabalık açtığım yolu kapatmıştı. Vücudumdaki gücün son kırıntılarını da o kalabalığı tekrar yarmak için kullandım. Koşar adımlarla tekrar ön bahçeye çıktım. Bahçenin ortasına geldiğimde saçlarımdan geriye doğru çekildim. Saç diplerime birden batırılan onlarca iğne vardı sanki. Başımı geriye doğru eğip yüzüme tiksinir bir ifadeyle baktı. Mavi gözleri bile beni durdurmaya yetecek kadar tehditvariyken saçlarıma artı bir eziyet yüklemişti. Ve ben buna rağmen hala vanilya kokusuna hayranlık besliyordum. Gözlerinde gördüklerimden sonra artık emindim. O çocuğu bu mavi gözlü öldürmüştü... Saçlarım dolayısıyla da tüm bedenim bir katilin elindeydi şu an... Ve ben gerçekten korkuyordum... Defalarca ölümü çağırmış olan ben, mavi gözlü katilin ellerindeydim ve ölmekten korkuyordum...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD