Şimal...

2776 Words
Kadın, on yaşındaki küçük kızının yalnız yaşamasına izin vermişti… Doruk’un aklı bunu bir türlü almıyordu. Sahra’nın anneliğinde eksikler olduğunu biliyordu ama aynı zamanda kızını da gözlerden özenle sakındığını fark ediyordu. Yıllardır Sahra’yla yalnızca bir seks arkadaşlığı sürdürüyordu, ama buna rağmen bir kez olsun kızının fotoğrafını bile görmemişti. Kızın basına yansıyan herhangi bir görüntüsü dahi yoktu. Doruk viskisinden bir yudum aldı, bardağın içindeki buza dalgın gözlerle baktı. “Neyse artık,” dedi, kadını kucağından indirip ayağa kalkarken. “Ben gidiyorum. Bir dahakine sana güzel bir sürprizim olacak.” Sahra, onun arkasından yürürken heyecanla sordu: “Ne sürprizi?” Doruk kadına yandan kısa bir bakış attı. “Zamanı gelince öğrenirsin,” dedi yalnızca. Ofisten çıkıp bomboş koridorda ilerlerlerken sessizlik aralarına ağır ağır çöktü. Sahra, son zamanlarda Doruk’un kendinden uzaklaştığını hissediyor ama bunu dile getirmekten çekiniyordu. Genç bir adamı sıkmak ya da bunaltmak istemiyor, içten içe kahrolsa da susuyordu. Sanki susmak zorundaymış gibi… Doruk asansöre binerken ellerini ceplerine soktu, başını kadına çevirmeden konuştu: “Bir daha da bana emrivaki yapmaya kalkma. Ben seni aramadan beni arama, Sahra. Bir daha aynı hataya düşersen, seninle daha farklı bir dilden konuşmak zorunda kalırım.” Tehdit edercesine tek kaşını havaya kaldırdı: “Bunu ikimiz de istemeyiz, değil mi?” Yıllardır ilk kez Doruk’un bu tonda konuştuğunu duyan Sahra, korkudan tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Sahra, kapanan asansör kapılarına bir süre sessizce baktı. Bileğini kaldırıp saate göz attığında öğlen on bir olduğunu fark etti. Kırk dakikalık bir toplantısı vardı; ardından kızına gidebilirdi. Uzun zamandır onu görmemişti ve özlemişti. Hâlâ Doruk’un yarattığı etkinin içindeydi. Başını geriye atarken saçları omuzlarından dalga dalga sarkıyor, dudaklarının kenarı hafifçe kıvrılıyordu. Bu genç adam, yıllar içinde Sahra’nın hayatının en güzel parçası hâline gelmişti… ve Sahra ondan vazgeçmeye hiç niyetli değildi. Ama bir de kızı vardı. Ondan da vazgeçemezdi. Ketum kızının inadını bir gün kırarsa, belki o zaman hayatı tam anlamıyla rayına oturacaktı. Sahra, ofisine doğru ilerlerken telefonunu çıkarıp asistanına aradı ve kata gelmesini söyledi. Sahra, toplantı salonundan çıkarken hâlâ yüzünde iş kadınına özgü o soğuk, mesafeli ifade vardı. Parmakları arasında tuttuğu dosyayı asistanına uzattı. Yüksek topuklarının mermer zeminde çıkardığı tok ses, kat boyunca yankılandı. Herkes, onun geçtiği koridorda saygılı bir sessizliğe bürünüyordu. Kendi adını taşıyan, şehrin en prestijli gayrimenkul şirketinin merkez binasından çıkarken dev cam kapılardan süzülen ışık, Sahra’nın zarif ama güçlü siluetini parlatıyordu. Saçları omuzlarından kusursuz bir şekilde dökülüyor, siyah kalem eteği ve beyaz ipek gömleğiyle bir dergi kapağından fırlamış gibiydi. Kapıda şoförü arabayı çoktan hazırlamış bekliyordu. Sahra, ağır adımlarla lüks araca ilerlerken bir yandan telefonundaki programına göz attı. Önünde birkaç davet, yatırım görüşmesi ve imza töreni vardı… ama aklı kızındaydı. Uzun süredir görmediği Şimal. İçten içe, bugün ne olursa olsun onu bulmaya karar vermişti. Sahra arabanın kapısını açarken, asistanı aceleyle yanına yetişti: “Hanımefendi, öğleden sonra üçte yatırımcılarla basın toplantısı var. İptal etmek ister misiniz?” Sahra bir an durdu, kararlı ama yorgun bir sesle cevap verdi: “Hayır. Basını bekletmeyelim… ama önce kızım.” Araba hareket ederken, camlardan yansıyan şehir ışıkları Sahra’nın düşünceli yüzünü aydınlattı. Yıllardır Doruk, iş, güç derken kalbinin en derin yerinde duran bir yaraydı Şimal. Ve Sahra bugün o yaraya dokunmaya kararlıydı. Sahra arabada otururken telefonunu eline aldı. Ekranda Şimal’in en yakın arkadaşı olan kızın numarasını buldu ve tek bir dokunuşla aradı. Karşı taraftan kararsız bir ses duyuldu: “Merhaba…?” Sahra hiç vakit kaybetmeden konuya girdi: “Şimal nerede?” Kız sessiz kaldı. Derin bir nefes alıp tereddütlü bir şekilde, “Bilmiyorum,” dedi ama sesindeki tedirginlik yalanı ele veriyordu. Sahra’nın kaşları çatıldı. Sesi daha da sertleşti: “Bak tatlım, kızımı bulmam lazım. Bana yerini söyle.” Kız hâlâ diretiyordu: “Ben… ben veremem. Bana kızar.” Sahra bir anda sustu. Gözleri dolmuş gibi yaptı, sesi titreyerek fısıldadı: “Ben onun annesiyim… Ne zamandır görmüyorum. Lütfen… onun iyi olduğunu bilmem lazım.” Karşıdaki kız sessiz kaldı, Sahra’nın ağlamaklı tonuna daha fazla dayanamadı. En sonunda fısıltıyla adresi verdi. Sahra telefonu kapattıktan sonra bir süre pencereden dışarı baktı. Gözyaşları hâlâ yanaklarından süzülüyordu. Sonra aniden dudaklarının kenarı alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı. Cebinden peçetesini çıkarıp, sahte gözyaşlarını usulca sildi. “Ah canım kızım…” diye mırıldandı kendi kendine, sesi hem soğuk hem de ince bir alay taşır gibiydi. Sahra’nın arabası, şehrin dışında, tozlu ve dar bir yoldan ilerleyerek gönüllü hayvan barınağının kapısında durdu. Lüks aracın parlayan gövdesi, paslı demir kapıların önünde âdeta alaycı bir tezat gibi parlıyordu. Şoför arka kapıyı açtığında Sahra ağır adımlarla indi. Topuklarının çakıl taşlarına değen sesi, etraftaki havlamalarla birleşince sahnenin gerçekliği iyice rahatsız edici bir hâl aldı. Kadının yüzünde, alıştığı cam kulelerden, pahalı kokulardan, şehrin steril atmosferinden buralara düşmenin yarattığı derin bir tiksinti okunuyordu. Çamur içinde koşturan köpekler, tellerin ardında miyavlayan kediler… Barınağın ağır ve keskin kokusu, Sahra’nın burnuna doldu. Kaşlarını istemsizce çattı, sanki bu hava tenine işleyip çıkmayacakmış gibi hissetti. Etrafına bakındı. Gönüllülerin telaşlı ayak sesleri, köpeklerin havlamaları ve tellerin ardındaki çaresiz bakışlar arasında Sahra’nın zarif, bakımlı silueti yabancı bir cisim gibi kaldı. Topuklarının ucu, yerde birikmiş suya değince tiksintiyle adımını geri çekti. Dudakları iğrenmiş bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Burası…” diye mırıldandı kendi kendine, “kızımın saatlerce vakit geçirdiği yer mi gerçekten?” Elini burnuna götürüp hafifçe bastırdı. İçinde beliren sabırsızlık, özlemin yarattığı heyecanla karışıyor, ama Sahra’nın kibri her hâlinde okunuyordu. Onun için burası, ait olmadığı bir dünyanın ucuz ve rahatsız edici bir köşesiydi. Sahra’ya kalsa, biricik kızı asla bu köhne, paslı tellerle çevrili, leş gibi kokan yere adım bile atmazdı. Onun gözünde burası, insanın içini sıkan, işe yaramaz, sefil bir mekândan ibaretti. Ama Şimal’e laf geçirmek hiç kolay değildi. Annesinin sözleri, tehditleri, hatta yalvarışları bile onda en ufak bir iz bırakmıyordu. Eğer sözünü geçirebilseydi, yıllar önce kızını kendi evine, kendi hayatına döndürmeyi başarırdı. Ama olmamıştı… ve Sahra, bunun acısını hâlâ kalbinin derinlerinde taşıyordu. Sahra kapının önünde durdu, gözleri etrafı taradı. Tellerin arkasında koşturan köpekler, kulübelerin önünde dolaşan gönüllüler vardı. Sonra bir anda gözleri ona takıldı. Şimal… Üzerinde sade bir tişört, kot pantolon, saçları dağınık bir topuz hâlinde tepede toplanmıştı. Bir elinde mama kovası, diğerinde su şişesiyle köpeklere su veriyordu. Çamurlu ayakkabıları, güneşten hafifçe esmerleşmiş kolları vardı. Yüzünde ciddi ama huzurlu bir ifade… Sahra uzaktan kızını izlerken boğazı düğümlendi. Bu görüntü, onun için hem yabancı hem de acı vericiydi. Koskoca Şimal Ermiran, Sahra Ermiran’ın kızı, bu hâlde mi olacaktı? Çok şükür ki kimse kızının yüzünü tanımıyordu. Sahra, yıllardır basını ondan uzak tutmayı başarmıştı. Elbette bunda kendi bağlantılarının ve Doruk’un da payı büyüktü. Ah, olur da bir gün kızını bu sefil hâlde görüntülerlerse… rezillik alır başını giderdi. Sahra, Şimal’e doğru yürümeye başladı. Tam o sırada ayağı bir anlık boşluğa gelince öne doğru savruldu. Neyse ki koruması kolundan tutup onu son anda toparladı. Kadın ayakkabısına baktığında topuğunun kırıldığını fark etti. Gözlerini kapatıp başını geriye doğru attı. Sinirden kulakları kıpkırmızı olmuştu. Ayakkabının fiyatı aklından geçince dudaklarını ısırdı. “Acaba…” diye geçirdi içinden, şu barınağı yaksa suç sayılır mıydı ? Etraftaki herkes ona sanki uzaydan gelmiş gibi bakarken, Sahra kibirli bakışlarını etrafa savurdu. O sırada gözleri kızına takıldı. Şimal, büyük bir aşkla kucağına aldığı yavru kediyi seviyor, minik hayvana şefkatle sarılıyordu. Sahra’nın içi burkuldu. Kızının o kediye gösterdiği sevgiyi ve merhameti, bir kez olsun kendisine göstermemişti. Onun gözünde bir kedi kadar bile değeri yoktu… Kızının yanına geldiğinde Sahra, adını yumuşak ama kararlı bir tonla zikretti: “Şimal…” Şimal, avuçlarının arasındaki yavru kediyi anne kedinin yanına bıraktı ve ayağa kalktı. Annesinin sesini duyduğu anda üzerine çöken nefret duygusuyla derin bir nefes aldı. Sonra arkasını dönüp annesiyle yüz yüze geldi. Karşısında yine zarafetin ve gücün kadını, Sahra Ermiran duruyordu. Her zamanki gibi büyüleyici makyajı, genç kızları kıskançlıktan çatlatacak kadar diri fiziği, upuzun saçları ve ezberletilmiş kokusuyla… kusursuz ve mükemmel görünüyordu. Sahra, kızının gözlerine bakarken dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı. “Uzun zaman oldu, değil mi?” dedi. Sesi ne yumuşaktı ne de tamamen sert… Daha çok kendinden emin bir tını vardı içinde. “Ne oldu, siz hanımefendiyi buralara kadar getiren nedir acaba?” dedi, sesi ince bir iğne gibi batıyordu. “Şu etrafa bir baksana… Burada ne kadar iğreti durduğunun farkında mısın?” Sahra kaşlarını hafifçe kaldırdı. Kızının sözleri onun gururuna dokunsa da belli etmedi. Tam tersine, dudaklarının kenarı belli belirsiz bir gülümsemeyle kıvrıldı. Şimal, sözlerine devam etti. “Bu paslı teller, çamur içindeki kulübeler… Hayatında ilk kez burnuna böyle kokular geldi değil mi? Bakışların bile yerini yadırgıyor sanki.” Sahra’nın gözlerinde kısa bir anlığına öfke parladı ama yüzündeki soğuk zarafet maskesi hiç bozulmadı. Sahra hafifçe gülümsedi, etrafa bakıp burun kıvırır gibi yaptı. “Beni bu… mekâna kadar getiren şey ne dersin? Özlem mi yoksa merak mı?” Şimal’ın kaşları çatıldı. “Beni merak etmene gerek yok. Ben gayet iyiyim,” dedi, sesinde neredeyse alay vardı. Sahra gözlerini kısmış, kızının yüzünde en ufak bir yumuşama arıyordu ama bulamadı. Dudaklarının kenarı gerildi. “Ben senin iyiliğin için buradayım, Şimal. Ne dersen de, ben hâlâ senin annenim.” Şimal’ın dudaklarından acı bir gülümseme döküldü. “Annelik…” diye tekrarladı fısıltıyla. “Senin o kelimeyi ne kadar eksik doldurduğunu biliyor musun?” Ortam bir anda sessizleşmişti. Sadece tellerin ardında havlayan köpeklerin sesi duyuluyordu. Sahra, kızının sözlerini sessizce dinledi. Yüzünde tek bir kas bile oynamadı. “Ah, Şimal…” dedi, sesi buz gibi sakin ama içinde zehir gizliydi. “Sen yıllardır bana öfke kusarken, ben senin o inatçı inadını, o dik başlı gururunu hayranlıkla izledim. Tıpkı babana benziyorsun… O da beni hep eksik sanırdı.” Gözleri kızının gözlerine kilitlendi, bakışları keskinleşti. “Belki de sorunun, hiç kimsenin sana layık olamayacağına inanman. Ama bil ki, annelik… senin sandığın kadar siyah-beyaz bir şey değil.” Sahra başını hafifçe yana eğip göz ucuyla etrafa baktı, dudaklarında alaycı bir gülümseme gezindi: “Sen beni yargılarken, ben senin için hâlâ o iğrendiğin lüks hayata kapıları açık tutuyorum. Belki de sorun bende değil, sende kızım.” Şimal, annesinin ağzından babasının adını duyar duymaz bir anlığına irkildi. İçine hem keskin bir özlem hem de boğucu bir öfke doldu. Babasının kokusu, sesi, gülüşü… Hepsi bir anda zihninde canlandı. Onunla geçen son günleri hatırlayınca, boğazı düğümlendi. Ama sonra annesine baktı. Kusursuz makyajının altındaki soğuk yüz, o hatıraların üzerine zehir gibi serpildi. Gözleri öfkeyle parladı. “Onu ağzına alma,” dedi Şimal, sesi titriyordu ama öfkesinden mi yoksa özlemden mi bilinmez. “Senin ne bildiğin var ki? Babamı bile… babamı bile elimden aldın.” Nefesi hızlandı, sanki yıllardır sustuğu her şey o an kelimelere dökülmek için birbirini iteliyordu. Sahra, kızının sözlerini duyduğunda kalbi göğsünde sert bir darbe yemiş gibi oldu. Gözleri kocaman açıldı, nefesi bir anlığına kesildi. “Ne demek… babamı elimden aldım?” dedi, sesi çatallandı. O güçlü, soğukkanlı kadın ilk kez kelimelerde tökezliyordu. Şimal, ağzından çıkan sözlerin ağırlığını fark ettiği an panikle gözlerini kaçırdı. Dudakları titredi, boğazındaki düğümü yutkunarak bastırmaya çalıştı. “Yani…” dedi, kelimeleri toparlamaya çalışarak, “senin o şaşaalı hayatına yetişmek için öldü işte… stres, iş, koşturmaca… Sırf sen daha mutlu ol diye didindi durdu. Ama sana yetmedi ...” Sesi öfke ile savunma arasında gidip geldi. Gözleri bir anlığına yerdeki çamura kaydı; sanki orada sözcüklerinin ağırlığını saklamak ister gibi… Sahra, kızının sesi öfke ve savunma arasında gidip gelirken dikkatle yüzüne baktı. İlk anda kalbine saplanan o keskin korku, yavaş yavaş yerini temkinli bir rahatlamaya bıraktı. Demek ki yanlış duymuştu… ya da Şimal gerçekten ağzından kaçırdığı sözleri toparlamaya çalışıyordu. İçinde büyümeye başlayan o kara şüphe, kızının son cümleleriyle ağır ağır dağıldı. Omuzları hafifçe indi, bakışlarındaki sertlik yumuşadı. Derin bir nefes alıp dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Şimal hâlâ öfkeliydi ama Sahra, en azından biraz önceki sözlerin ardında başka bir anlam yatmadığını düşünmek istiyordu. “Ne zaman evine döneceksin, kızım?” diye sordu Sahra. Sesi bu kez daha yumuşaktı. Artık kızıyla yaşamak, bir evlatla aynı çatı altında olmanın tadını yeniden hatırlamak istiyordu. Şimal gözlerini devirdi, annesine tekrar sırtını dönüp kedilerle ilgilenmeye başladı. “Ben zaten evimdeyim,” dedi soğuk bir tonla. Babası hayattayken ona ait tüm özel eşyalar hâlâ o çiftlikteydi. Ve Şimal için çiftlik, gerçek yuvasından başka bir şey değildi. “Benim yanım senin evin, hayatım. Ve artık kızımı yanımda, kendi evinde görmek istiyorum,” dedi Sahra, sesi bu kez hem yumuşak hem de ısrarcıydı. Şimal alaycı bir kahkaha attı, dudaklarının kenarı küçümseyici bir gülümsemeyle kıvrıldı. Sonunda ayağa kalktı ve annesine soğuk gözlerle baktı: “Git buradan. Ne yaparsan yap beni ikna edemezsin. Lütfen… rahat bırak beni,” dedi ve arkasını dönüp içeriye adım attı. Şimal’in sırtı içeriye doğru kaybolurken Sahra bir an orada öylece kaldı. Sanki biri kalbinin tam ortasına görünmez bir darbe indirmişti. Göğsündeki sızı büyüdü, boğazına kadar geldi. Ama Sahra Ermiran kolay kolay yenilgiyi kabullenecek bir kadın değildi. Dudakları yavaşça birbirine kenetlendi, yüzündeki hayal kırıklığının yerini soğukkanlı bir kararlılık aldı. “Beni rahat bırak…” diye tekrarladı kendi kendine, Şimal’in az önceki sözlerini acıyla hatırlayarak. Gözlerindeki kırgınlık kıvılcımı, yerini kızını alt etme arzusuna bıraktı. Ne yapıp ne edip onu geri döndürecekti. İster inatla dirensin, ister nefretle baksın… Şimal’i sonunda kendi evine, kendi dünyasına geri çekecekti. Sahra, omuzlarını dikleştirip derin bir nefes aldı. Bu sadece bir geri çekilişti… savaş hâlâ bitmemişti. Şimal barınaktaki işlerini bitirdikten sonra arkadaşlarıyla vedalaştı. Ardından bisikletine atlayıp yola koyuldu. Bir süre pedal çevirirken, saçlarını toplayan toka rüzgârın etkisiyle hafifçe kaydı. Panikle düşmeden yakaladı, bisikletini kenara çekip saçlarını yeniden bağlamak istedi. Ama esen rüzgârın yüzüne çarpan tatlı serinliği hoşuna gidince vazgeçti. Tokayı bileğine taktı ve saçlarını rüzgâra bırakarak tekrar pedal çevirmeye başladı. Çiftlik evi, barınaktan çok da uzak sayılmazdı. Yol boyunca rüzgâr, toprak kokusu ve akşamüstü güneşinin turuncu ışıkları ona eşlik ediyordu. Aklını bulandıran annesinin ziyaretiydi. Bu seferki gelişi… sanki daha farklı niyetler içeriyordu. Sanki görünmez bir savaşın temelleri atılmıştı. Şimal bunu iliklerine kadar hissediyordu. Annesiyle başlayan bu savaş, belki de sonunda onu tamamen yok edecekti. Ama Şimal bir karar vermişti: Annesinin işlediği bütün günahların bedelini ona ödetecekti… tek tek, acı çektirerek. Şimal çiftlik evinin toprak yoluna girdiğinde güneş, batıya doğru eğilmişti. Gökyüzü turuncu ve pembe tonlarına bürünmüş, rüzgâr dalların arasından tatlı tatlı esiyordu. Pedalların sesi toprağın üzerinde yumuşak bir tınıyla yankılandı. Çiftlik kapısına yaklaştığında, uzaktan kendisine doğru koşan altın renkli tüylere sahip köpeğini gördü. Golden retriever’ı, Şimal’i görür görmez heyecandan havlamaya başladı. Kuyruğunu deli gibi sallıyor, patilerini havaya kaldırıp neredeyse sevinçten zıplıyordu. Şimal bisikletini kenara bırakıp eğildi. Köpek koşarak gelip kucağına atladı. Şimal gülerek onun başını okşadı, kulaklarının arkasını kaşıdı. “Özledin mi beni, ha?” diye fısıldadı. Golden, sanki gerçekten cevap veriyormuş gibi mutluluktan havladı. Şimal yüzünü onun yumuşacık tüylerine gömdü; kalbinde biriken bütün öfke, nefret ve yorgunluk o an birkaç saniyeliğine eriyip gitti. Şimal, golden retriever’ını hâlâ okşarken evin kapısına yürüdü. Kapı, yılların eskitemediği ahşap kokusunu taşıyordu. Anahtarını çevirdiğinde tanıdık bir gıcırtı duyuldu. O ses, çocukluğunun, babasının kahkahalarının ve o eski günlerin yankısı gibiydi. Kapıyı açıp içeri girdiğinde, hava hâlâ babasına ait o hafif odunsu parfüm kokusunu taşıyor gibiydi. Salonun köşesindeki eski deri koltuk… Üzerinde hâlâ babasının bıraktığı battaniye duruyordu. Kitaplıkta babasının düzenlediği gibi duran kitaplar, çalışma masasında yarım kalmış not defteri… Şimal’in boğazı düğümlendi. Parmakları, masanın üzerinde duran o eski kalemi kavradı. Babasının defalarca kullandığı, mürekkebi neredeyse bitmiş kalemi. Sanki biraz daha sıksa, babasının sıcaklığını hâlâ içinde bulacakmış gibi hissetti. O sırada golden retriever’ı patilerini kızın dizlerine dayadı. Şimal eğilip köpeğinin başını okşadı, ama gözleri odanın dört bir yanında dolaşıyor, her köşe ona geçmişten fısıltılar taşıyordu. “Baba…” diye fısıldadı neredeyse duyulmaz bir sesle. Çocukluğundan beri ilk kez, bu ev ona hem huzur hem de dayanılmaz bir özlem hissettirmişti. Şimal, babasının çalışma odasında daha fazla kalamadı. Bugün doğru bir gün değildi. Orada kalırsa babasına dair anılar, annesine olan öfkesini tetikleyecek ve onu hata yapmaya itecek kadar güçlüydü. Sessizce odadan çıktı, kapıyı kilitledi ve anahtarı çantasına attı. Bu anıları kimseyle paylaşmaya niyeti yoktu. Doğrudan kendi odasına geçti ve banyoya yöneldi. Sıcak suyun tenine dokunuşu, zihninde yankılanan fırtınayı susturur gibi oldu. Suyun bedenine ve ruhuna iyi geldiği inkar edilemezdi. Zaten Şimal’in aklı en çok suyun altında berraklaşırdı; öfkesi, kırgınlığı, düşünceleri hep o suyun sesiyle hafiflerdi. Islak saçlarını havluya sarıp üzerine en sevdiği ipek geceliklerden birini geçirdi. Şimal’in en büyük zevklerinden biri, farklı renk ve desenlerdeki geceliklerini giymekti; bu onun küçük ama vazgeçilmez lüksüydü. Kendisine bir fincan kahve aldı, kokusu odayı doldururken salonun köşesindeki koltuğa geçti. Tableti eline aldı ve sosyal medyaya girdi. Parmakları hızlıca sayfalar arasında dolaşırken sahte hesabına geçti. Ve işte oradaydı… Doruk Armanoğlu. Her gün gizlice takip ettiği adamın paylaşımlarını, gözlerinde büyüyen bir merak ve anlam veremediği bir çekimle izledi. Fotoğraflarında bazen iş toplantılarında, bazen lüks mekanlarda… ama hep o soğukkanlı ve tehlikeli havasıyla karşısına çıkıyordu. Şimal, dudaklarının kenarındaki belli belirsiz gülümsemeyle ekranı kaydırmaya devam etti. Adamın en çok dikkat çeken yanı gözleriydi. Çok farklı, neredeyse insanı huzursuz edecek kadar etkileyici gözlere sahipti. Siyahın içinde ince beyaz şeritler vardı; sanki damar damar mermeri andırıyordu. Bu gözler Doruk Armanoğlu’na hem merak uyandıran bir cazibe hem de insanın iliklerine işleyen bir korku katıyordu. Şimal, çocukluğunu zindana çeviren adamın fotoğraflarına bakarken içinde biriken kin günbegün büyüyordu. Doruk Armanoğlu’nun hayatını tepe taklak etmeden Şimal’e rahat yoktu. Hem annesine hem de bu şerefsize dünyayı dar etmeye kararlıydı...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD